Gri Bir Film: Kemal Sunal – Öğretmen (1988)

70’li yıllardan bu yana Kemal Sunal‘ın filmleri ekseri üstü kapalı olarak halka sosyal “mesaj”lar verir… Lakin Öğretmen filmi Sunal’ın kariyer ve sanat hayatında mesajın da üstüne çıkarak adeta bir tellal nidasıyla milletinin sorunlarını haykırdığı yegane filmlerinden biri olarak şüphesiz Türk sinema tarihinde yerini almıştır. Filmin senaryosunu, Kemal Sunal filmlerinin ayrı ayrı mimarlıklarını üstlenen İhsan Yüce, Memduh Ün ve Kartal Tibet beraber üstlenmişlerdir. Haliyle ortaya “Kemal Sunal Sineması“nın önemli işlerinden biri çıkmıştır. Bu film deyim yerindeyse güçlü elementlerin kararınca karışımından oluşan tesirli bir sentezdir. İçerisinde komedi vardır, trajedi mevcuttur bazı durumlarda saydığımız iki unsur karıştırılıp ortaya dram da sunulmuştur… Bu sebeplerden ötürü bu filme müsaadenizle gri film demek istiyorum. Evet evet… Bu film ne siyah ne de beyaz… Tamamen gri!

Öğretmen 1988Filmin ilk dakikalarına intikal edelim isterseniz… Makam arabaları tozlu topraklı yollardan geçerek bir köy okulunun önünde dururlar. Okulun duvarında öyle bir yazı yer alır ki oyuncular bir anda silinir ekrandan… Gözler Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün: “İlköğretim eğitimin temel taşıdır.” sözüne takılır haliyle…

O birkaç saniye düşündürür insanı… İnsanın şahsiyetini yoğuran ve onu toplumun menfaatlerine yönlendiren dönem şüphesiz ki ilköğretimdir… Çünkü insan yaratılış itibariyle doğrudur, dürüsttür, merak sahibidir dolayısıyla sorgulayıcıdır. Ve hatta enerjiktir. İşte bu mühim hasletler doğru kişiler ve kurumlar tarafından eğitilip terbiye edilmezse o zaman vay toplumumuzun haline… Neyse sözü uzatmayalım. Türk’ün atası yanılmaz zaten… Bu makam araçlarından inen kelli felli abilerimiz okul müdürü ve sınıf öğretmeni tarafından hürmetle karşılanır. Akabinde andımızı okuyan öğrencileri beklerler ve okul kürsüsüne ev sahibi müdür çıkar. Ardından öğrencilere Milli Eğitim Müdürü‘nü takdim eder…

Müdür: “Üstün başarı gösteren okulumuz beşinci sınıf öğrencilerini ve bu başarıda payı olan Hüsnü öğretmeni candan kutlarım” der ve öğrencilerden alkış kıyameti kopar. Akabinde müdür sözü uzatmadan mikrofonu kaymakama bırakır: Sayın Hacımercan Köyü İlkokulu müdür, öğretmen ve öğrencileri hepinizi candan selamlar ve bu yıl gösterdiğiniz üstün başarıyı önümüzdeki yıllarda da tekrarlamanızı  temenni ederim. Yılın en başarılısı seçilen Hüsnü öğretmeninizi de kutlar kendisinin bir üst dereceye terfiyen İstanbul’a atandığını ve bir maaş ikramiyeyle taltif edildiğini bildiririm. Sanırım sizlerden ve bu köyden ayrılmak onu da üzüyor. Ama napalım görev bu… Bundan sonraki görevlerinde de aynı başarıyı sürdürmesini temenni ederim… der ve Hüsnü öğretmeni (Kemal Sunal) kürsüye davet eder.

Bunun üzerine kürsüye çıkan Hüsnü öğretmen bir teşekkür konuşması yapar… Tam da bu saniyede arka fonda Cahit Berkay‘ın harika melodisi, ruhumuza seslenen özgün müziği, yüreklere dokuna dokuna çalar… Film şimdi başlıyor… Hüsnü öğretmenin ailesi artık sevinç içindedir. Onlar taşı toprağı altın, mavi denizli, deyim yerindeyse böyük şehir İstanbul’a gideceklerdir…

Hüsnü öğretmen ev bulmak maksadıyla, ailesini köyde bırakıp yollara koyulur. Gelir iki yakalı, dar boğazlı İstanbul’a… Önce çalışacağı okulunu bulur. Akabinde müdürün yanına varır. Müdür, Hüsnü’ye İstanbul’da ikamet etmek için semt bulup bulmadığını sorar. Kendisinin kira fiyatları ucuz olduğu için Pendik’te oturduğunu dile getirir. Kulağa ilk su kaçmıştır artık… Demek ki kira fiyatları pahalı… Ayrılır ordan Hüsnü öğretmen. Koridorda saçları dökülmüş bıyıklı ve içten görünümlü bir hademeyle (Selahattin Fırat) rastlaşır, ona civar bölgelerdeki kiralık evleri sorar. Hademe evlerin 600 dolardan başladığını söyler. Köydeki evinin kaç katıdır bu fiyat bilemiyorum. (Filmin başlarında köydeki evi için aylık 25 bin lira kira verdiğini biliyoruz.) O günün dolar kurundan da ayrıca hesaplamak lazım… Anlaşılan baya pahalı… Hizmetli daha makul kira ücretleri olan evler için Okmeydanı civarını tavsiye eder. Bir iki gözlü odayı biraz da fedakarlıkla 30-40 bine bulabileceğini söyler. Akabinde Hüsnü öğretmen okuldan bir umutla çıkar. Ve hademeden arifçe bir yorum gelir: Bunların hali benimkinden beter… Ben hademeyim. Ne iş olsa yaparım. Ama onlar… “Öğretmen” diye bir sıfatları var… Hayat boyu üç kuruş maaş alır dururlar… deyip hayıflanır.

Ne kadar da doğrudur… Kahramanımız Hüsnü öğretmene dönelim isterseniz… Vakit kaybetmeden emlakçıya gider. Emlakçı aylık 50 bin lira kira ücreti olan ve tepenin ardını geçtikten sonra iki sokak ileride bir yere konumlu müstakil(!) eve götürür Hüsnü öğretmeni. İstanbul’un öteki yüzü gözükmüştür artık Hüsnü’nün idealist gözlerine… Ev biraz hatta baya eskidir. Ayrıca kutu gibi de ufaktır… İşte bu sırada Hüsnü öğretmen ile emlakçı arasında kanaatimce harikulade dolu bir diyalog geçer:

Hüsnü: Elektrik saati açık mı?
Emlakçı: Açtırıp da ne yapacaksın? Para mı vereceksin elektiriğe? Bi kanca atarsın direğe tamam.
Hüsnü: Yani kaçak. Elektrikçiler farkına varmaz mı?
Emlakçı: Onlar farkına varıncaya kadar Allah kerim…
Hüsnü: Desene burada da işimiz Allah’a kaldı…

Öğretmen

Tarih boyunca zenginler işini sebeplere yapışıp profesyonelce yaparken garibanlar işlerini Allah’a emanet etmiştir ve doğal olarak miskinleşmişlerdir. Belki de kasıtlı olarak miskinleştirilmişlerdir? Şunu da belirtelim: Hakiki manadaki İslam inancında, şöyle bir mesele var… Allah sebeplere yapışmayanı ve çalışmayanı katiyen sevmez, kesinlikle de bu tarz kişileri mükafatlandırmaz… Fen bilimleri zaten sebeplere yapışmayanı yok sayar. Üstelik hayatta da barındırmaz… Velhasıl o işler o kadar kolay değil… Hüsnü öğretmen ne yapsın? Para yoksa, güç de yok bu dünyada. Mecburen tutar evi. Bir sonraki sahnede artık aile toplanmış, derme çatma bir nakliye aracıyla yeni evlerine doğru umutla yol almaktadır. Yollar tozlu topraklı köy yollarına ne kadar da benzemektedir… Yolculuk esnasında,

Hüsnü öğretmenin kızı: Evimiz bu mahallede mi baba?
Hüsnü: Evet.
Oğlu: Baba İstanbul burası mı?
Hüsnü: Evet oğlum.
Oğlu: Bu ne biçim İstanbul bizim köy daha güzeldi.
Hüsnü: Galiba haklısın…

Çocuktan al haberi! Bazen büyüklerin söyleyemediği, içlerinde hapsettiği o itiraflar ve serzenişleri çocuklar hesapsız kitapsız haykırır. İyi ki onlar var! Yoksa nasıl sorgulayacaktık hayatı? Bu eğitim ve hayat sisteminde çocuk gibi dürüst kalmak hiç de kolay değil maalesef… Diyelim ki kaldık. Ne mi olur? Dokuz köyden kovuluruz mazallah… Sözü uzatmayalım. Artık eve yerleşilmiştir. Çocuklar okullarına, kadın evinin içine, Hüsnü’de görev yerine doğru uzun bir  yola koyulur. Hüsnü, yürüyerek tepeyi aşar oradan bir minübüse biner sonra minübüsten inip belediye otobüsüne atlar. Biter mi? Bitmez! Burası İstanbul… Tekrar bir belediye otobüsü daha… Allah’a şükürler olsun ki Hüsnü üstün çaba ve gayretlerle okula güç bela yetişmiştir… Andımızın yarısı okunmuştur ama o kadar da olur yani! Hoş karşılayalım… Andımız biter, öğrenciler sınıflarına doğru yola koyulur. Bu esnada Müdür bey, Hüsnü öğretmeninin 4/A sınıfının öğretmeni olduğunu bildirir kendisine. 4/A‘yı ve Hüsnü öğretmeni büyük bir sınav beklemektedir…

Ne zaman mı? Daha erken canım, bi soluklanalım… Hüsnü öğretmen, müdürle beraber sınıfa girer. Müdür, Hüsnü öğretmeni sınıfa tanıtır ve çıkar. Hüsnü, öğrencilere kısa bi tanışıklık verir… Ve yavaş yavaş sınıfın içerisinde yürür. Artık pozitif enerjisi talebelere sirayet etmiştir. Hafiften sınıfı test etmek ister. Nasıl mı? Sınıftan toraman bir öğrenciyi kaldırır ve matematik soruları sormaya başlar. Pardon ekonomi soruları… Soruları toraman öğrenci çözemese de pek tabii sınıftan çözenler vardır… Her sınıfta olduğu gibi…

Hüsnü: Günde 1200 lira yol parası veren bir memur 1 ayda ne kadar yol parası verir?
Sonuç 36 bin.
Hüsnü: Şimdi 50 bin de kirayı ekleyin.
Sonuç 86 bin.
Hüsnü: Aylık maaşı 141 bin lira olan bir memur ailesinin elinde yemek,giyim,çocuk bakımı ve diğer giderler için ne kadar kalır?
Sonuç 55 bin.
Hüsnü: (İçinden konuşur)55 bin lira ha! Günde adam başı bir ekmek yesek 800 lira ekmek… Ayda 24 bin lirası da ekmeğe gider. Kaldı 31 bin lira…(Güler) Bozdur bozdur harca der… Habersizdir İstanbul pahalılığından…

İlerleyen sahnede ders biter, Hüsnü öğretmenler odasına doğru yol alır. Öğretmenler odasında bir uyuyan bir de şarkılara nota ayarlayan hoca görür. Başka bir öğretmenden -daha sonra müdür muavini olduğunu da öğreniyoruz- öğretmenlerin hepsinin ek iş yaptığını öğrenir. Ancak hala tam olarak idrak edemez bu büyük şehri… İnsanoğlu bela, musibet ve benzeri mevzular kendi başına gelmediği müddetçe gözünün önündeki insanların halini anlayamıyor maalesef. Senaryo bu açıdan bakıldığında çok gerçekçi. Hem Türkiye sosyolojisine uygun hem de zorlama değil. Ayrıca kişiler gayet gri bir renkle kaleme alınmış. Keşke gri olan biz insanlar her mevzuya sadece siyah ve de sadece beyaz bakmasak!

Hüsnü öğretmen zeki bir insandır. Daha doğrusu akıllı. Doğruyu, yanlışı ve de makul olanı seçen bir tip izlenimi verir seyircilere. Misal gurbete çıkmıştır; lakin öğrencilerine o izlenimi mümkün olduğunca vermez. Ancak onların bilgilerinden faydalanmayı da bilir. Önümüzdeki sahnede bunu görüyoruz. Ders kompozisyondur. Ve Hüsnü öğretmen öğrencilerinden “kentteki ulaşım sorununu” yazmalarını ister. Bu sahnede öğretmenliğin harika bir meslek olduğunu farklı bir yönden görmüş oluyoruz. Bir soru soruyorsunuz otuz farklı cevap! Otuz farklı bakış açısını tanıma fırsatı… Kanaatimce harika bi durum! Bendeniz bu mesele üzerinde dururken sınıfta da bir öğrenci esniyor. Hadi bir kereyi anlarız da kardeşim sürekli esniyor! Çocuğu görünce Hüsnü öğretmen de duramıyor, esniyor…

Evet filmde birkaç kez daha karşılaşacağımız bu ve benzeri durumlarda Kemal Sunal filme tebessümlü renkler katmakta. Dedik ya bu film gri! Aynen öyle… Hüsnü öğretmen bazen üzüyor bazen güldürüyor. İnsan da zaten öyle değil midir? Evet evet… İnsan bir güler bir ağlar. Bu film gerçek manada realizm kokuyor. Esneyen çocukta kalmıştık. Öğretmeninin dikkatini çeker artık. Hüsnü öğretmen merak eder, ismini bilmediğimiz esneyen çocuğu takibe alır. Bir süre sonra çocuk bir apartmana girer. İki dakika sonra da elinde üstü örtülü bir tepsiyle dışarı çıkar… Takip devam etmektedir. Çocuk caddedeki lokantaya doğru yönelir, içeri girmek için garsonla konuşur ve garsondan ceviz satmak için müsaade ister… Hüsnü öğretmen öğrenciyi izledikten sonra lokantaya girer ve bi bira söyler. Garsonun “Yanında bir şey alır mısın?” sorusuna “Taze ceviz.” cevabını vererek, öğrencisini kırmadan yanına çağırır… Naiftir.

Hasan (ismini birazdan öğreneceğiz): Öğretmenim!
Hüsnü: Korkma Hasan… Şu vitamin deposundan bize de ver! Aferin çok beğendim… Hem çalışıp hem okuyorsun. Otur bakalım karşıma.
der ve karşılıklı dertleşme başlar…
Hüsnü: Baban ne iş yapıyor Hasan?
Hasan: Kapıcı öğretmenim.
Hüsnü: Anladım. Sen de babana yük olmamak için çalışıp okul masrafını çıkarıyorsun de mi?
Hasan: Evet öğretmenim…

Hüsnü, Hasan’ın bu işi nasıl yaptığını öğrenmek ister, maaşının yetmediğini, ek iş yapmak istediğini de dürüstçe dile getirir. Dedik ya akıllı biri. Öğrenmeye açık! Aslında bunlar küçük dokunuşlar lakin malumunuz her baharda bir çiçekle başlar. Hüsnü, Hasan’ın makul tavsiyesi üzerine kabuklu cevizleri alır. (Çünkü daha karlıdır.) Ailesiyle başlar kırmaya… Lakin o iş de olmaz. Kavga çıkar sermaye murdar olur… Kavgayı şöyle özetleyebilirim: Filler tepişmiştir ve çimen ezilmiştir. Denemek başarıdır, denememek başarısızlık. Sonuç? O, girişimden sonra gelir… Hüsnü öğretmen bu felsefeyle dünyaya bakar… Şimdi de Hasan’ın ikinci tavsiyesi hayata geçirilir. Simit satmak! Okul çıkışı,akşam simidi satmaya başlar Hüsnü öğretmen. Derken harika bi sosyopsikolojik sahne ile karşı karşıyayız! Aman Allah’ım, zabıtalar gelir! Memur memurdan kaçar. Burası ayrı trajikomik. Tam da bu esnada Hüsnü derin bir çukura düşer! Bu da gol değildir! Ne zaman bitecek bu talihsizlik..? Bakıp, göreceğiz…

Okula dönelim… Beslenme saati. Öğrenciler arasında yetişkinvari bir muhabbet geçer. Öğretmenler günü yaklaşmıştır artık. Her beyin ayrı bir tavsiyede bulunur: dolma kalem,çiçek vs. Derken öğretmenin durumunu bilen Hasan, öğretmenlerinin köyden geldiği için şehir hayatına uyum sağlayamadığını arkadaşlarına belirtir. Ve ona sınıfça erzak hediye etme teklifinde bulunur… Tüm sınıf kabul eder bu teklifi. Gönülleri temizdir çünkü… Ayrıca film incelemesi boyunca olabildiğince sustum ancak bu kadar mühim bir rolde bu çocuğun seçilmesini açıkçası biraz yadırgadım. Dramatik yönü ağır basan ve mimiklerini daha tesirli kullanabilen birinin olmasını isterdim… Filmin ağırlığına daha yakışan biri olsaydı keşke… Bu arada dersler biter. Öğrenciler ve öğretmenler teker teker yuvalarına dağılır. Artık herkesin kendi kapısının ardındaki bilinmez hayatı başlar… Hüsnü ile eşi de kendi kapılarının ardındaki iki olgun sırdaştır. Ne yazık ki durum vahimdir. Ekonomik sorunlar gönülde saklanılamayacak kadar büyük olmuştur artık…

Hüsnü’nün eşi:Yarabbim ne suç işledik de bizi ceza olarak buraya attılar?

Hüsnü:Suçumuz iyiyi doğruyu yapıp göze girmek. Şimdi gerçek bi suç işlememiz lazım ki bizi tekrar köye tayin etsinler! diyerek patlatır repliği…

Ne kadar da haklı bir iğnelemedir bu söz… Başlar ayak, ayaklar baş olmuştur… İyinin mükafatı kentte boğulmak; kötünün mükafatı köyde refah içinde yaşamak… Suç kimde? Onu bilemiyoruz; lakin o günün şartları düşünüldüğünde durum gerçekten de böyle… Evet bu anda,bu saniyede her evin ardında başka muhabbetler dolanır. Neler konuşulur bilinmez. Ancak Kartal Tibet aracılığıyla gözümüze öğrencilerin bir kısmının evinin ardındaki muhabbetler de gösterilir. Ailelerine, öğretmenler günü için Hüsnü öğretmene yapmak istedikleri inceliği usülünce anlatır iyi niyetli talebeler. Bu durumu anlayışla karşılayan veliler olduğu gibi yemek masasında eti eksilmeyen duyarsız velilerde yok değildir. Dedik ya film gri! Senarist üstünkörü bir kesime iyi diğer kesime kötü damgası vurmuyor… Her kesimden her türlü karakterde insanın olabileceğini ısrarla belirtiyor. Hatta bununla da yetinmiyor her karakteri de tamamen ciddi veya tamamen laçka yapmıyor… Her şey hayattaki gibi anlayacağınız:karmaşık… Bu arada velilerden biri gazeteci (Ferdi Akarnur). Haliyle bu paylaşımcı olayı ve bir eğitim elçisinin vahim durumunu haber yapmak istiyor. Tozlu topraklı yollara kendisi gibi bir veli ve öğrenci Hasan ile koyuluyorlar. Yola gazeteci veliyle çıkan diğer velimiz yolda tozu, toprağı ve de sefaleti görünce ciddi manada şaşırır. Hatta bu duruma inanamadığını yanındakilere açıkça söyler. Ancak yanlarında bulunan Hasan yolun doğru olduğunu, öğretmenlerinin dün akşam yürüye yürüye eve geldiğini kendisinin de onu takip ettiğini dile getirir… Bu sahnede şu sosyolojik tespiti yapabiliriz: Bizzat görmeden anlaşılmaz bazı dertler… Mazallah ekmek yoksa pasta yesinler gafletine düşmemek için bilmek gerek her çevreyi… Sinema toplum yararına kullanıldığında ve ehil insanlar tarafından yönlendirildiğinde insanların sosyolojik ve psikolojik durumlarını seyirciye daha doğrusu alıcıya ulaştıran mühim bir vasıta! Koca koca kitaplardaki sayfalar dolusu anlatılan bir sosyo-kültürel meseleyi birkaç sahnede anlatmak mümkün… Bu nedenle, toplumsal sinemayı, mühim yerlerinin altı çizilmiş faydalı bir kitap gibi görebiliriz. Hem anlaması da daha kolay..!

En iyisi filme geri dönelim… Öğrencilerin imece usulü verdikleri erzak artık tükenmeye başlamıştır. Bu sırada birçok işte çalışır Hüsnü öğretmen. Turistlere oyuncak benzeri sultan cariyeleri satar yeri gelir kazak satar… Tam da kazak sattığı bir sırada belalıları zabıtalar gelir! Tüm işportacı camiaya anında topuk! Aman dikkat! Kaçan esnaflardan bir çocuk belirir. Simitçi bir çocuk… Bu defa babasına yardım için çalışan talebesi Hasan değildir. Bizzat kendi oğludur! Haliyle bu durum onda şok tesiri yaşatır. Acaba ailesine yetememekte midir?  Sunal dram kabiliyetini filmdeki oğlunun çalışmasına içerlerken bangır bangır gösterir… Sigarayı dertle çeker usta… Sadri Alışık kadar dertlidir diyeyim de daha net anlaşılsın… Tabii olarak bu duruma kayıtsız kalmaz ev halkı. Anne terzilik yapmaya başlar; oğul da babasının izniyle tamirciye çırak gider. Ekonomik küflet paylaşılmaya başlanmıştır ancak yaşanan tahribatlar Hüsnü üzerinde psikolojik yansımalara sebep olur. Anlaşılan iş işten geçmiştir. Hüsnü rüyalarında pardon kabuslarında esnaflık yapar. Üstelik bu kabuslarda hafta içi her gün haşır neşir olduğu sınıfını da zil çalan zabıtalar ordusu olarak görür. Korkar,daralır ve “Eyvah basıldık!” diye zıplar yatağından! Yatak odasında bir yere saklanır… Korkuyla eşine “Gittiler mi!” diye soru sorar. Çocuklar da sesleri duyup gelmiştir… Onlar cevap veremeyince tekrar sinirlenerek “gittiler mi!” der…Yani mesele herhangi bi kabus kadar basit değildir. Deyim yerindeyse travmatiktir. Eşi hüzünlü bir halde: Yarın biz de bi doktora gidelim Hüsnü. Senin halini hiç iyi görmüyorum… der. Lakin tedavi olmayı dahi kabul etmez Hüsnü öğretmen. Zira fedakardır. Ailesini rahat ettirmek içim ev almak ister. Kendini değil ailesini düşünür… Babadır. Sonunda ailesine tamamen kendilerinin olduğu bir yuva armağan etmek için o yıllarda pek yaygın olan kooperatiflerin birine girer. Ancak anlaştığı şirket ne yazık ki dolandırıcıdır. Bu da gol değil! Artan ofsaytlar yüzünden Hüsnü’de psikososyal sıkıntılar artarak devam eder.

Düşünün, ailece yolda yürürlerken zabıta görür. Kızını kaptığı gibi kaçar! Zabıta artık onun hayatının peşindedir… Burada Hüsnü’nün eşini oynayan Selma Sonat‘a değinmezsek olmaz. Ev hanımı rolünü layıkıyla sırtlamıştır… Ancak film Kemal Sunal eksenli olduğu için derin karakterli bir rolü oynayamamıştır Sonat… Şahsen Hüsnü  öğretmenin eşi rolü biraz daha derin işlense, filmin tesirinin bugünkünden çok olacağına inanıyorum.

Zaman geçer… Kimileri için ızdırap kimileri için ise sefa olan yaz tatili biter. Dersler başlar… Eee Hüsnü öğretmen doğal olarak öğrencilerine yaz tatillerini soracak… Hemen derse girmek olmaz.

Hüsnü: İçinizde tatilde başka bir yere giden oldu mu?
“ben ben ben” sesleri…
Hüsnü: Sen Yasemin. Anlat bakalım nereye gittiniz?
Yasemin: Annemle babamla Bodrum’a gittik öğretmenim.
Hüsnü: Peki Bodrumda neler gördün neler yaptın?
Yasemin: Bodrum Sualtı Müzesi’ni gezdik.

Hüsnü: Ee sonra?
Yasemin: Sonra denize girdik. Akşamları iskelede oltayla balık tuttuk.

ve Hüsnü birden zamandan ve mekandan sıyrılıp başka bir hale bürünür: Hayddee derya kuzusu bunlar! Olta balığı bunlar! Gell gell! Sen de al! Kalmıyo. Taze balık burda! Koşş gell, balığa geell! diye esnaf narası atar. Sınıf haliyle şaşkındır. Çok sürmez Hüsnü şoktan çıkar. Fark eder anarmol davranışlarını… Durumu toparlamak için Balıkçılar orda da böyle bağırıyorlar de mi Yasemin? der… Bu sahnede izleyenlerin tüylerinin diken diken olacağından eminim. Belki başka bir oyuncu bu role bürünüp psikolojik sıkıntılar çekse bu kadar tedirgin olup, üzülmeyiz. Roldür der geçeriz… Lakin ekranın başında deliren kişi Kemal Sunal’dır! Yıllarca bizi güldüren, zalime karşı cesurca koruyan ve onu deyim yerindeyse alt eden modern zamanın Keloğlan’ınını, sırtını kariyeri boyunca Türk halkına dayayan bizim milletin naif evladını kötü görmeye dayanamayız biz…

Okul dağılır, akşam olur, Hüsnü öğretmen de her zamanki gibi evine gider. Çocuklar televizyon izlemektedir… Anneleri bir şeylerle uğraşır… Gündelik ev işte… Hüsnü de göz gezdirip, gündemden haberdar olmak maksadıyla gazetesini eline alır. Bir şaşırma hali yansır suretine. Ve hemen konuşmaya başlar: Hanım neydi bizim kooperatifin ismi? 

Eşi:Yuvamı Yap Toplu Konut Kooperatifi.
Hüsnü:Yaa…
Eşi: Noldu?

Hüsnü:Bizim de yuvamızı yaptılar… Dinle. Yuvamı Yap Tolu Konut Kooperatif başkanı, kooperatif ortaklarından topladığı 8 milyarla kayıplara karıştı. der ve gözünü bilinçdışı kırpmaya başlar.

Anlaşılan yüzüne tik oturmuştur… Dayanılması güç bir durum gerçekten… Bu anarmol tik durumu geçici gibi değildir. Üstelik sınıftaki öğrencilerin dikkatini çekecek kadar da azmıştır bu tik mereti. Zira iyi insanların içinde ne varsa dışına da o sızar… Kötü olsaydı bu durumunu gizlemeyi becerebilirdi inanın. Hatta bu duruma düşmezdi bile… Öğrenciler de bu anarmol hallerden haklı olarak korkmaya ve şaşırmaya başlar. Hatta bir öğrenci öğretmenini evinde taklit dahi eder. Durumu fark eden baba (Kartal Tibet) oğluna, neden böyle davrandığını sorar… Oğlundan, Hüsnü öğretmenlerinin de böyle hareketler yaptığını belirten bir cevap alır. Bu velimiz, “Anlayışlı olun, o sizin öğretmeniniz böyle yapmayın.” benzeri öğütleri oğluna söylerken başka bir öğrencinin evinde farklı mizaçta olan diğer velimiz “Demek öğretmeniniz tırlattı?” tarzındaki fikirlerini çocuğuna aşılamaktadır. Ayrıca bu durumdan kaygılanıp Milli Eğitim Müdürlüğü‘ne giden veliler de yok değildir… Sayın sinemaseverler, eğer çapraz okuma yapmayı seviyorsanız şiddetle bu filmi izlemenizi tavsiye ederim… Senaryo üçlüsünün bakış açınızı sağlı sollu genişleteceğinden eminim… Filme geri dönersek, şikayet için kuruma gelen temsilci velinin anlattıklarına Milli Eğitim Müdürü  inanamaz. Zira Hüsnü ödüllü ve seçkin bir öğretmendir… Bu durum üzerine ortak beyanı içeren müşterek bir  dilekçe sunar temsilci velimiz (Reha Yurdakul). Gereken yapılır. Milli Eğitim Müdürlüğü, Hüsnü öğretmen hakkında tahkikatı başlatır…

Okula bir müfettiş yollanır. Akabinde müdür ile birlikte meşhur 4/A sınıfına girerler. Ders sosyal bilgiler konu İstanbul’un fethidir. Müfettiş konuyla alakalı bir soru sormaya hazırlanır. Ve hızlıca: Sen! Kim vardı Osmanlının başında?

Öğrenci: Sultan 2.Mehmed.
Müfettiş şaşırır… Yine birini seçer “devam et” der. Öğrenci şakır şakır konuyu anlatır… Bu makul ve doğru cevapların üzerinde müfettiş, müdüre dönerek sınıfın başarılı olduğunu, böyle öğrenciler yetiştiren bir öğretmenin neden şikayet edildiğini anlamadığını sorar. Ancak yılmaz, teste devam eder.
Müfettiş: Peki gemileri nasıl geçirdiler?
Öğrenci: İlk önce gemilerin geçeceği yere kalas döşediler. Daha sonra gemilerin kayması için bu kalasları zeytinyağı ile yağladılar…

derken…
Hüsnü öğretmen: Hadi ayvalık zeytinyağı! Zeytinyağı alıyorum diye makine yağı alma! Koş vatandaş koooş! der ve yüzünde ard arda tikler meydana gelir. Müfettiş ve müdür bu hayret verici vakayı sadece izler. Müfettiş yavaş yavaş olayı çözümlemeye başlamıştır. İpin ucunu kaçırmak istemez. Hemen başka bir çocuğu kaldırır!  O da bombaların patlamasından bahseder ve ikinci krizimiz patlar!

Hüsnü öğretmen: Patlamaz balonnlaar! Çocuğunu sevindir anneee! Sıkıp sıkıp patlatana bi balon bedavaa! diye bir nara patlatır. Tam da bu vakit zil çalar, krizden kurtulup kendine gelir…
Müfettiş: Bundan sonraki ders neydi?
Hüsnü öğretmen: Beden eğitimi.

Teneffüs biter. Beden dersi için eşofmanı çer Hüsnü öğretmen. Koşar bahçeye doğru… Hademeye Süleyman Efendi’ye yönelip: Belediyeciler gitti mi? Hademe çaresiz ve üzgün bir usulde: Evet efendim gitti der.

Hüsnü: Hazır gitmişken simidimi satayım… diyip başlar nida atmaya! Derken… Derken… Olanlar olmuştur. Ruh ve Sinir Hastalıklarından görevliler gelip Hüsnü Öğretmen’i özgürlükler ülkesi olan ruh ve sinir hastalıkları hastanesine götürmeye koyulmuşlardır. Durumu kabullenen Hüsnü araca binmiştir… Artık akıl yoktur zira film kopmuştur… Haliyle yükümlü olunan sorumluklar da bu vakitten sonra yok hükmündedir… Seyircinin içi şöyle bir cız eder. Yıllardır mutlu sona ulaşıp kazanan, halkın umudu Kemal Sunal da sonunda kaybetmiştir… İnanın kibirli Dünya’nın cılkı çıkmasa bu filmin sonunda kazanan muhakkak ÖĞRETMEN olurdu..!

Sinematik Yeşilçam için yazan Cemal Berktaş 2018 cemalen.com/

One thought on “Gri Bir Film: Kemal Sunal – Öğretmen (1988)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir