Bir Sinemaseverin Yılmaz Güney İle İmtihanı – Büyük Cellatlar (1968)

Orta yaş sinemaseverin iyi bildiği bir şey vardır. Biz, klasikler külliyatımızı zamanın TRT’sinden edindik. Zira yaşımız ne filmleri kendi zamanında perdede izlemeye yetiyordu ne de uzanmaya çalıştığımız filmleri birkaç hamlede, şimdilerde olduğu gibi sonsuz çeşitli formatta bulabiliyorduk. Videokaset vardı da denilebilir elbette, lakin o da ailelerimizin inisiyatifindeydi. Mazeretlerimiz ne kadar kabul edilir olabilirse artık… Demem o ki; Yılmaz Güney sinemasını sever ya da sevmez kategorisinde değil(d)im çünkü zaten bilinen sevilen, sinemamızda köşe taşı olmuş filmlerinden öte pek tanışıklığım yok, bu da bir düşünce geliştirmek için yeterli değil, en azında sinematik bağlamda… İzlediklerim ve zaten herkesin de izlediği filmleri arasında da gönlümün birincisi Umut’tur. Umut’un samimiyetini, doğallığını yakaladığım pek az film var. İzleyicinin kalbini kırar Umut, adı her ne kadar umutlu olsa da, pek çok defa izleyişim zihnimde yer eden anlarını tekrar tekrar görme arzumdan olsa gerek. Lakin Yılmaz Güney sineması Umut’tan, ibaret değil, çok acayip diye tanımlayacağımız filmleri de yok değilmiş. Büyük Cellatlar adında nasıl tanımlayacağımı, nereye koyacağımı bilemediğim bir filmi varmış mesela.

Birkaç gün önce Büyük Cellatlar’ı izledim, yazımızın konusu da Büyük Cellatlar… Hani deriz ya o kadar kötü ki o yüzden iyi, ondan işte… İyi yerine kelime olarak güzel kullanmak daha yerinde olabilir zira hiç iyi değil. Büyük Cellatlar çılgın ve aşırı yaratıcı senaryosuyla (görece) kötü çekilmiş bir film. Soru şu; Büyük Cellatlar’ı çekici kılan nedir, bu kadar “kötü” çekilmiş bir filmin (tekrar tekrar izleme hissi uyandıran) şeytan tüyü neresinde? Ayrıca Yılmaz Güney’in (oyuncu olarak) ya da adaşı Yılmaz Duru’nun (yönetmen olarak) iyi çekilmiş bir film kaygısı var mıydı? Yoksa bir anti-kahraman aracılığı ile hayalini kurdukları bir Dünya’yı görselleştirme derdinde miydiler?

Büyük Cellatlar

Sinemasından çok ideolojisine tanıklık edebildiğim birkaç filminden (Arkadaş, Sürü, Yol, Umut) sonra Büyük Cellatlar yazarınız üzerinde bir an için soğuk su etkisi yaptı diyebilirim. İçerikte, söylemlerinde bildiğimiz Yılmaz Güney’di ancak biçimsel olarak ezber bozan yapısıyla Büyük Cellatlar tam da üzerine bolca söz söylemek isteyeceğim filmlerdendi, lakin yazmak, söylemek, bir sınıfa almak zor! İyi desem iyi değil kötü desem kötü değil, tuhaf bir seyir Büyük Cellatlar

Oyunculuklar son derece yapay, diyaloglar kâğıttan okur gibi, kayık/sandal ile kovalamaca sahnesi fazlasıyla rahatsız edici, teknik imkânsızlıklardan mı öylesine vasat çekilmişti? O kadar kötüsü için ne kadar teknik mahrumiyet gerekir? Örgüt üyelerinin aşırı kalifiye, kalite ve entelektüelliğe gark olmuşluğu acayip, reise sadakatleri, prensiplerden taviz vermezlikleri epeyce abartılı görünüyor. Yanı sıra; “hani alınan siparişlerde öldürülmesi istenen kurban hakkında tahkikat yapılıyordu, sipariş uygunsuz ise reddediliyordu, birinin infazı için gerçekten kötü, zararlı, sömürgen olması gerekiyordu, neden son ve en büyük siparişte bu tahkikat yapılmadı, reddedilmedi” diye sormak kaçınılmaz.

Fakat izledikçe sorular cevabını buluyor. Çünkü Yılmaz Güney kayırmaz, yetkileri çıkarına kullanmaz, dahası eşsiz bir macera söz konusu, işinin uzmanı ve kendi örgütlediği infaz timine karşı gövde gösterisi Şamil (Yılmaz Güney) için reddedilemeyecek denli cazibeli bir oyun, lakin bu da biraz abartılmış bir acayiplik değil mi? Ama zaten bir hayalin görselleştirilmesi dememiş miydik? Demiştik ama yine de Lale’nin, babasını amca olarak bilmesinin elzem bir nedeni var mı? Gerçeği ne zaman öğrendi ve hemen nasıl bu şok edici bilgiye adapte oldu? Cengiz’in adalet duygusundaki tutarsızlığa ne demeli? Bilinçaltında bu ölüm komisyoncularına hayranlık mı besliyor yoksa bu ölüm komisyoncularını adalete mi teslim etmek istiyor? Adaletini, örgütün yöntemleri ile sağlamaya çalışması fazlasıyla ironik değil mi? İronik, hem de çok!

Biçimde ve içerikte pek çok açık yakalamak mümkün, ancak ilginç bir şekilde açıkların hiçbiri de umurunuzda olmayacak zira ütopik mi distopik mi olduğuna karar veremediğim bu hayalperest Dünya’nın hikâyesini izlemek çok keyifli. Hatta öyle keyifli ki, kusur gibi görünen yapaylık, polisiye bir çizgi romanı sesli okurken duyacağımız kendi sesimiz kadar da doğal. Evet, yapay dediğimiz her diyalog, kötü çekilmiş dediğimiz her aksiyon sahnesi polisiye bir çizgi romanın sayfalarını çevirirken, sesli okurken zihnimizde canlanması gibi. Yoksa hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, Seyyit Han’a can veren Yılmaz Güney son derece başarılı bir aktördür, yoksa gayet iyi biliyoruz ki -zamanının koşullarına rağmen en alasından –Çirkin Kral’daki gibi- bir takip/kovalamaca sahnesi çekilebilir, ayrıca Çirkin Kral’ın eskrim sahnesini de unutmadık.

Yılmaz Güney isterse Kibar Haydut’taki gibi fazlasıyla karikatür bir karakteri tüm lakaytlığı ile oynayabilirken Kasım Paşalı Recep’le racon kesen adaletli bir duygusal çete başı da olabilir. Umutsuzlar’ın ağır başlı, karizmatik ve âşık adamı, Benim Adım Kerim’de soğukkanlı bir hafiyeye dönüşebilir, çamurda sürüklenecek kadar da rolünün hakkını verebilir. Aç Kurtlar’da, Çirkin ve Cesur’da, bir tür olarak Western sinemasını kusursuzca Anadolu’ya uyarlayabilir, hatta öyle uyarlayabilir ki, kurşun atarak ipten adam almaya, bembeyaz çöllerde sürek avına çıkmaya, hem av hem avcı olmaya kadar Hollywoodvari olabilirken Anadoluluğa aykırı hiçbir unsur, hiçbir sapmaya yer vermeksizin bir Anadolu Western’ imza atabilir. Adaleti, bilgeliği ve yardımseverliği ile bildiğimiz, ezberlediğimiz Yılmaz Güney, sinemamızın (belki de) en sıra dışı filmlerinden Mor Defter’de zincirlerini kırarken, Ben Öldükçe Yaşarım’da Şarlovari bir hayalperest olarak çıkar karşımıza. Şarlovari evet, biraz aylak, biraz talihsiz, biraz fakir, bir ara zengin ama çokça âşık…

Film Noir’dan, westerne, aksiyondan, hafiyeliğe kadar yelpazesi çok geniş (gerek oyuncu gerekse yönetmen olarak) bir sineması olan Yılmaz Güney’in insanüstü sinematik yeteneklerinin, ideolojisinin ardında/altında kalması biraz üzücü sanki. Filmlerinin henüz 5/1’ini ancak izleyebilmişken her seyirde gözümde ve kalbimde daha da devleşen Yılmaz Güney, Türkiye sinemasına eylemde ve söylemde çok şey katmışken Büyük Cellatlar’ın yapaylığı, tuhaflığı, çirkinliği ancak bilinçli bir tercih olabilirdi. Dedim ya, polisiye bir çizgi romanı sesli okurken duyacağınız kendi sesiniz gibi diyaloglar, zihninizde canlanan resimler kadar sahneler…

Son tahlilde; zormuş Yılmaz Güney yazmak, izlemek itina, üzerine söz söylemek hassasiyet istermiş, sinemanın Çirkin Kralı esasında zannettiğimizden çok daha güzelmiş…

Yazan: Nesrin Yavaş 2018

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir