Daha (2017): Bana Bin Vur Bir Say!

Babam bir katil olmasaydı, ben doğmayacaktım…” diye başlar Hakan Günday’ın Daha adlı romanı. “Babam bir katil olmasaydı, annem beni doğururken ölmeyecekti…” ve “Babam bir katil olmasaydı, onun bir katil olduğunu hiç öğrenemeyecektim…” diye devam ederek bize dört-beş sayfada Gazâ’nın dramatik varoluşunu özetler. Gazâ’nın babası Ahad, zamanında, daha birkaç dakika önce acıyarak baktığı zavallı birisini gözünü kırpmadan, acımasızca öldürmüş ve o sayede hayatta kalmıştır. “Ya sen ya o adam yaşayacak” diye bakar hayata Ahad, oğluna da bu felsefesini empoze eder. Günday’ın romanı, bugüne kadar okuduğum en acımasız metinlerden biri. Bu konuda bazı olumsuz tepkiler almış olmasını yadırgadığımı söyleyemem. Ben bayıldım, o başka.

2013 yılında, sinemamıza yeni bir kan takviye edebileceklerini düşündüğüm Ahmet Ümit ve Hakan Günday’ın ne olursa olsun bir şekilde ikna edilip sinemamıza kazandırılmaları gerektiğini yazmıştım. Bu bağlamda, artılarıyla eksileriyle yeni neslin dünyayı algılama biçimini dışa vuran Hakan Günday’ın sinemamıza merhaba demesi en çok beni sevindirdi. Yakın zamanda Müslüm Gürses hakkındaki bir filmin senaryosunu yazmış olmasına da ayrıca sevindim. Evet, Günday’ın birçok eseri acımasız, gaddar hatta büyük ölçüde nihilist tonlar içeriyor ama sonuçta, hem hayatı boyunca okuduğu ilk roman hem de hayatının romanı, Gecenin Sonuna Yolculuk olan bir yazardan başka ne bekleyebiliriz ki? Bardamu’nun daha yerel ve çeşitli versiyonlarını ortaya koyuyor Günday edebiyat yolculuğunda. Gazâ da o karamsar karakterlerden biri. Celine’in Bardamu’su; Fransa, Afrika, Amerika, sürekli hareket hâlindeydi. Günday’ın romanları da mütemadiyen böyle bir hareketlilik/yolculuk ve yer değiştirme içerir. Değişimin, dönüşümün tetikleyicilerinden biridir bu sefaletin, hüsranın daimi yolcusu olma hâli. Aslında Daha romanında Gazâ da yolculuk hâlinde (İstanbul, İngiltere, Pakistan vs.), filmde o kısımlar yok. Bu yazıda sizi detaylara boğmayacağım, o başka bir yazının konusu olsun. Karşımızda iyi bir roman ve iyi bir film var hatta benim geçen sene seyrettiğim en iyi film bu. Ama Onur Saylak’ın uyarlaması (hatta o kadar çok kesmiş ki, “esinlenme” demiş), romandan sadece belirli bölümleri alıyor (mesela Gazâ’nın öğrenim yolculuğunu, büyük şehir deneyimini ve Cuma’nın geldiği topraklara gitme hikâyesini pas geçiyor) ve uzun metrajın süre kısıtı nedeniyle ortaya çıkabilecek muhtemel dağılmayı engelliyor. Başaramadığı şeyler var mı? Az da olsa var.

Sahile yakın tepelik bir yerdeyiz. Denizi gören açıklık bir alan. Burada Ahad (Ahmet Mümtaz Taylan) ve 14 yaşındaki oğlu Gazâ (Hayat Van Eck) yaşıyor. Sadece ikisi. Anne yok. Ahad’ın mesleği insan kaçakçılığı. Ahad, büyükçe bir şebekenin organizasyonundaki bir etaptan sorumlu. Yunan adalarına yakın, Ege’de bir bölgedeler. Ahad, artık hangi koşullar altında ülkelerini terk etmek durumunda kaldılarsa, bir kurtuluş hayali/umudu taşıyan göçmenleri alıyor, kamyona dolduruyor sonra tekneyle karşıya geç(iril)ecekleri güne kadar garaj ve depo olarak kullandıkları bir yerin bodrum katında saklıyor (“misafir ediyor”, demek yanlış olur çünkü yaptığı şey, kısmen eziyet niteliği taşıyor). İşi bu.

Yönetmen Onur Saylak, daha ilk saniyelerden başlayarak baba ve oğul arasındaki zıtlığın altını çizmeye başlıyor. Ülkelerinden kaçmak durumunda kalan göçmenler daha çok bir fon niteliğinde. Onların portrelerine pek odaklanmıyor Saylak, babaya, oğula ve onların hayatını nasıl etkilediklerine odaklanıyor. Gazâ okumak isteyen, çalışkan ve azimli bir çocuk. Eğitime yatkın. Kafası iyi çalışıyor, üstelik hem ezberi kuvvetli hem de çok meraklı ve istekli ama önünde bir engel var: Kendi gibi olmasını ve ondan işini devralmasını isteyen öz babası. Bakmayın siz ara sıra sulu şakalar yaptığına, Ahad, suratında meymenet olmayan, zalim ve çıkarcı biri. Ağzı bozuk, ayrıca alkol sorunu var. Film ilerledikçe daha önce yediği haltların ima edildiği sahneler artıyor. Besbelli katıksız kötü biri. Bir tecavüzcü, bir katil!

Şimdi eğri oturalım, doğru konuşalım. Bizim gibi ülkelerde, alt-orta gelir durumuna mensup bir ailenin oğlu, babasının hayallerinden başka nedir ki? Özellikle belirli bir yaşın üstündeki hemen her oğul, kendi deneyimiyle bunun sağlamasını yapabilir. Ebeveynler, çocuklarının, ahlaken kendileri gibi olmalarını, gelir seviyesi (güç/yetke anlamında) açısından da kendilerinden çok daha iyi durumda olmalarını arzu eder. Bunda şaşılacak bir şey yok. Daha’daki en çarpıcı şey, çok kötü bir adamın, iyi biri olma ihtimali olan oğlunu da kendi gibi yapmak istemekte bir beis görmemesi hatta da daha da kötüsü, aksi ihtimallerin tamamının önünü kendi elleriyle hunharca tıkaması. Seren Yüce’nin “Çoğunluk” (2010) filminde bunun farklı bir varyasyonunu görmüştük aslında. Ama Daha’nın bütün kahramanları (“protagonist”, anlamında kullanıyorum) insan kaçakçısı. Sadece baba-oğul da değil, Jandarma komutanı ya da Dordor ile Harmin de öyle. Zavallı göçmenler ve Gazâ’nın oyun arkadaşları haricinde geri kalan herkes toplumsal ve ahlaki çürümeden nasibini şu ya da bu şekilde almış insanlar. Fahişeler, emniyet yetkilileri, pavyon çalışanları, herkes…

Günday, Saylak ve Doğu Yaşar Akal, Gazâ için hareket ettikçe daha da içine gömüldüğü, Meksika kumunu andıran çıkışsız bir dünya resmediyor. Günday kitabında “Herkesin etrafında bir sınır vardı ve hayatları o sınırın içinde geçiyordu.” diyordu. Gazâ da filmde o sınırı aşmaya çalışıyor ama bir türlü olmuyor, olamıyor. İnsanın boğazına yumruk gibi oturan film, sinemamızın en karanlık ve karamsar filmlerinden biri. Film boyunca Gazâ’nın “su” ve “hava”dan “toprak” ve “ateş”e dönüşmesini içimiz acıyarak seyrediyoruz. Yüzmeyi seven, yüksek bir direğe çıkıp uzakları gözleyen, odasında uçsuz bucaksız yerleri resmeden bir galaksi posterine bakıp uyuyan bu çocuk, toprağından/köklerinden kopmayı başaramıyor ve zamanla kendini de yakan kör bir aleve, bir volkana dönüşüyor. Toprağa gömdükleri de cabası. O nedenle, bence filmin sinemasal anlamda zirvesi ve en önemli kırılma anı, evin önünde yaktığı ateş! O sahnede, babası Ahad da yediği haltın farkında olduğu için sadece oğlunun o birikmiş öfke ve kinini bir irin gibi kusmasını sessizce izlemekle yetiniyor. Şüphesiz, Türk Sinema Tarihi’nin en etkileyici sahnelerinden biri.

Onur Saylak, Daha’nın bir sinema filmi olduğunu bir an bile ihmal etmiyor, hikâyesini, Feza Çaldıran’ın müthiş katkısıyla görsel anlamda güçlendiriyor. Böyle bir çalışmayı sinema perdesinde deneyimlemek ayrıyeten keyifli. Açık alanlarda ve doğada (özellikle ormanda) geniş planlar, kapalı mekânlarda ve tekneye geçiş sahnesi (kaçış) gibi sahnelerde el kamerası ve dinamik bir anlatı tercih ediliyor. Öte yandan, Gazâ’nın Ahra ile sahile indiği sahne ustaca dokunuşlarla bir rüyaymışçasına tasarlanmış. Eğer sahnede dramatik kırılma varsa (cesedi gömme sahnesi, tecavüz sahnesi), renkler soluyor, kamera alçalıyor ve alan daralıyor. Özellikle depodaki bodrum katı (mahzen), ayrı bir dünya olarak resmedilmiş. Âdeta cennetin ortasında bir cehennem. Girişi daracık, oldukça eski, sıkış tepiş bir mekân. Havasız olduğu belli. Ama göçmenler bazen bu cehennemi cennete çeviriyorlar (duvarlara resimler yapıp, şarkı söyleyip dans ederek), Gazâ’daki kaçıp kurtulma güdüsünü tetikleyen şeylerden biri bu oluyor. Filmin tamamına yayılmış olan bu tez-anti tez hâli (baba-oğul, Jandarma komutanının oğlu ile Gazâ, gitmek-kalmak vb.) mavi ve yeşilin tonlarından sarı ve kahverengiye dönüşen renk çalışmasıyla destekleniyor. Özellikle Gazâ’nın çilesini bir mahpushane günlüğüne benzeten kurgu çalışması bir harika.

Daha’da Ahmet Mümtaz Taylan çok güzel oynamış ama kusursuz bir oyun veren aktör, genç yetenek Hayat Van Eck. Van Eck, Gazâ karakteriyle âdeta bütünleşmiş. Rap yaptığı sahnelerde, dayak yedikten sonraki sahnede ve stadyumda komutanın oğlu Ender’e yok yere yumruğu geçirdiğinde karakterindeki dönüşüme jest ve mimikleriyle yaptığı katkı azımsanamaz. Ben kitabı filmden sonra okudum ve okurken Gazâ’yı hep Van Eck olarak hayal ettim. O kadar iyi oynamış.

Gelelim filmle ilgili olumsuz görüşlerime. Önce son söyleyeceğimi ilk başta söyleyeyim, filmin finali kitaptaki birçok detay (Gazâ’nın okumak için İstanbul’a gitmiş olması vs.) verilmediği için inandırıcılığı zedeliyor. Yani Gazâ’nın o denli kötü birine dönüşmüş olması havada kalıyor. Mesela ben olsam, filmi mezar taşının başında üç adamın dikildiği sahnede şak diye keserdim. Orası zaten her şeyi başlı başına anlatan bir final, bir zirve. Oradan sonra Gazâ’nın niye babasından bile daha merhametsiz ve gaddar olduğunu izah eden ilave sahne yok. Ayrıca cankurtaran yelekleri ile ilgili detay daha önce bir karakterin ağzından verildiği için o son sahnenin etkileyiciliğine de ket vurulmuş oluyor. Bir de içime sindiremediğim sahne, Ahad’ın kemerle köpek dövdüğü sahne. O sahne bu hâliyle hikâyeye hizmet etmeyen bir sahneymiş gibi geldi bana.

Onur Saylak’ın ilk uzun metrajlı filmi Daha, hem iyi bir uyarlama hem de sinemasal açıdan son derece olgun ve yetkin bir çalışma. O bilindik büyüme öykülerinin aksine burada âdeta bir canavarın adım adım doğuşuna şahit oluyoruz. Saflığını yitiren, öfke ve kinle yoğrulan bir karakterin çıkışsızlığını ustalıkla resmediyor Saylak. Daha, bu tip netameli anlatılardan uzak durma eğiliminde olan sinemamız için çok önemli bir katkı. Uzun metraj sinemamız bu müthiş filmle birlikte; hem Onur Saylak’ı, hem Hakan Günday’ı hem de hayat Van Eck’i kazandı. Üçüne de “Hoş geldiniz” diyorum. Ama üçünün de işi zor çünkü insanın kariyeri böylesi büyük bir filmden sonra sadece aşağı doğru gidebilir.

Yazar: Ertan Tunç 2018 

Daha

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir