Melih Sertesen’in depremin enkazı altında kalan Altın Portakal’ı

Ali Murat Güven Yeşilçamın en değerli görüntü yönetmenlerinden biri olan Melih Sertesen, onun oğlu ve NTV kamera servisi şefi Cem Sertesen, Altın portakal ödülleri ve Marmara depremi üzerine çok önemli bir hatırayı paylaşmıştı ve bulunduğu girişimi yazmıştı. Yeşilçam Arkeolojisi adını verdiğimiz yaklaşım içerisinde Ali Murat Güvenin vefası ve araştırmacılığı önemli bir yer tutuyor. Altın Portakal sıcak sıcakken onun yaptıklarını Yeşilçam Arkeolojisi içerisinde hatırlatmak istedik. Aşağıda Ali Murat Güvenin Yeni Şafaktaki köşesinde yer alan 18 Eylül 2011 Pazar tarihli köşe yazısı: 

Melih Sertesen'in depremin enkazı altında kalan Altın Portakal 'ıMelih Sertesen’in depremin enkazı altında kalan Altın Portakal’ı
8-14 Ekim 2011 tarihleri arasında 48’inci kez düzenlenecek Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali adım adım yaklaşırken, ülkemizin sinema alanındaki en parlak vitrini olan bu festivalin geçen yılki organizasyonuna damgasını vuran ‘Emir/Nemanja Kusturica krizi’ de hatıralardaki o acı(nası) yerini hâlâ büyük ölçüde koruyor. Sonu gayet hayırlı biten bütün o hararetli tartışmaların (bundan çok yüksek bir insanca gurur duyan) tetikleyicisi olarak, şahsıma yönelik diş gıcırtılarının aks-i sedâsını ise geride bıraktığımız yıl boyunca hem güney diyarlarından, hem de SİYAD gibi neye, kime, neden destek verdiğinin doğru düzgün farkında bile olmayan, kendi çalar-kendi oynar adreslerden bol bol aldım.

Sorun yok; ‘mesleğini ifâ ederken taşıması gereken ahlâkî ve toplumsal sorumlulukların farkında bir sinema yazarı’ olarak, o diş gıcırtılarının hepsini memnuniyetle kabul ettim, sağ ve sol omzuma birer apolet olarak keyifle taktım.

Madem ki yeni bir Altın Portakal daha yaklaşıyor ve madem ki biz de bu güzel festivali durduk yerde provoke etmeye çalışan ‘kötü kalpli’ bir sinema yazarıyız; o hâlde geride kalan 11 yıl boyunca hiç bir yerde yazmadığım, hiç kimseciklere anlatmadığım, fakat benim için son derece anlamlı olan bir hatırayı, bu dingin pazar gününün ruhumda estirdiği ılık meltem eşliğinde sizlerle de paylaşmak artık farz oldu.

Eminim, şimdi anlatacağım hikâyeden, (şu bizim, yaş ortalaması 25’lerde dolanan Mithat Alam’lı ‘sinema yazarları çetemiz’ zaten hayatta bilmez de) Antalya’da festival merkezinin koridorlarında bir odadan diğerine hızlı hızlı koşturup duran organizasyon komitesi üyelerinden herhangi birinin de henüz haberi yoktur.

* * *

17 Ağustos 1999… Türkiye’nin üzerine günün ilk ışıklarının vurmasıyla birlikte, Marmara bölgemizi kasvetin en koyu renklisinin kapladığı o berbat gün… İstanbul’un Avcılar ilçesinden İzmit-Gölcük’e kadar uzanan (neredeyse küçük ölçekli bir Avrupa ülkesi büyüklüğündeki) muazzam bir havzada, tarihin en yüksek ölümlü felaketi olmasa bile, etki alanı olarak en geniş yüzölçümüne sahip depremlerinden birinin şokunu yaşamaktayız hepimiz… Bırakın depremin merkez üssünde olup bitenleri, oralardan yüzlerce kilometre uzaklıktaki İstanbul’un göbeğinde bile ortalık tımarhane gibi…

Telefon hatlarının saatlerce çöktüğü bir ortamda, her nasılsa cep telefonum çalmayı başarıyor. Arayan ise Cem Sertesen… Günümüzde NTV Kanalı’nın kamera servisi şefi, o günlerde ise ‘Teksoy Görevde’ programında omuz omuza çalışıp birlikte Anadolu’yu ve yeryüzünün üç kıtasını adım adım dolaştığımız sevgili mesai arkadaşım, ağabeyim, ustam…

Cem ağabey, aklı başında hiç kimsenin havadan cıvadan bir muhabbeti düşünemediği o buhran atmosferinde, ‘Ali Murat, saatlerdir ulaşmayı deniyorum, fakat annemden haber alamıyorum’ diyor, ‘Böyle bir ihtimali düşünmek bile istemiyorum kardeşim, fakat sanırım bizim Yalova’daki evimizde de kötü bir şeyler oldu!’

Cem Sertesen, Türk televizyonculuğunda öyle alelâde bir kameraman değildir. O, Yeşilçam tarihinin gelmiş geçmiş en değerli görüntü yönetmenlerinden biri olan rahmetli Melih Sertesen’in oğludur ve mesleği de yine ta çocuk yaşlarından itibaren babasının rahle-i tedrisinden geçerek öğrenmiş gerçek bir görüntü ustasıdır. Ki şimdiye kadar gerek Star’da, gerek Show’da, gerekse son çalışma adresi NTV’de onun objektifinden sayılamayacak kadar çok birinci sınıf program-haber çekimi izlediniz.

Kendisiyle 1996 yılından itibaren omuz omuza çalışmakta olduğum, işinin ehli bu has dostumun sesindeki endişeyi yumuşatmaya çalışarak, ‘Ağabey, biliyorsun, ülkede telefon sistemi çökmüş durumda, validenin şu anda telefona bakabilecek bir pozisyonu olduğunu sanmıyorum, bence biraz daha sabırlı ol, o seni mutlaka arayacaktır’ diye karşılık veriyorum. Fakat, nafile… Muhatabım, film setlerinde uzun yıllar boyunca sanat yönetmenliği yapmış sevgili annesi Ergül Sertesen’in huyunu suyunu elbette ki benden çok daha iyi biliyor ve onun -öyle ya da böyle- oğluna ulaşıp ‘Ben iyiyim, merak etme’ diyecek kadar duyarlı olacağının da farkında…

* * *

Özellikle, melodram sinemasının -sonradan ömür boyu süren kadim bir dostluk kuracakları- büyük ustalarından Nejat Saydam ile 1960 ve 70’lerin en iddialı yapım şirketlerinden Acar Film‘de son derece verimli bir işbirliğine imza atan sanatçı, ‘Buzlar Çözülmeden’ (1965), ‘Vahşi Gelin’ (1965), ‘Sözde Kızlar’ (1967), ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ (1967), ‘Alparslan’ın Fedaisi Alpago’ (1967), ‘Fosforlu Cevriyem’ (1969), ‘Buruk Acı’ (1969), ‘Aşkların En Güzeli’ (1972), ‘Dinmeyen Sızı’ (1972) ve ‘Asiye Nasıl Kurtulur?’ (1973) gibi, tamamına yakını Saydam’ın yönetiminde çekilmiş, bugün de her biri hafızalarımızda silinmez izler bırakmış düzinelerce klasik yapıtın kamera arkasında yer aldı.Altın Portakal1926-İstanbul doğumlu olan Melih Sertesen, önce Galatasaray Lisesi, ardından da İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdikten sonra, eğitimini aldığı aslî alana ilişkin bir meslek icrâ etmek yerine, ilk gençlik yıllarından itibaren kalbinin vurulduğu bambaşka bir dünyaya, ‘sinema’ya yöneldi ve 1950’lerin sonlarından itibaren sektöre ‘kamera asistanı’ pozisyonunda dahil oldu. Sertesen’in imzasını peliküle ‘görüntü yönetmeni’ sıfatıyla (o günlerdeki jenerik deyişiyle ‘foto direktörü!’) kazıdığı ilk film ise 1962 tarihli ‘Şehvet Uçurumları’ olacaktı. Siyah-beyaz çekimlerdeki gıpta uyandırıcı titizliği ve elde ettiği berrak resimlerle kısa sürede dönemin en ünlü yönetmenlerinin gözdesine dönüşen baba Sertesen, o tarihten sonra deyimin tam karşılığıyla ‘aldı başını gitti’.

Tıpkı siyah-beyaz dönemindeki yetkinliği gibi, 1970’lerin başlarında renkli sinemaya geçilip Acar Film’de renkli yıkama sistemleri kurulduktan sonra aynı başarıyı renkli film çekimlerinde de sürdüren Sertesen, meslekteki olgunluk döneminin en önemli çalışmalarından biri olan 1972 tarihli ‘Dinmeyen Sızı’ ile 10’uncu Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde bir de ‘en iyi kameracı’ (o dönemde ‘en iyi görüntü yönetmeni’ ödülüne festivalin basın bültenleri ve sinema dergilerinde verilen genel isim buydu!) ödülünü alacaktı.

1976 yılında yine Nejat Saydam’ın yönettiği ‘Evlilik Şirketi’ adlı yapıt vesilesiyle son kez kamerasının başına geçen Melih Sertesen, yaklaşık 80 uzun metrajlı çalışmayı geride bıraktığı o tarihten sonra da Yeşilçam’ı işgal eden seks filmleri furyası nedeniyle meslekten süratle uzaklaştı ve münzevî bir hayatı tercih etti. Geçirdiği ağır bir kalp ameliyatından sonra nekahet devresini atlatamayıp ebediyete göç ettiği Kasım-1994’e kadar da biricik oğlu Cem Sertesen için meslekte güvenilir bir kılavuz, yanı sıra kendisine setlerde yıllar yılı fedakârca omuz atmış değerli eşi Ergül Sertesen’in yanıbaşında sadık bir hayat arkadaşı olmayı sürdürecekti. 1976’dan 1994 yılına kadar Yalova’daki mütevazı sayfiye evlerinde baş başa bir hayat süren Sertesen çiftinin temel meşgalesi ise evi tıka basa dolduran fotoğraf albümleri, gazete kupürleri ve aktif sinemacılık yıllarından kalan diğer hatıralardı. Bir de fırsat buldukça karşılıklı geliş-gidişlerle görüştükleri televizyon kameramanı oğulları Cem ve eşi Belma Sertesen…

Hikâyenin buraya kadarki bölümünü, 1996 yılından itibaren Anadolu’nun ve dünyanın dört bir köşesinde Cem ağabey ile uyumlu bir iş ilişkisi içinde muhabirlik yaptığım için, ben de çok iyi bilmekteydim. Nice uzak diyarlarda bu tür güzel hatıraları eşelemiş, babalarımızdan duyduğumuz gururu böyle derin aile muhabbetleri vesilesiyle birbirimize sıklıkla dile getirmiştik. O yüzden, sevgili validesinin 1994’den beri Yalova’da tek başına ve hatıralarıyla birlikte yaşadığından haberdardım. Dahası, ‘Durumu hemen kötüye yorma, mutlaka seni arayacaktır’ dememe rağmen, Yalova’nın, özellikle Veli Göçer tarzı evleriyle depremin en ciddî yıkım merkezlerinden birine dönüşmüş olduğu gerçeğini, gün boyunca ekranları kaplayan canlı yayınlardan ben de en az telefonun karşı tarafındaki dostum kadar görebiliyordum. Doğaldır ki böylesine iç karartıcı bir manzara karşısında Cem ağabeyi yerinde tutabilmek mümkün olamayacak ve kendisi o korkunç hengâme içinde binbir zorluk içinde bulabildiği bir araçla Yalova’ya hareket edecekti.

Bedenim bu süreçte İstanbul’da olmakla birlikte, kulağım ise sürekli telefonda, sevgili mesai arkadaşımdan gelecek kısacık bir ‘güzel haber’in beklentisi içindeydi.

Cem Sertesen, Yalova’ya normalin kat be kat ötesine geçen bir sürede ulaşabildi. Yaklaşık bir tam günde… Ve annesinin yaşadığı mahalleye gittiğinde de oradaki bütün müstakil evlerin, birbirlerini itekleyen domino taşları gibi üst üste devrilip yığıldığını görecekti. Ergül Hanım, tek yoldaşı olan küçük köpeğiyle birlikte, işte o enkazın altında bir yerlerdeydi. Kendisinden ancak iki gün sonra ‘Ali Murat, bizim ev yıkılmış, annemi çıkartabileceğimiz bir yardım ekibi arıyorum’ telefonunu aldığımda, dişlerimi kanatırcasına sıktığımı hatırlıyorum bugün… ‘Ağabey, Allah büyüktür, hemen kötümser olma, belki hâlâ yaşıyordur’ diyebilmiştim ancak telefonda…

Ne kadar ilginçtir ki ben bu cümleyi sarfettiğimde Ergül Sertesen gerçekten de yaşıyormuş ve ölüme dört gün kadar da direnmiş. Çünkü, oğlu, o sırada -her nasılsa boş kalabilmiş bir Japon kurtarma ekibiyle birlikte- enkazı tuğla tuğla kaldırdıktan sonra, dördüncü gün annesine ulaşmayı başarmış ve dokunduğunda bedeninin hâlâ ‘sıcak’ olduğunu görmüştü. Ergül Hanım’ın köpeği de mucizevî bir şekilde ölmemişti. Hattâ, bırakın ölmeyi, köpekte küçücük bir yaralanma bile yoktu! Şok içindeki hayvan sahibinin yanıbaşında oturmuş nöbet tutmaktaydı. Fakat, Japon ekibinden bir sağlık görevlisinin söylediğine göre, evin sahibesi ise çok değil, onların kendisine ulaşmasından topu topu bir kaç saat öncesinde son nefesini vermişti.

* * *

Bu ülkede, 17 Ağustos 1999 depremini yaşayıp da ondan geriye kendisinde travmatik bir iz kalmayan tek bir kişi bile olduğunu sanmıyorum. Kimilerinin akrabaları enkaz altında kaldı, kimilerinin ise arkadaşları… Bu da olmasa akrabanın akrabası, arkadaşın arkadaşı… Herkesi bir biçimde, bir taraflarından yaralayıp geçti o büyük felaket…

İşte, o meş’um günden bende kalan en kötü, en unutulmaz hatıra da aziz dostumun, meslektaşımın annesini bu şekilde, âdetâ ıskambil kağıtlarından yapılmış, tuğlaları da birbirine tükürükle yapıştırılmışçasına yıkılan -o her santimetrekaresi türlü türlü müteahhitlik sahtekârlıklarıyla bezeli- küçük evin enkazında kaybetmesiydi. Dahası, evle birlikte Ergül Hanım’ı yitirdiğimiz gibi, baba Melih Sertesen’in görkemli meslek hayatından geriye kalan her ne varsa, bütün set fotoğrafları, takdir belgeleri, gazete kupürleri ve nihayet 1973 yılında ‘Dinmeyen Sızı’ ile Antalya’da kazanmış olduğu ‘en iyi görüntü yönetmeni ödülü’ de toprağın altına karışmıştı.

Depremden sonraki bir kaç ay boyunca, kendisini yakından tanıyan ve çok seven küçük bir meslektaş topluluğu olarak, arkadaşımız Cem’in acısını yüreğimizde bütün şiddetiyle hissettikten sonra, günlerden bir gün yine bu trajediyi düşünürken aklıma çılgınca bir fikir geldi. Dönemin Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Bekir Kumbul’a kalbimin en derinlerinden kopup gelen duygusal bir mektup yazarak, ‘Yeşilçam’ın öncü görüntü yönetmenlerinden Melih Sertesen’in enkaz altında kalan Altın Portakal ödülünün eksiksiz bir kopyasını yaptırıp, Antalya’da düzenlenecek mütevazı bir törenle, yine kendisi gibi kameraman olan oğluna ikinci kez vermesini’ talep edecektim Sayın Başkan’dan…
Fakat, Bekir Kumbul beni fena hâlde yanılttı.110919-altınport2.standardNitekim, düşündüğüm şeyi de gerçekleştirdim ve 2000 yılının başlarında Antalya Belediye Başkanı’na söz konusu minvalde, gayet samimi bir mektup yazarak ‘iadeli taahhütlü’ olarak postaya verdim. Dürüstçe belirtmeliyim ki, Türkiye’de yerel yönetimler bürokrasisinin laubaliliği ve kibirini, halka sürekli tepeden bakan o jakoben tavrını, muhabirliğe başladığım ilk yıllardan itibaren çok yakından gözlemlediğimden dolayı, gönderdiğim mektuba kayda değer bir karşılık verileceğine yönelik inancım da son derece zayıftı.

Sanıyorum, mektubu postaya verişimden bir 15 gün sonrası falandı. Cep telefonum çaldı, tanımadığım bir numara olduğu için merak içinde açtım. Karşımdaki hanımefendi, ‘Ali Murat bey, sizi Antalya Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan arıyorum. Ben Başkan Bekir Kumbul’un sekreteriyim. Sayın Başkan sizinle görüşmeyi arzu eder. Müsait misiniz?’ diye seslendi.

Antalya’dan neden arandığımı az buçuk tahmin ediyor olmakla birlikte, emin olabilmek için yine de sordum sekreter hanıma:

‘Konu nedir acaba?’

‘Elimizde, bize göndermiş olduğunuz bir mektubunuz var’ dedi muhatabım, ‘O mektup Başkan Bey’e ulaştırıldı. Kendisi yazdıklarınızı okudu ve anlattığınız olaydan çok müteessir oldu. Şimdi de konuyla ilgili olarak sizinle istişarede bulunmak istiyor.’

Bunu duyunca artık ağzım kulaklarıma varmıştı. Bürokrasisinin hoyrat gelenekleri asla böyle insancıl sürprizlere izin vermeyen, bu türden her iyi niyetli adımınızda mutlaka buz soğukluğunda bir surata çarptığınız, demokrasisi alabildiğine tatsız tuzsuz bir ülkede, senaryosunu evimde kendi kendime yazdığım küçük bir peri masalı neredeyse gerçeğe dönüşmek üzereydi.

‘Tamamdır’ dedikten sonra, Başkan bağlandı telefona… Kendisiyle aşağı yukarı 10-15 dakika kadar son derece dostça bir görüşme yaptık. Konuyu bütünüyle anlamıştı ve Yalova’da yaşanan olay en az benim kadar onu da üzmüştü. ‘Ali Murat bey kardeşim’ dedi samimi bir ifadeyle, ‘Mektubunuzu aldıktan sonra AKSAV’daki arkadaşlarla görüştüm, böyle bir uygulamanın mevzuatta yeri var mı diye sordum. Şimdiye kadar festival tarihinde benzeri bir olay hiç yaşanmamış. Ödüllerin kaybolması, çalınması, satılması gibi durumlarda hiç bir sanatçıya heykelciğini tekrar yaptırıp takdim etmemişiz. Hattâ, bir kadın sanatçımız yıllar önceki bir festivalde jüriye kızıp ödülünü almayı reddetmiş, fakat uzun zaman sonra inadından cayıp ‘Ben ödülümü istiyorum’ dediğinde de bu kez bizim komite kendisine ödülü vermemiş. Öte yandan, siz ise bütün bunların dışında, oldukça trajik bir durumdan dem vurmuşsunuz. Yaklaşımınıza aynen katılıyorum, böyle bir olay çok önemli bir istisna teşkil eder ve organizasyon komitesinin de bu noktada ahlâkî, vicdânî bir sorumluluğu söz konusu… O yüzden, Altın Portakal’ın tarihinde ilk defa bir sanatçının heykelciğini yeniden yaptırma kararı aldık. Heykel elimize ulaştıktan sonra buluşmak için uygun bir gün belirleyeceğiz. Medya mensuplarının da katılımıyla mütevazı bir seremoni düzenleyip, rahmetli babasının ödülünü Cem Bey’e ikinci kez takdim edeceğiz.’

Başkan’ı, duyduklarıma inanmakta zorluk çekerek dinliyordum. Kendisi ayrıntılara ilişkin bir kaç konuya daha değindikten sonra, bana son olarak şunu söyledi:

‘Yalnız, benim de bir şartım var!’

‘Nedir o şartınız Sayın Başkan?’ diye sordum merakla, ‘Yapabileceğimiz bir şey ise derhal yapalım!’

‘Antalya’da düzenlenecek törene sizi de mutlaka bekliyorum. Çünkü, meslektaşına bu kadar değer veren bir gazeteciyle tanışmayı ben de çok arzu ederim. Geldiğinizde her ikiniz de benim misafirim olursunuz.’

Sevgili ağabeyim Cem Sertesen’e bu telefon konuşmasını aktarmak, o tarihlerde yaşadığım en keyifli olaylardan biriydi hiç kuşkusuz… Sonrasında da işler tıkır tıkır yürüdü, AKSAV yetkilileri kendisiyle gerekli temasları kurdular, tören için planlamalar yapıldı ve nihayet 12 Nisan 2000 günü Cem ağabey, başta Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı olmak üzere, belediyenin bütün üst düzey yetkililerinin, yanısıra da Antalya yerel basınından kalabalık bir haberci topluluğunun katıldığı sade, ancak o oranda da sıcak bir törenle babasının ödülünü doğanın zâlim kucağından söke söke geri aldı.

Bu heykelcik, baba ocağında yitip giden sevgili annesini, ayrıca yıkıntılar arasında yok olan sayısız aile yadigarını, hatıra eşyasını ona geri getiremeyecekti elbette… Fakat, en azından, çoğumuzun hayatından bir sürü değerli şeyi bir daha geri gelmemecesine kopartan ’17 Ağustos Canavarı’nın dişleri arasından, bizden gaspettiği bir tek güzelliği olsun elbirliğiyle geri almayı başarmıştık.

110919-altınport3.standardBugün o heykel, Cem Sertesen’in İstanbul-Sarıyer’deki evinde, kütüphanesinde gıcır gıcır bir vaziyette duruyor. Ben de değerli dostumun evine yaptığım ziyaretlerde onu her ne zaman görsem, uzaktan uzağa inceleyip gevrek gevrek gülüyorum.

* * *

Çeyrek yüzyıllık meslek hayatımda, Antalya’daki Altın Portakal Film Festivali’ne (sayısız habercilik katkıları haricinde) iki önemli hayrım geçti. Bunlardan ilki, 2000 yılında rahmetli Melih Sertesen’in ödülünü oğluna yeniden verdirtmekti ki söz konusu olay o zaman Sayın Başkan’ın da vurguladığı gibi, festivalin tarihinde ilk ve son örnektir. Fakat, kendi alanında da dünyada eşine zor rastlanacak türden bir zarafet örneğidir. AKSAV yönetimi, o gün orada düzenlenmesine vesile olduğum küçücük bir törenle, sanatta ‘vefâ’nın zirve bir gösterisini ortaya koymuştur.

Festivale ikinci önemli hayrım ise geçen yıl dokundu ki onu da zaten pek çoğunuz yakından takip etmişsinizdir. Sinema tarihinin görüp görebileceği en duygusuz, en donuk, en kalpsiz adamlardan birinin; sırtını film müziklerinde Hırvat Goran Bregovic’e, senaryolarında ise Boşnak Abdullah Sidran‘a yaslayarak beyazperdede belli bir süre çıkış yakalayan, bu iki büyük sanat dehası (Bosna Savaşı sırasındaki şerefsizce tutumu yüzünden) kendisinden desteğini çekince de 1990’ların ortalarından itibaren sinemasal başarıları jet hızıyla irtifa kaybeden Emir/Nemanja Kusturica’nın ayak basmayı asla hak etmediği bu topraktan defolup gitmesine öncülük ederek Antalya’nın onurunu kurtardığıma inanıyorum.

110919-altport1.standardŞunu da çok iyi bilmekteyim ki onu bu ülkeye davet ederken kendisinin gerçekte kim olduğu, Türkiye, Türkler, Müslümanlar ve nihayet 1990‘larda Avrupa’ya kan kusturan Sırp faşizmi hakkında ne düşündüğü üzerine en küçük bir fikri bile olmayan düzinelerce anlı şanlı bürokrat, pek ilerici münevverler ve kültür-sanat insanları, gerçeği ancak yapılan o hararetli tartışmalar sırasında öğrenebildiler. Fakat, elbette ki ‘Biz hata yaptık’ demek yürek isteyen bir iş. O yürek de ‘köyün delisi’ olarak ancak bizim gibi ince hesapları olmayan adamlarda bulunur; hata yaptığımızda hiç gocunmadan, rahatça ‘Hata yaptık’ deriz. Buna karşılık, Kusturica olayı ise kesinlikle bir hata değil, tam aksine aklıma geldikçe o günlerdeki bireysel direnişimle, mücadelemle hâlâ gurur duyduğum çok net bir zaferdi. Bu sütunlardaki yazılardan başlayıp saygın yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun, oradan da Kültür Bakanı Sayın Ertuğrul Günay’ın protestolarına uzanan tepki zinciri, bütün bunların sonucunda da mezkur kişinin ağzından köpükler saçarak, havalimanında önüne gelene hakaretler savurarak ülkemden defolup gitmesi, Türkiye’yi -sanatçı kimlikli soytarılara kucak açmayan kararlı tavrıyla- yeryüzünün en itibarlı ülkelerinden birine dönüştürmüştür. Bu noktada, Fransız sinemacılarının Kusturica’ya ayılıp bayılması ve onu zırt pırt çeşitli jürilere başkan yapması ne herhangi bir anlam taşır, ne de saygıya değer bir tutumdur. Fransızlar’ın tarihin hangi döneminde ‘adalet’in yanında yer aldıkları görülmüş ki Kusturica’ya da gereken karşılığı versinler?

Velhasıl, Antalya’daki dostlarımız, kodaman medyanın bol bol magazinel şakşakçılık yapan ve festivali ‘beleşe gelmiş bir haftalık beş yıldızlı tatil’ olarak gören kimi simâlarının arasından duydukları, ilk anda canlarını epeyce sıkan bu ‘aykırı ses’in kendilerine gerçekte ne denli büyük bir iyilik yaptığını ilerleyen yıllarda hiç kuşkusuz ki çok daha derinlemesine anlayacaklardır.

Melih Sertesen’in depremin enkazı altında kalan Altın Portakal ‘ı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir