Türkiye’de sinema: Yeşilçam tarihine kısa bir bakış

108790 SİNEMANIN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ VE İLK YILLAR
Türkiye’nin sinema ile tanışması, ‘Yedinci Sanat’ın tarihi kadar eskidir. Yani, 1896 yılında Lumieres Kardeşler’in ‘sinematograf’ adını verdikleri ilk sinema aygıtını keşfetmelerinden hemen sonra olmuştur. Bu dönemde, Lumieres Kardeşler’in dünyanın dört bir yanına belgesel çekimi için gönderdikleri ekiplerden birinin Türkiye’ye uğradığı sanılıyor. Öte yandan, yine ilk film gösterimi de sözünü ettiğimiz tarihe denk düşmektedir. 1896’da, Saray’da II. Abdülhamit için bir film gösterimi düzenleniyor. Ardından İstanbul’da, İzmir’de ve (o dönemde Osmanlı topraklarına dahil olan) Selanik’te ilk sinema salonları açılmaya başlıyor.

Ayastefenos Rus Abidesi
Türkiye’de, bilinen ilk film çekiminin Makedonyalı Manakis Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği çeşitli tanıklıklarla doğrulanmıştır. Ancak, bir Türk tarafından çekilen ilk film, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının hemen sonrasında, 14 Kasım 1914 tarihinde gerçekleşmiştir. Fuat Uzkınay tarafından çekilen bu belgesel Yeşilköy’de (Aya Stefanos), Osmanlı-Rus savaşının sonunda imzalanan ve ulusal onuru zedeleyen bir antlaşmanın anısına dikilen abidenin yıkılışını görüntülemiştir. Söz konusu film, ‘Aya Stefanos Rus Abidesi’nin Yıkılışı’ adıyla bilinmektedir.
Birinci Dünya Savaşı boyunca Türkiye’de sinema adına sürdürülen çalışmalar, savaş koşulları nedeniyle Ordu bünyesinde yürütülmüştür. Bu dönemde, Ordu Film Dairesi’nin oluşturulması ile birlikte, savaşla ilgili, Başkomutanı ya da Padişahı konu alan belgeseller çekildi.
İlk konulu filmin çekimi de aynı tarihlere denk düşmektedir. Ordu Film Dairesi’nin bir dönem yöneticiliğini yapan, Türkiye’de ilk sinema salonlarının açılmasına önayak olmuş Sigmund Weinberg, Milli Operet Kumpanyası’nın repertuarında yer alan, Moliere’in ünlü ‘Zoraki Nikah’ adlı oyunundan yapılan bir uyarlamayı ‘Himmet Ağa’nın İzdivacı’ adıyla filme çekti. Bu filmi, Türk basınında yakın tarihimizin önemli simalarından Sedat Simavi’nin çektiği ‘Pençe’ ve ‘Casus’ isimli filmler izledi.

I. DÜNYA SAVAŞI’NIN ARDINDAN
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla birlikte, Ordu’ya ait her türlü silah, mühimmat ve ekipmanın işgal kuvvetlerine devri zorunlu olunca, Ordu Film Merkezi elindeki tüm olanakları ‘Malul Gaziler Cemiyeti’ adıyla kurulan, bir bakıma ‘paravan’ bir kuruluşa devretti. Dolayısıyla, Türkiye’de sinemanın ilk yıllarına ait faaliyetler bu cemiyetin çatısı altında sürdürülmeye başlandı.
Dönemin başlıca özelliği, askerî belgesellerin yanısıra, bir miktar ‘müsamere mantığı’ ile de olsa ilk konulu filmlerin çekilmesi ve daha önemlisi Türk halkının sinema sanatına yabancı kalmayacağının ilk işaretlerinin oluşması.

65979Türk sinemasının yaşadığı ilk sansür olayı da bu dönemde gerçekleşti. Fuat Uzkınay’ın ‘Mürebbiye’ isimli filmi, işgal güçlerine göndermeler içerdiği gerekçesiyle yasaklandı.
Halk tarafından ilgiyle izlenen konulu filmler arasında özel bir yeri olan üç filmlik ‘Bican Efendi’ dizisi de (‘Bican Efendi Vekilharç’, ‘Bican Efendi Mektep Hocası’ ve ‘Bican Efendi’nin Rüyası’) yine Malul Gaziler Cemiyeti’nin olanakları ile çekilmişti.
Anadolu’da Milli Mücadelenin başlamasıyla birlikte Malul Gaziler Cemiyeti elindeki ekipmanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne devretti ve bu olanakla birlikte Kurtuluş Savaşı yıllarında bazı önemli belgesellerin çekimi gerçekleştirilmiş oldu.
Ele aldığımız bu dönemin başlıca özelliği, askerî belgesellerin yanısıra, bir miktar ‘müsamere mantığı’ ile de olsa ilk konulu filmlerin çekilmesi ve daha önemlisi Türk halkının sinema sanatına yabancı kalmayacağının ilk işaretlerinin oluşmasıdır.
Kurtuluş Savaşı’nın zafere ulaşmasıyla birlikte sinemaya dönük faaliyetler de yeni bir ivme kazandı. 1922 yılıyla başlayıp, Türk sinema tarihinde ‘Tiyatrocular Dönemi’ olarak adlandırılan; dahası neredeyse bütünüyle Muhsin Ertuğrul’un damgasını taşıyan ve 1939 yılına kadar uzanan bir evre böylece başlamış oldu.

TİYATROCULAR DÖNEMİ (1922-1939)
Muhsin Ertuğrul, Türk sinema tarihindeki en önemli birkaç köşetaşından biridir. 17 yıl boyunca (1922-1939) Türk sinemasına yapımcı, yönetmen, senarist ve oyuncu olarak hizmet vermiş; bu özellikleriyle (sinema sanatı açısından eleştirilecek yanları olmakla birlikte) Türk sinemasının ilk harcını atmıştır demek herhalde abartılı olmaz.
Sinemaya ilişkin ilk deneyimlerini Fransa ve Almanya’da edinen Muhsin Ertuğrul, 1922 yılında Kemal ve Şakir Seden Kardeşler’le anlaşarak ilk film stüdyosunu kurmaya karar verir. Nitekim, Haliç’te Ordu’ya ait Defterdar Mensucat Fabrikası’nın bir pavyonu kiralanarak stüdyo haline getirilir.
Bu dönemde ilk kez kadın oyuncular kamera karşısına geçti ve 1939 yılında çıkarılan ‘Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname’ sayesinde devletin sinemaya yasal düzeyde ilk müdahalesi gerçekleşti.

Stüdyonun kuruluşundan sonra, Muhsin Ertuğrul’un ilk çektiği film ‘İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk’ ya da diğer adıyla ‘Şişli Güzeli Mediha Hanım’ın Facia-ı Katli’dir. Bu filmi, ‘Boğaziçi Esrarı’, ‘Ateşten Gömlek’, ‘Kız Kulesi’nde Bir Facia’, ‘Leblebici Horhor’, ‘Sözde Kızlar’ izler. Büyük çoğunluğu edebiyat uyarlamaları olan bu filmler içinde ‘Ateşten Gömlek’ en dikkate değer olandır. Halide Edip Adıvar’ın romanından uyarlanan ‘Ateşten Gömlek’, Kurtuluş Savaşı’nın hâlâ sıcak olan heyecanını yansıtmakta olduğu kadar akıcılığı ve sağlam oyunculuğu ile de Türk sinema tarihinin ilk önemli yapıtı olarak tanımlanabilir. Filmin bir başka özelliği de, ilk kez Türk kadın sanatçıların (Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir) bir sinema filminde rol almalarıdır.
1924-28 yılları arasında çalışmalarını tiyatro üzerinde yoğunlaştıran Muhsin Ertuğrul, 1928 yılında İpek Film’le anlaşarak yeniden sinemaya döner. O dönem için hayli büyük bir rakam olan 15 bin kişi tarafından izlendiği sanılan ‘Ankara Postası’nın ardından ‘Kaçakçılar’ ve ‘İstanbul Sokaklarında’yı çeker. ‘İstanbul Sokaklarında’ aynı zamanda Türk sinemasının ilk sesli filmidir.

Genç Muhsin Ertuğrul
Genç Muhsin Ertuğrul

1932 yılına gelindiğinde, Muhsin Ertuğrul uzun süredir tasarladığı projeyi hayata geçirme fırsatı bulur: Türk sinemasında daha sonraki yıllarda çekilecek olan ve Kurtuluş Savaşı’nı konu alan filmlerin bir tür ‘prototipi’ sayılan ‘Bir Millet Uyanıyor’, Muhsin Ertuğrul’un da başyapıtı olur.
Tiyatrocular Dönemi, Türk sinemasında tiyatro kökenli sanatçıların bütünüyle egemen oldukları bir dönemdi. Dolayısıyla, bu süre boyunca, sinema ile tiyatro arasındaki ayrım çizgisi oluşamadı ve tiyatroya ilişkin alışkanlıklar sonraki yıllarda da etkili olacak biçimde baskın geldi.

Sonraki iki yıl boyunca, ‘Karım Beni Aldatırsa’, ‘Söz Bir Allah Bir’, ‘Milyon Avcıları’, ‘Cici Berber’ ve ‘Leblebici Horhor Ağa’ gibi müzikal vodvillere imza atan Muhsin Ertuğrul, 1934 yılından sonra kendi hesabına çalışmaya başlar. Sırada ikinci bir başyapıt vardır: ‘Aysel, Bataklı Damın Kızı’. Bursa’nın Çalıköy sakinlerinin figüranlığını üstlendikleri film, aynı zamanda Türk sinemasında Cahide Sonku efsanesinin de başlangıcıdır.
Muhsin Ertuğrul’la birlikte ‘Tiyatrocular Dönemi’ olarak anılan dönem, yine Ertuğrul’un iki tiyatro uyarlaması (‘Aynaroz Kadısı’, ‘Bir Kavuk Devrildi’) ve birkaç başarısız yeni deney ile (‘Allahın Bahçesi’, ‘Tosun Paşa’) sona erer.
Tiyatrocular Dönemi, Türk sinemasında tiyatro kökenli sanatçıların bütünüyle egemen oldukları bir dönemdi. Dolayısıyla, bu süre boyunca, sinema ile tiyatro arasındaki ayrım çizgisi oluşamadı ve tiyatroya ilişkin alışkanlıklar sonraki yıllarda da etkili olacak biçimde baskın geldi.
Altyapı konusunda son derece yetersiz bir alanda, sinemanın bir biçimde sürekliliğinin sağlanması açısından olumlu yönler içeren bu evre, aynı zamanda film türlerinin hemen hepsine ait örneklerin de çekildiği bir dönemdi. Türk kadınının sinemaya geçişinin de yine bu dönemde gerçekleştiğini bir kez daha belirtmekte yarar var.
Tiyatrocular Dönemi’ni bitirirken, Türkiye’de sinema sanatı açısından önemli bir gelişmeden de söz etmeliyiz. 1939 yılında çıkarılan ‘Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname’, devletin sinemaya yasal düzeyde ilk müdahalesidir; ya da başka bir ifade ile Türk sinemasının devlet kaynaklı sansür uygulaması ile ilk kez tanışmasıdır.

GEÇİŞ DÖNEMİ (1939-1952)
Bu dönemin önde gelen sinemacılarının çoğunun özelliği, eğitimlerini yurtdışında yapan, bu esnada sinema konusunda ya da yakın alanlarda (ses mühendisliği, fotoğraf vb.) çalışma fırsatı bulan insanlar olmalarıydı.

Afis 059 ankara casusu ciceroGeçiş Dönemi, Muhsin Ertuğrul’un yanısıra, ondan büyük ölçüde etkilenen ancak tiyatronun egemenliğinden koparak sinema sanatına yakınlaşma arayışları içinde olan bir kuşağın Türk sinemasında öne çıkmaya çalıştığı bir dönemdir.
Bu dönemin önde gelen sinemacılarının çoğunun özelliği, eğitimlerini yurtdışında yapan, bu esnada sinema konusunda ya da yakın alanlarda (ses mühendisliği, fotoğraf vb.) çalışma fırsatı bulan insanlar olmalarıydı.
Geçiş Dönemi’nin hemen başında yine önemli bir Muhsin Ertuğrul filmi görüyoruz: ‘Şehvet Kurbanı’. Sinemasal açıdan çeşitli sorunlar içermekle birlikte film, Muhsin Ertuğrul’un en popüler filmi olmayı başarmıştır. Kuşkusuz bunda, Cahide Sonku’nun yüksek performansı ve çarpıcı kişiliğinin de rolü vardır.
Sonraki birkaç yıl, Muhsin Ertuğrul’un son filmlerine imza attığı yıllardır. ‘Akasya Palas’, ‘Kahveci Güzeli’, ‘Yayla Kartalı’, ‘Kızılırmak-Karakoyun’ ve ‘Halıcı Kız’ içinde sonuncusu ilk renkli fimlerden biri olması açısından önem taşır.
Geçiş Dönemi’nin önde gelen isimlerine göz attığımızda ilk akla gelen isim Faruk Kenç’tir. ‘Taş Parçası’ isimli filmle, Muhsin Ertuğrul’un alternatifi olabileceğinin işaretlerini vermiştir. Adı geçen film, tiyatro havası taşıyor olmasına rağmen, yeni bir mizansen anlayışının yanısıra ilk kez üç boyutlu dekorların kullanımı ile de dikkat çeker.
Bu dönemde ‘Yılmaz Ali’, ‘Günahsızlar’ gibi filmlere de imza atan Faruk Kenç’in yanısıra, melodram ağırlıklı çalışmalar yapan Baha Gelenbevi (‘Deniz Kızı’, ‘Yanık Kaval’, ‘Kanlı Döşek’ vd.); esas olarak ses mühendisliğinden gelen ve yaptığı filmlerin birçoğu sonraki yıllarda yeniden çekilen Şadan Kamil (’13 Kahraman’, ‘Seven Ne Yapmaz’, ‘Dudaktan Kalbe’, ‘Kınalı Yapıncak’ vd.); ‘Bir Dağ Masalı’, ‘Fato-Ya İstiklal Ya Ölüm’ gibi dönemin şartlarına göre ‘büyük prodüksiyonlara’ imza atan Turgut Demirağ; sinema eğitimi görmediği halde genel kültürü ve sezgileriyle birkaç iyi film çeken ve ‘Domaniç Yolcusu’nda ilk kez flash-back tekniğini kullanan Şakir Sırmalı; yine kendini yetiştirenlerden Çetin Karamanbey (‘Silik Çehreler’, ‘Çete’, İstanbul Canavarı’ vd.); özellikle tarihî filmler konusunda hayli iyi bir performans sergileyen Aydın Arakon (‘İstanbul’un Fethi’, ‘Vatan İçin’ vd.); edebiyat uyarlaması ağırlıklı filmlere yönelen ve senaryo yazımından oyunculuğa kadar her alanda faaliyet gösteren Orhon Murat Arıburnu (‘Yüzbaşı Tahsin’, ‘Sürgün’ vd.) gibi isimler Geçiş Dönemi’ni tanımlayan sinema anlayışının temsilcileri oldular.
Öte yandan bu dönemde, Muhsin Ertuğrul geleneğini olduğu gibi sürdüren Ferdi Tayfur, Talat Artemel, Sami Ayanoğlu, Süavi Tedü, Kani Kıpçak, Vedat Ar, Münir Hayri Egeli ve Şinasi Özkonuk gibi isimler de Tiyatrocular Dönemi’nin son izleri oldular.

Afis 112 KARIMIN ASKIII. DÜNYA SAVAŞI’NIN ETKİLERİ
Türk Sineması’nda Geçiş Dönemi’nin ilk yılları İkinci Dünya Savaşı yıllarına denk geldi. Bu durumun sinemamız üzerinde çeşitli etkileri oldu. Avrupa sinemasının durma noktasına gelmesi, iç pazarda Amerikan ve özellikle Mısır filmlerinin dikkate değer ölçüde artışına yol açtı. Mısır Sineması, teknik altyapısı itibarıyla Türk Sineması’ndan iyi olsa da, üretilen filmler, Tiyatrocular Dönemi’nin filmlerini çağrıştıran düzeydeydi ve toplumsal beğeninin körelmesinde etkili oldu. Ya da başka bir ifadeyle, belki de o yıllarda ilk işaretleri beliren ‘sinema dili’nin önünü kesti ve geciktirdi. Herşeye rağmen Geçiş Dönemi’ni, Türk sinema tarihi açısından yaşanması zorunlu bir kesit olarak düşünmek daha gerçekçi olacaktır.
Öte yandan, Geçiş Dönemi, kendisini takip eden ‘Sinemacılar Dönemi’ için bir eşik olmuş, tiyatrocu geleneğin aşılmasının koşullarını hazırlamıştır.

SİNEMACILAR DÖNEMİ (1952-1963)
Sinemacılar Dönemi, Çok Partili Dönem’e geçişin siyasal ve ekonomik çalkantıları içinde güçlü bir sinema endüstrisinin oluşmasını sağlayamadıysa da, bir sinema dilinin kurulmasında önemli bir dönemeç oldu ve Yeni Türk Sineması’nın temellerini attı.

1948 yılında, Türk sineması açısından sonraki yıllarda önemli etkiler yaratacak bir yasal düzenleme gündeme geldi. Aslında, ekonomiye ilişkin basit bir düzenleme olan Belediye Eğlence Resmi’nde yapılan indirim, kısa süre içinde çok sayıda yeni yapım şirketinin kurulmasını ve çekilen film sayısında hızlı bir artışı beraberinde getirdi. Kuşkusuz işin bu yanı, sorunun salt sinema endüstrisinin ekonomik boyutuna ilişkin bir gelişme; ama öte yandan, savaş sonrası dünya konjonktürüne bağlı olarak Türkiye’nin de içine girdiği ekonomik gelişme trendi, halkın yaşam standartlarında ve tarzında önemli bir değişim sürecini de beraberinde getirdi. Bir ‘eğlenme biçimi’ olarak sinema da bu değişimden payını aldı ve kitlelerin gündelik yaşam kültürünün giderek ağırlığı artan bir parçası haline geldi.
Sinemacılar Dönemi de, işte sinema endüstrisinin bu sıçrayışına paralel olarak, Türk Sineması’nda yeni bir dilin, duygunun, anlayışın ve tekniğin mayalandığı dönem oldu.
Sinemacılar Dönemi’nden söz ederken, hiç kuşkusuz üzerinde öncelikle durulması gereken isim Lütfi Ömer Akad’dır. Sadece ele aldığımız dönemi değil, kendinden sonraki tüm dönemleri de derinden etkileyen Akad’ın, Türk sinemasında gerçek anlamda sinema dilinin temellerini attığını söylemek abartı olmaz.
Ermen Film’de önce muhasebecilik, ardından da prodüktörlük yaparak sinemayla ilk ilişkisini kuran Lütfi Ö. Akad, 1948 yılında ilk filmini çekti. Halide Edip’in aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan ‘Vurun Kahpeye’, dönemin hakim sinema anlayışı içinde ve üstelik bir ilk film olarak hayli başarılı oldu. Merakı, titizliği, kültürü ve en önemlisi eşine az rastlanır bir sinema duygusu ile yola çıkan Akad, 1952 yılında ‘Kanun Namına’ isimli filmi çekti.
Bugün, sinema eleştirmenleri ve tarihçiler tarafından Sinemacılar Dönemi olarak isimlendirilen dönem, Akad’ın oyuncu ve çevre seçimiyle, kurgusuyla canlı bir sinema anlatımı sahip olan ve kameranın ilk kez sokağa taşındığı bu filmi ile başlatılır.
Afis 065 koyde bir kiz sevdimAmerikan ‘kara film’leri ile Fransız sinemasının ‘şiirsel gerçekçilik’ ekolünün bir tür kaynaşması sayılabilecek filmlere imza atan Akad’ın bu dönemde çektiği filmler arasında öne çıkanlar, ‘Altı Ölü Var’ (1953), ‘Öldüren Şehir’ (1954), ‘Beyaz Mendil’ (1955), ‘Ak Altın’ (1957) ve ‘Üç Tekerlekli Bisiklet’ (1962) oldu.
Dönemin, Lütfi Ö. Akad’ın yanısıra diğer sürükleyici isimlerine baktığımızda, öncelikle Metin Erksan, Atıf Yılmaz Batıbeki, Osman Fahir Seden ve Memduh Ün’ü görüyoruz. Ayrıca, Nevzat Pesen, Orhan Elmas ve Ertem Göreç de bu dönemde Türk sinemasına yaptıkları katkılar ile anılmalılar.
Sinema ile ilişkisini, önce sinema eleştirmenliği, ardından da ağabeyi Çetin Karamanbey’in asistanlığını yaparak kuran ve Türk sinemasında ‘kendine özgü’ anlatımıyla tanınan Metin Erksan’ın ilk başarılı yapıtı 1958’de çektiği ‘Dokuz Dağın Efesi’ oldu. Erksan’ın bu döneme ait sözü edilmesi gereken bir diğer filmi de, tutarlı senaryosu, görüntüleri ve kurgusuyla ‘Gecelerin Ötesi’dir (1960).
Metin Erksan’ın 1962 yılında çektiği ‘Yılanların Öcü’ ise, dönemin çalkantılı siyasal ortamı içinde gergin tartışmalara yol açmasının yanısıra, güçlü dialogları, hareketli kurgusu ve temiz görüntüleri ile o yılın en başarılı filmi seçilmişti.
Atıf Yılmaz Batıbeki, Sinemacılar Dönemi’nin önemli isimlerinden olduğu kadar, bugün de Türk sinemasının hem en uzun soluklu, hem de her zaman yeni arayışların peşinden koşan ve kendisini yenilemeyi bilen yönetmenidir. Sinemaya 1950 yılında Semih Evin’in asistanı olarak başlayan Atıf Yılmaz, ilk filmini 1952 yılında çekti (‘Kanlı Feryat’). Bir yandan Kerime Nadir, Esat Mahmut Karakurt, Orhan Hançerlioğlu gibi isimlerin romanlarını sinemalaştıran, diğer yandan da Vedat Türkali, Yaşar Kemal, Kemal Tahir gibi Türk edebiyatının ustalarında sinemasına kaynak arayan Atıf Yılmaz, bu dönemde çektiği çok sayıda filmle üretken bir kişilik de sergiledi. Bu filmler içinde, ‘Gelinin Muradı’ (1957), ‘Bir Şoförün Gizli Defteri’ (1958), ‘Bu Vatanın Çocukları’ (1959), ‘Karacaoğlan’ın Kara Sevdası’ (1959) özellikle öne çıkanlardı.
Kemal Film’in kurucularından Kemal Seden’in oğlu olması nedeniyle çocukluk yıllarından itibaren sinemanın içinde olan Osman Fahir Seden, Kemal Film’le çalıştığı yıllarda Lütfi Ö. Akad’ın hem senaryo çalışmalarına katılarak, hem de asistanlığını yaparak ilk deneyimlerini edindi. Bu nedenle özellikle ilk filmlerindeki sinema dilinde Akad’ın izlerine rastlanan Seden’in bir başka beslenme alanı da hareketli Amerikan macera filmleri oldu. Biçimciliği, her zaman diğer sinemasal özelliklerinin önüne geçen Seden’in sözünü ettiğimiz dönemde çektiği filmler arasında dikkat çekenler, ‘Düşman Yolları Kesti’ (1959), ‘Namus Uğruna’ (1960), ‘İki Aşk Arasında’dır (1961).
Sinemaya 1946 yılında ‘Damga’ filmiyle ve oyuncu olarak başlayan Memduh Ün, yönetmenliğe sıradan melodramlarla geçti. 1958 yılında çektiği ‘Üç Arkadaş’, Ün’ün güçlü sinemacı kişiliğinin ilk göstergesi oldu. Ardından ‘Ateşten Damla’ ve ‘Ayşecik’ (1960) ile Orhan Kemal’in Devlet Kuşu isimli romanından uyarlanan ‘Avare Mustafa’ (1961), Memduh Ün’ün özenli çalışmaları olarak Türk sinemasında özel bir yer edindiler. Ün’ün bu dönemdeki başarılı çalışmalarından biri de 1960 yılında çektiği ve İkinci Türk Film Şenliği’nde kendisine ‘en başarılı yönetmen’ ve ‘en başarılı yönetmen’ ödüllerini getiren; Berlin Film Festivali’nde gösterilen ‘Kırık Çanaklar’dır.
Sinemacılar Dönemi, Çok Partili Dönem’e geçişin siyasal ve ekonomik çalkantıları içinde güçlü bir sinema endüstrisinin oluşmasını sağlayamadıysa da, bir sinema dilinin kurulmasında önemli bir dönemeç oldu ve Yeni Türk Sineması’nın temellerini attı.

yesilcam01_istasy10net

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir