Kartal Tibet ve Ö. Lütfi Mete’ye göre Yeşilçam

Fatma Korkutata imzalı olarak internette 28 Nisan 2008 yılında yayınlanmış bu yazı. Yedi İklim Dergisi’nde de Kartal Tibet ile yapılan röportaj entegre edilmiş yazar tarafından. Ancak hangi sayı ve hangi tarih olduğu belli değil. Yazının uzun girişinden sonra Kartal Tibet söyleşisi başlıyor. Sonra söyleşiye Ömer Lütfi Mete dahil oluyor… Daha sonra yeniden yazarın yazısına dönüşüyor. Oldukça dağınık sunulmuş bir yazı ancak özellikle Kartal Tibet’li kısmı belge niteliğinde. Biz de görsellerle düzenleyerek yazıyı biraz daha farklı bir formata soktuk, bazı tekrar yerleri yazıdan çıkarttık ve Sinematik Söyleşiler Arşivine kattık. İnternet içinde kaybolabilecek bir yazı olduğu için yayınlıyoruz…

Kim bilir hangi mevsimde dile gelmiştir hüzün?.. Belki de sarı solgun meyali, renklerin o en hazin yüzüyle birden gülümseyivermiştir şirin ve bir o kadar edalı penceresinden Yeşilçam bizlere… Özlenen bir Sonbahar’da merhaba deyivermiştir hayatımıza dalışların en içten haliyle dalıp, kimbilir… Görmek istediğimiz haliyle bakarız ya, hani aynaya yansıyan hüznün yüzüne… İşte o misal… Bizse onun, o hüzün dolu yüzünde görmüşüzdür belki; masum bir çocuğun yüreğini, yaşamın zorluğunun yıllarla kurduğu dostluğa şahit olup çizgili yüzlerdeki manasını çoktan kavramışızdır artık… Bu vakit, bu zamanda…

Bir efsane…
Bir Nostaljidir tutturuvermişizdir ki bu inadımız bir hayli yerinde olmuştur; nitekim hep Yeşilçam’dan evimize doğan güneşi izlemekle geçen çocukluğumuz söylemiştir bunu bizlere… O güneş ki, doksan yılı aşkındır, aklımızda kalan o sımsıcak “Nostaljik Kareler”le bize her zaman gülümsemeyi ihmal etmemiştir; kendine has küçük ama yüreği engin penceresinden…

Ve yaşadıkça görüp hak vermişizdir; her ne olursa olsun onsuz hep bir yanımızın yarım kaldığını…

Annemizin marifetli elleriyle yoğurduğu hamurun, soframıza sımsıcak ekmek olarak dönüşü gibi uzun bir bekleyiştir adeta o gelmeyince bekleyişimiz…
O Yeşilçam ki; bir Sezerciğiyle bir Yumurcağıyla çocukluğumuza balıklama dalan… Ve onlarla özlemini duyup birçok şeyin, onlarla tattığımız ilk sevinçlerimiz- onlarla hüzünlendiğimiz zaman zaman… Ve yine mavi boncuklu düşlerimize sarıp sarmaladığımız çocukluğumuzu yaşatmak adına belki de onlarla yaramaz olduk ve galiba bir parça da onlarla ağladık bazan…


Şiir oldu söz oldu, türkü oldu, dert oldu Nostalji… Aşk oldu, keder oldu, sevda olup gönüllere doldu Yeşilçam…
Fakir kızın hıçkırıklarına karışan; gözyaşları-ıstırabına şahit olduğumuzda kaçımız duygulanmayıp da ağlamadık onlarla?
Peki neydi Yeşilçam’daki o büyü? Türk Sineması’ndaki yeri ve bizi bu denli etkilemesinin nedeni? Ona dair tüm sözcüklerin yetersiz kalışı, kelimelerin bir anda nokta oluverip hayata, sevgiye ve aşka dair her ne varsa hepsinin bir anda hayat buluşu…

O, Nostalji, Yeşilçam…

Mazinin tozlu sayfalarını şöyle bir aralamak gerekirse; Türkiye’ye sinema ilk olarak Yıldız Sarayı’ndan giriş yapmıştı. Saray’da yapılan açık hava gösterileriyle başlayan “Türk Sineması” serüveninde şimdiye dek binlerce film çekildi.

Taksimdeki Yeşilçam sokağından kaç efsane insan geçmiş ve nice sinema emektarlarını bünyesinde barındırmıştır kimbilir…

Ve o günler, Kadir Savun, Ayhan Işık, Hüseyin Peyda, Türkan Şoray, Fikret Hakan, Sadri Alışık, Münir Özkul, Hülya Koçyiğit, Hulusi Kentmen, Filiz Akın, Ediz Hun, Cüneyt Arkın, Kartal Tibet gibi usta sinema aktörleri, aktris, yönetmen ve senaristlerini yetiştirip bu çatı altında topladı. Evet, birçoğumuz belki onları karakterleriyle yargılamışızdır-şüphesiz-yanlışı ve doğrularıyla… Kaçımız Erol Taş’ı, Hüseyin Peyda’yı severek izlemişizdir?
Hal böyleyken şöyle bir düşünüyorum da eski filmler o zamanın teknik ve maddi imkânsızlığıyla bu denli gönüllerimizde taht kurmuş ve bu denli yer edinmişken şimdiki teknolojiyle çekilen yeni filmler, inanın hiiiç ama hiç Nostaljinin yerini tutmuyor.

Zeynep Değirmencioğlu’nun rol aldığı “Ayşecik” adlı filmle 1960 yılında “Çocuk Yıldızlı Filmler” dönemi başlarken; 27 Mayıs 1960’tan sonra sinemadaki “Toplumsal Gerçekçilik” akımını yansıtan film, Metin Erksan’ın “Gecelerin Ötesi” oldu.
Dönem dönem uzarken Yeşilçamın kolları, her soluğunda bizleri yaşamıştır adeta bu koca ağaç… Gurbetteyken sıla olmuş, hasret olmuş, özlem olmuştur yüreğimizde…
Tıpkı…
Nejat saydamın yönettiği, Türkan Şoray’lı-Tanju Gürsu’lu ‘Buruk Acı’ unutulur mu? 1969 yılında doğan güneş tam 39 yıldır hiç batmadı. Ülker doktor olmak isteyen ama üvey annesi tarafından bu isteği engellenen bir genç kızdır. Evden kaçan Ülker kaldığı otelde kör bir besteci ile tanışır ve evlenirler ama acılar Ülker’i yeni yaşantısında da bırakmaz.

Türk Sineması’nın sultanı Türkan Şoray’ın o yıllarda sinemadaki rolü unutulur mu?
Gurbet içimde bir ok, herşey bana yabancı / hayat öyle bir han ki, acı içinde hancı..
sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı / hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı…
Unutulur mu güftesi Türkan Şoray, bestesi Teoman Alpay’a ait segâh makamlı Buruk Acı…
Dünya sinemalarıyla karşılaştıramayacağımız kadar kendine has haliyle ara sıra hal-hatır soran özlem dolu milliyetiyle hep gülümseyiverir bize Nostalji bizlere… Öyle bir pınardır ki onun suyundan içen bir daha içmek, hiç kanmayacak şekilde içmek ister. Bizse o an sanki; bambaşka bir dünyanın içinde buluveriyoruz bir anda kendimizi… Yeşilçam’ın dallarına her dokunuşumuzda O’na sımsıkı sarılmak ve o dalı hiç bırakmamak… Bu büyülü nağmelerin notaları, hep o özlenen mısraları çağıldarken şaha geliyordur şimdi ince elenmiş sık dokunmuş duygularımız biryerde…
Alabildiğine turkuaz ve hiç bitmeyecek bir şarkıdır şimdi dinlediğimiz…
Evrenseldir, Yaşamdır Nostalji…

Bir zamanların yakışıklı jönü şimdilerin ise başarılı yönetmeni Kartal Tibet de, bunu savunanlardan biri. Tibet’e göre Nostalji evrenseldir nitekim; “anılar-yaşadıklarımız, onlar her zaman bir yerlerde duran, hafızalarda olandır” sözleri geliyor aklıma usta sanatçının ve o esnada geçmiş zamana dalarcasına benliği Türk Sineması’nın kolejli kızı olarak anılan Filiz Akın’la başrollerini paylaştığı 1968 yapımlı Türker İnanoğlu imzalı ‘İstanbul Tatili’ adlı filmi geçiyor aklımdan…

Bir zamanların yakışıklı jönü şimdilerin başarılı yönetmeni Kartal Tibet, Yedi İklim Dergisi’nden Fatma Korkutata’ya Yeşilçam nostaljisini anlattı.

Asıl amacı bir gazetede foto muhabirliği olan Ali (Kartal Tibet) sokak fotoğrafçılığı yapmaktadır. O günlerde Nilgün (Filiz Akın) adlı bir prenses, babası Katras Sultanı El Haşim’le İstanbul’u ziyarete gelir. Sürekli muhafızlar eşliğinde dolaşmaktan sıkılan Prenses Nilgün kaldıkları saraydan kaçar. Uyuyakaldığı bankta onu bulan Ali, Nilgün’ü evine götürür. Nilgün prenses olduğunu söylese de Ali inanmaz. El Haşim ise kızının kaçırıldığını sanıp polisi ayağa kaldırır. Ali gazetelerden Nilgün’ün prenses olduğunu öğrenir ve resimlerini çekerek gazeteye satıp zengin olmayı düşler. Nilgün evden kaçar ve saraya dönmek ister. Ali ve arkadaşı Yılmaz (Yılmaz Köksal) onu izler. Nilgün saraya dönmez ve Ali ile tüm İstanbul’u dolaşır. Birbirlerine aşık olan gençler, sonunda ayrılmak zorunda kalır. Ali resimleri satmaktan vazgeçer. Baba kız İstanbul’a veda ederken, Nilgün’ün dönüşü nedeni ile bir basın toplantısı yapılır. Ali ve Yılmaz fotoğrafları Nilgün’e verirler. Katras Sultanı’nın yatı yavaş yavaş demir alıp dönüş yolculuğuna başlar ama Ali ve Nilgün’ün sevgisi dalgaların arasında yeni hulyaların habercisidir artık…

Evet, müziğiyle konusuyla duygu yüklü bu şahane filmi hatırlayacak olmalısınız, ben gibi; Nostalji sevdalısıysanız… Tibet de Nostalji’den bahsederken kim bilir usta oyuncunun ise hangi karesi canlanmıştır hatıralarında Yeşilçam’ın…

Müziğin ritminde yaşamak…
Ve, ve ekliyor bir zamanların yakışıklı jönü o en gönülden gelen gülümsemesiyle; “Yaşam olduğu sürece de Nostalji bitmeyecek, hak ettiği tavrıyla bizlere hepp gülümseyecektir.
Tarık Akan, Cüneyt Arkın, Kadir İnanır… Bunlar öyle ki müziğin ritmini doğurup o ritimde 30 yıl sonra dahi onlar için de Nostalji olacaktır.

Evet, Yeşilçam’ın dallarını oluşturan bu kutsal insanların da kişiliğiyle bambaşka olduğuna da şöyle değiniyor usta yönetmen Kartal Tibet: “Saygın durumlar var, olanca saygınlığıyla bu değerli oyuncular; özel hayatıyla değil halkın gönlünde kurduğu tahtla yer edindi. Böylece seyirci onları evine buyur etti ve birer kahraman oldular

METE: ‘HER OYUNCU SANATÇI DEĞİLDİR’

Kartal Tibet Yeşilçam efsanesinden böyle söz ederken başarılı senarist Ömer Lütfi Mete ise ilkin sanatçının niteliği-öneminden, her daim sanatın tanımında anlaşmanın zorluğundan bahsederek hayatı boyunca aksiyon dizisinde oynamış, bir tane sanat ürününde oynamamış adama sanatçı denildiğinden ama aslında burada durmamız gerektiğinden bahsederek; “ Peki nasıl sanatçı olur? Her oyuncu, sanatçı değildir; her iyi rejisör, teknik olarak mükemmel rejisör olamaz. Sanatçı işi içerisinde lirik bir derinlik oluşturabilendir.” Şeklinde sanatçının özelliklerinden bahsediyor. Nostaljinin ise bir sanat eserine bambaşka bir ruh kazandırdığını şu cümleleriyle anlatıyor Mete; “Bir sanatçı kendi geçmişinden gözlemlerine dayalı olarak bir öykü alır, yaşanmış bir öykü de olabilir ya da kurguda olabilir… Lakin çevresini kendi geçmişinden alır. İşte o geçmişe Nostaljik baktığı için bir kere ruhu vardır. Niye? Çünkü duygusunu katmıştır. Mesela sinema lirik bir insanın geçmişi hatırlayışı. Müthiş bir film ama neyi yapmış? Kendi çocukluğu nasıl aklında kalmışsa, öylece çok güzel bir zamanı paketleyip bize sunmuş. Onun için böyle, geçmişten insanın hayalinde sakladığı bir anlatı benim hoşuma gidiyor. Bu gibi sıcak zamanları nakleden, günümüze yakın dünü anlatan filmler, hoşuma gidiyor.
diyor ünlü senarist… Tabi burada son zamanlarda Mete ise, Nostaljik filmlerin o dönem yapımcıların elinde bir pazar oluşturduğunu ve böyle bir pazardan yapımcıların gelir elde e tmek için aynı hikayeleri dönüp dolaştırıp başka oyuncularla ufak tefek değiştirerek, sayısız kere çektiklerini ifade ederek ve bir parça da sitem ederek; buna rağmen yapımcılar dışında oyuncuların ve yönetmenlerin gerçekten Türkiye’de öyle ya da böyle bir sinema sektörünün canlı olarak devam etmesini sağladıklarından bahsediyor ve ekliyor: “Hakikaten yetenekli insanlar da yetişti, bu manada Yeşilçam emekçilerine saygısızlık etmek istemiyorum.”
Nostalji demişken sinemanın büyüsünden bahsetmemek olmaz.
Sinemanın büyüsüne inananların sayısı ise gün geçtikçe arttı. Tibet de bunlardan biri, öyle ki;
“Sinemada insanı büyüleyen ortam 2 yolla kitlelere ulaşır.

1- Sinemanın illüzyonu-büyüsü (kendisi )

2- Biz, Türk Filmi yapıyoruz.

Evet, bizim yaptığımız film bünyesindeki büyüyle gideceği yeri o kadar güzel bir şekilde buluyor ki halk kendinden olan, onunla beraber yaşayan, onu anlatan onu konuşan bu büyüyü alıyor ve bırakmıyor artık. Kısacası bu, halka yakın geliyor.” diyor ünlü yönetmen.

Tanju Gürsu (filmlerin bıçkın delikanlısı), Engin Çağlar ( salon filmlerinin romantik jönü), Muzaffer Tema (Yeşilçam’ın ilk romantik jönü) ve Kartal Tibet ( Karaoğlan’dan Tarkan’a) … Unutulmayan ölümsüz kahramanlarıyla Yeşilçam’dan geçerken işte bu özellikleriyle, yaşayan oyuncuların, aktör-aktristin günümüzde mevcut olup olmadığına, Yeşilçam’ın o unutulmaz yüzlerinin üstlendiği-simgelediği rolleriyle günümüz oyunculara yönelik; o insanların o dönem hayatımızda yer edinip o özellikleriyle halkın beğenisini kazandığına, hayatımızda özdeşleştirdiğimiz özellikleriyle yer edindiğine değiniyor Kartal Tibet. O dönem star olup şimdi hala star olan oyuncularımızdan söz ediyor ve akabinde şöyle diyor usta yönetmen: “Bir Kemal Sunal, bir Cüneyt Arkın, bir İzzet Günay, bir Öztürk Serengil, bir Ayhan Işık… Bunlar bir defa geldiler. Bunların yerini başka oyuncular alabilir mi?

KAHRAMANLAR HER ZAMAN SEVİLİR

Ve ekliyor başarılı yönetmen; ”Son dönem oyuncularına baktığımızda Kadir İnanır, Tarık Akan… Bunlar geldiler, o dönem büyük bir izleyici kitlesine sahip olmuş ve kendilerini kanıtlamış oyuncular olarak da halkın beğenisini kazanarak adından söz ettirdiler yıllarca. Gönüllerde kurduğu tahtlarla o dönem de stardılar ve hala da starlar. Bir Şener Şen, bir Haluk Bilginer ki Haluk Bilginer’in başarısı yaptıkları inkar edilemeyecek kadar güzel. Bunlar büyük birer starlar. Bu neye işarettir biliyor musunuz? Kahramanların gücü değişir, çeşitlilik gösterir, attığı imzalarla başarılarla daha başka görünür buna karşılık halk, her zaman kahramanını bulur. Bir Kurtlar Vadisi ne kadar sevildi…”

Günümüzde oynayan değil yaşayan denilebilecek aktör-aktris olup olmayacağına ise Mete, “Ben, yaşayan aktör yada aktris değil, oynayan bir aktör yada aktris isterim. Oynayacaksınız ve oraya bir imza koyacaksınız. Bu işe son derece ciddi, profesyonelce yaklaşılması şart. Oyuncunun işini aşkla yapması lazım. Mesela Kenan İmirzalıoğlu Deli Yürek’te oynadı. Hadi bakalım: ‘Ama ben hep Yusuf Miroğlu’yum, başka türlü algılamayın beni’ der mi? Demez ama oyuncu orada hakikaten gördü. Benim sevgili kardeşim, dostum Kenan’ın sinema filminde de, daha sonraki işinde de iyi bir oyuncu olduğunu herkes gördü.” sözleriyle açıklık getiriyor.

Evet, ustalara göre Türk Sineması, Yeşilçam ve sanatçının özellikleri böyleyken Türk Filmleri’nin unutulmamasının ve sürekli izlenmesinin sebeplerinden birkaçı da Toplumun gündelik hayatına hitap etmesi, insanların kendilerini o filmlerdeki karakterlerle özdeşleştirmesi, oyuncuların müthiş kabiliyetleri, izleyenlerde derin izler bırakması, ezilen insanlara hitap etmeleridir şüphesiz… Bunun yanı sıra 1980’lerin Türk Sineması’na şöyle bir bakarsak; Kemal Sunal’ın Davaro filmini izleyen bir daha unutamaz onu çünkü; orada toplumsal bir yara kan davası işlenmiştir. Ünlü ustanın son zamanlarındaki filmleri ise eski filmlerine oranla pek hatırlanmaz. Nitekim biz onu Hababam’ı ile Salako’su ile öylesine benimsemişiz ki… Şimdilerde ise toplumda yaşanılanları şimdiki Türk Sineması Yeşilçam’a oranla, çok sert ve mekanik aktarıyor. Tamam, o filmlerde de şimdiki gibi yaşanılan elbette birtakım olumsuzluklar vardı ama yaşam; günümüz bazı filmleri gibi somut ve çirkin aktarılmamıştı kanımca.

SAFA ÖNAL, GUİNNESS’E GİRDİ

Evet, Yeşilçam efsanesinin başladığı yerdeki yolculuğumuzun bugünlük sonuna geldik. Tablo bu şekilde çizilmişken vaktiyle, “Nerde O Eski Türk Filmleri” demekten kendimizi alamayacak hale geldiğimize inanıyorum. İlkin açık hava sinemasında izlenime girip doyamadığımız Yeşilçam klasiklerinin yerini ise şimdilerde her ne kadar kablolu –uydu yayını yapan özel kanallar almaya çalışsa da hiçbirinin o Nostaljik filmlere değişilmeyeceği kanısındadır bu efsaneye sevdalanan gönüllerimiz şimdi…Öyle ki Türk Sineması’nın emektar senaristlerinden Safa Önal’ın filme çekilmiş 395 senaryosu, dünyanın en ilgi çekici rekorlarının yer aldığı Guinness Rekorlar Kitabı tarafından bir dünya rekoru olarak tescil edilmesi bile bu koca çamın sadece bir dalına örnek. Safa Önal, 55 yılı aşkındır Türk Sineması için hiç durmadan çalışarak zevkle ve neşeyle yaptığı koca bir abide. Bu sinema sevdasının ne harikalar yarattığına şaşmamak ve bu başarıyı taktir etmemek elde değil.
Memduh Ün’ü ile Osman F. Seden’i ile Safa Önal’ı ile Orhan Elmas’ı ile Yeşilçam efsanesini yaratan kahramanlardan biz gençlere çok büyük ve değerli bir miras kaldı.
Nitekim,
Hayattır nostalji, her soluk alıp-verişimizde O’na dolduğumuz…

Bazan da meyalinin canlanışıydı mazimizin / Sevgiliye son bir sitemdi, sadece bir sitem…
Beki de yanındayken bile onu özlemekti Nostalji / Ve saatleri bir ömür geriye almaktı vakti gelmişken…

Umutların tükenmemesiydi belki bir akşam üstü otururken kimsesiz bir bankta,
Hayallerin hiçbirine ipotek koymadan…
Öylece dalmaktı uzaklara…

Dolmaktı, taşmaktı, hüznünü sığdıramamaktı koca kente…
Ve gün gelip de derinden bir ahhhh çekerken bile!!!
Aldırmamaktı hayata…

Kaybolmak, evet O’nda kaybolmaktı belki de. Tarih kadar eski olan acılarımıza sığmayarak…
Ama her ne olursa olsun sağlam, daha bir sağlam basmaktı adımlarını hayata…
Ve gün gelir de birgün dolu-dizgin asi ve mai hüznüne doğmaktı bir şafak vakti duygular alıp başını gitmişken bilinmezliğe…

Gerçek sevdaların, yaşanmış bir hüznün ve öylesine bir ömrün duyguları,
Zamana sığdıramadığımız,
Kocaman bir ömür işte…

Fatma Korkutata (Yedi İklim Dergisi )

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir