Kaygı (2017)

TEK BİR MEKÂNIN, BİR ÜLKENİN KANLI TOPRAKLARINA DÖNÜŞMESİ

Hikâyenin başkarakteri Hasret‘in içinde bulunduğu zihinsel çatışma bana MançuryaAday‘ı ve Jacops Ladder‘i anımsattı, yalanla gerçeğin veya düşle gerçeğin birbirine karışması, ancak zihnindeki kaosun aslında bir rüya olmaması hali… Hasret‘in belgesel kurgucusu olarak çalıştığı Tek TV kanalı da (ne harika bir mecaz değil mi?) Esteban Sabir‘in pek sevdiğim filmi La Antena‘yı çağrıştırdı. Hatırlarsınız La Antena‘da da hikâyeye konu olan kentte tek bir TV kanalı vardır ve hipnotik yayınlarıyla toplumu hem sindirir hem uyuşturur. Nitekim Kaygı‘nın Tek TV‘sinin yöneticileri de “biz ne diyorsak o, biz ne gösteriyorsak o” diyerek yalancılıklarını, dürüst ve ilkeli yayıncılık yapıyorlarmış gibi pazarlarlar. Ceylan Özçelik‘in hikâyesi, Esteban Sabir‘in hikâyesi kadar distopik değil ancak La Antena‘daki gibi bir karanlığa sürükleniyor olduğumuza işaret etmek istiyor gibi.

Kaygı’yı iyi film kılan birçok ayrıntı var. Kişisel kriz üzerinden toplumsal bir gerçeğe ve bu gerçeği yaratan etki alanlarına, medyaya, ilkesiz haberciliğe dokunurken, kentsel dönüşüm yalancılığı ile geniş çaplı doğa katliamlarına, sadece görüntü kirliliği çerçevesinden değil aynı zamanda ses kirliliğinin de bireyden başlayıp, kitleleri içine çeken hipnozuna, öğrenilmiş çaresizliğimize temas ediyor. Tıpkı yönetmenin ilham aldığı filmlerden Shining’e dair; “Tek bir mekânın, kocaman bir ülkenin kanlı topraklarına dönüştüğü daha dehşetli bir eser izlemedim.” sözlerindeki gibi…

Beri yandan izleyici olarak Hasret’in içine düştüğü zihinsel karanlık, yaşanan acı olayın sadece toplumsal utanç meselesi olmadığını aynı zamanda bir çocuk üzerinde yarattığı derin travmayı gösteriyor. Anne-babanızı küçük yaşta bir trafik kazasında kaybettiğinizi sanıyorsunuz ve bunu kabul etmiş olsanız da bilinçaltınız sizi unuttuğunuz gerçeği hatırlamaya zorluyor. Bu zorlayıcı etki genç bir kadını delirtecek kadar ağır. Kazanın olduğu tarihlere ait arşivlerde hiçbir bilgi bulamaması gerçeklerin sadece Hasret’ten değil adeta toplumun tümünden saklandığına da bir acı gönderme. Neyse ki henüz her şeyi unutmadık! Film, sosyal medya kullanıcılarını bir oranda eleştiriyor olsa da (ki haksız değil) hala birçok gerçeğe sosyal medya aracılığı ile ulaşabiliyoruz, çünkü ana akım medya Kaygı’nın Tek TV’si kadar…

Hasret’in çocukluğunda yaşadığı olay, konuşmayan, unutturan yakın çevresi yüzünden hafızasında silikleşirken aynı hadise konuşmayan ya da yalan konuşan medya vesilesi ile toplum hafızasında da silikleşti. Arkadaşı Mehmet’in dile getirdiği gibi “hadi sen unuttun da hepimiz mi unuttuk?” Evet, hepimiz unuttuk, hadiseyi ana hatlarıyla hatırlasak da olayın odağını, içinde yer alan kişilerin yaşadığı acıyı birey birey bilemedik. Hasret, o ateşin içine düşen insanların ve onların yakın çevrelerinin temsiliyken, Mehmet hepimizin temsili gibi, ilgiliyiz ama dışındayız, içindeki acıyı hissedemiyoruz. Bir diğer pencereden filme baktığımızda da günlük yaşantımızda sürekli maruz kaldığımız ancak kanıksadığımızdan olsa gerek, farkında bile olmadığımız ses kirliliğine oldukça incelikli bir vurgu var. Hasret’in “her şeyi duyuyorum, seslere karşı çok duyarlılaştım” sözleri kulağımızdan kaçanları hatırlıyor. Her gün, özellikle biz anakentlerde yaşayanlar kulaklarımızı nelerle dolduruyoruz? İş makinaları, matkap-çekiç sesleri, trafik gürültüsü, korna sesi ve daha birçoğu. Hasret’in parkta dolaşırken maruz kaldığı uğultunun kurbanlarıyız. Kaygı, 25. Kare gibi zihnimize bu ses ve görüntüleri ekiyor, uyarıyor. Hasret’i, çocukluk travmasını hatırlamaya zorlayan bilinçaltı gibi, yönetmen Ceylan Özçelik de bizi zorluyor, bir manada izleyici için bilinçaltı görevi üstleniyor.

Sosyal medya ya da ana akım medya ama özellikle ana akım medya, yöneticisiyle kullanıcısıyla kara delik gibi, bilgiyi vakumlayıp yerine tükürdüğü ile misyonunu hakkıyla yerine getiriyor. Kaç toplumsal hadiseyi unuttuk? Daha çok sosyal medya platformlarının hatırlatmaları ile hatırlayabiliyoruz, normalleştiriyor, günden güne duyarsızlaşıyoruz. Kaygı ’daki Tek TV teknikleriyle her olay bir öncekinden daha normal, daha sıradan, daha günlük gelmeye başlamadı mı? Diğer taraftan kentsel dönüşüm terörü ile kuş seslerini, rüzgâr hışırtısını unuttuk, şantiye şehirlerde kulağımızdan hiç eksik olmayan suni sesleri kanıksadık. Yönetmen Ceylan Özçelik, Hasret’in sancısı gibi seyirciyi bir farkındalık sancısına yönlendiriyor. Bilmediğimizi değil gözümüzden, kulağımızdan kaçanları fark etmemizi istiyor. Her yere asılmış restorasyon afişleri-reklamları, gözümüzü çevirdiğimiz her yerde yükselen beton yığınları ve onların dinmek bilmeyen zihin bulandırıcı gürültüleri/görüntüleri, unuttuklarımız, yaralarımız, travmalarımız, kurgulanmış ana haber bültenleri ile yaratılan yalanlar silsilesi. Duvarlar sadece Hasret için çok sıcak değil, hepimiz için yanıyor, politik/psikolojik/medyatik her alanda alev almak üzereyiz!

Kaygı filmi içeriği, cesareti, vurgulamaya, hatırlatmaya çalıştıkları ile yazarınız derinden etkileyen bir film iken biçimsel olarak kimi kısımlarda seyri rahatsız edici oldu. Evet, her saniye artan gerilimli atmosferiyle teknik olarak da oldukça başarılı bir film, tıpkı her saniye artan kaygılarımız gibi karanlık. Klostrofobik bir ortamda deliren, paranoyaklaşan Hasret ile hepimiz karanlığın içine çekilirken yine Hasret’le birlikte, cereyan eden tüm seslere hassaslaştık. Ancak ses ve müzik çalışması yönetmenin amacına ve altını çizmek istediklerine hizmet ederken kadraj çalışmalarında bazı sahneler üzerine belki biraz daha çalışılmalıydı. Yarım bırakılmış görüntüler kişisel olarak sorunlu bulduğum sahneler oldu. İç mekânlarda başarılı bulduğum işçilik dış mekânlarda aceleye gelmiş ya da özenilmemiş hissi uyandırdı. Hasret’in köpekle karşılaştığı sahnelerde daha geniş açılı bir görüntüye ihtiyaç duydum. Hasret’in ev içi halleri, Ceylan Özçelik’in ilham aldığı filmler üzerine söyleşisinde dile getirdiği; “Kırk metrekare Almanya Tek mekândaki deli işi kadrajlarıyla seyircisini o evin içine hapseden bir film.” gibi fakat bu noktada aldığı ilhamın hakkını verirken dış çekimlerde seyirci üzerindeki etkisini kaybediyor. Yönetmen, hikâyesindeki ana karakterinin kişisel travması üzerinden ülke tarihimizin en acı, en utanç verici olaylarından birine bizleri yolculuğa çıkarırken linç sahnelerinde bir Fritz Lang/Fury etkisi bekledim, ki 02.07.1993 günü yaşananlara ait arşiv görüntüleri izleyeni dehşete düşürüyor ama Kaygı filminde o dehşeti, kitlesel cinneti, zıvanadan çıkmış vahşeti, korkuyu hissedemedim. Ne katillerin ne de kurbanların zihinlerine giremediğim gibi yanı başlarında dahi yer alamadım. Ve yine kadraj benim için bir sorundu, yarım görüntülerle aceleye gelmiş, üzerine yeteri kadar çalışılmamış hissi verdi.

Son tahlilde, TV dizilerimiz ve çeşitli sabah programlarımız, ana haber bültenlerimiz toplumun zihnini bulandırma işlevini sinsice yerine getirirken elini taşın altına koyan cesur filmlere/sinemacılara bolca ihtiyacımız var. Ceylan Özçelik cesaretiyle ilham veriyor zira tüm zamanların en etkili ve tüm tiranların en korktuğu/korkacağı kitle iletişim aracıdır sinema ve Ceylan Özçelikler büyüdükçe, arttıkça Tek TV’ler kendi bataklıklarında boğulacaklar.

Kaygılı seyirler…

Yazan: Nesrin Yavaş (2017)

Her şeyi unutuyoruz kabuslarımız hariç!

Ceylan Özgün Özçelik‘in yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı filmi Kaygı 12 Mayıs’tan beri sinemalarda gösteriliyor. Ayrıca Hafıza Merkezi iş birliğiyle Kaygı söyleşisi 20 Mayıs 19.00’da Rexx’te!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir