Yücel Çakmaklı – Millî sinema’nın kurucusunun vizöründen ŞEHR-İ İSTANBUL

SİNE-DOSYA: ‘Millî sinema’nın kurucusunun vizöründen ŞEHR-İ İSTANBUL
Türk sinemasının hem estetik anlayışı, hem de felsefî ve ideolojik duruşuyla en kendine özgü yönetmenleri arasında yer alan sevgili Yücel Çakmaklı’yı geçen yılın ağustos ayında edebiyete uğurladık. Hatıralarımızda ise ondan geriye, çevresine daima tebessümle bakan müşfik ve babacan bir simâ, yanı sıra da pek çoğunda İstanbul’un başrolde olduğu iki düzineye yakın filmin görüntüleri kaldı.
ALİ MURAT GÜVEN | 30 MAYIS 2010, 16:41

Şehirlerin isimlerinin sonlarına eklenen “li, lı, lu, lü” şeklindeki aidiyet takıları, kendi memleketine -orada doğup büyümüş olmaktan başka- herhangi bir hayrı gözlenmeyen kişilere göre, hayatlarının ancak belirli bir döneminde yaşama fırsatı bulabildikleri bir şehre gözükara biçimde sahip çıkmış, daha da ötesi sırılsıklam bağlanıp kendi lisan-ı hâliyle aşk şiirleri yazmış mecnunlara çok daha fazla yakışır.

Hele de İstanbul, böyle bir bağlılık düzeyine erişmiş âşıkları dünyadaki diğer bütün diyarlardan daha fazla hak eden müstesna bir şehirdir.

Makedonya-Üsküp doğumlu büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın ilk kez gençlik yıllarında tanışma fırsatı bulabildiği İstanbul’a yönelik olarak hayatı boyunca süren o eşsiz tutkusu hatırlandığında, Bayatlı gibilerinin, doğup büyüdüğü bu şehrin alnına ömrünce samimi bir sevgi bûsesi bile kondurmamış kuru kalabalıklar karşısında ne denli “ayrıcalıklı birer hemşehri” oldukları gerçeği çok daha iyi teslim edilebilir.

Yeşilçam’da “millî sinema” akımının kurucusu rahmetli Yücel Çakmaklı da aynen böyle bir “İstanbullu”ydu. 1937 yılında dünyaya geldiği Afyon-Bolvadin’de ilk ve ortaöğrenimini tamamladıktan sonra, çocukluk yıllarından itibaren kalbine düşen okuma ateşini söndürebilmek üzere, üniversiteye giriş vesilesiyle ilk adımını atmıştı İstanbul’a…

Çakmaklı, 1955-1959 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nde yükseköğrenim görmesinin ardından, bir tek vatanî görevi vesilesiyle uzun süreli ayrı kaldı “gözbebeği”nden. Ondan sonraki hayatının tamamı ise 23 Ağustos 2009 günü İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde 72 yıllık bu coşku dolu serüvene son noktayı koyana kadar hep “İslâm’ın yeryüzündeki en büyük kalesi”nde geçecekti.

İLK FİLMİNDEN İTİBAREN, İSTANBUL DAİMA BAŞROLDE

İstanbul, Çakmaklı’nın meslek hayatında, askerlik dönüşü Türk edebiyatının abidevî ismi Tarık Buğra’nın himayesinde sinema yazarlığı yapmaya başladığı “Yeni İstanbul” gazetesi günlerinden itibaren hep baş köşede olmuştur. 1965-1970 yılları arasında çoğunluğu Erman Film yapımı olan 50 dolayındaki yapımda son derece eğitici-öğretici bir asistanlık dönemi geçiren sanatçı, sazın ilk kez ellerine verilip kendi türküsünü söylemesinin istendiği 1970’de yalnızca ilk filmini değil, aynı zamanda İstanbul’un tarihî ve doğal güzelliklerine adanmış ilk filmini de çekme fırsatı bulacaktı: “Birleşen Yollar”…

Yetim olarak büyümüş ve çocukluğunun en körpe dönemlerinden itibaren yoksulluğun her cephesiyle koyun koyuna yaşamış olan Yücel Usta, hayatın kendine özgü neden-sonuç ilişkilerini daha o dönemde en can acıtıcı deneyimler eşliğinde kavramış bir sanatçı olarak, kurduğu bu yeni sinema ekolünde de daha ilk filminden itibaren “masalsı mutlu son”lardan inatla uzak durdu. Çünkü o, topu topu 60-70 yıllık bir hayatın insanlara bahşedilen sayılı fırsatlardan müteşekkil kısacık bir zaman dilimi olduğunu, bireyin kişisel hatalarıyla bu fırsatları kaçırmasının sonucunun da -ilahî tecelliye hiç aykırı düşmeyecek bir şekilde- “hüsran” olacağını öngörüyordu.

Nitekim, “rejisör” sıfatının altında isminin yazdığı ilk çalışması “Birleşen Yollar” da -izleyicinin tam aksi yönde bir finali çok arzulamasına rağmen- seven tarafların cahilce tutumları ve bencillikleri yüzünden birbirlerine kavuşamadıkları hüzünlü bir sevda öyküsüydü. Türk sinemasının o dönemdeki iki popüler oyuncusu, Türkan Şoray ve İzzet Günay’ın samimi oyunlarıyla bir ilk film için gayet izlenebilir bir performans yakalayan Çakmaklı, böylelikle “zâhirdeki aşkı” olan yönetmenlik koltuğuna nihayet kavuşurken, kamerasını da aynı film boyunca her fırsatta “gizli aşkı” İstanbul’a çevirmeyi ihmal etmedi.

“Birleşen Yollar”, daha giriş jeneriğinden itibaren, bir çok bölümünde arka fon öğesi olarak İstanbul’u kullanan bir “ilk film”dir. Rumeli Hisarı’nın denizden çekilmiş görüntüleriyle başlayan öykü, kentin hem geleneği, hem de modern zamanları yansıtan birbirinden çok farklı cephelerine konuk olarak ilerler. Sözgelimi, mütedeyyin teknik üniversite öğrencisi Bilâl (İzzet Günay), İstanbul Teknik Üniversitesi’nin tarihî Taşkışla Binası’nda geçen ders saatlerinin dışındaki zamanlarda hem notlarına göz atmak, hem de biraz soluk almak için Maçka’da, Hilton Oteli’ni bütün ihtişamıyla gören bir noktadaki açık hava kafeteryasına gitmektedir. Ki o dönemin İstanbul’unda, modern mimariye ilişkin en heybetli yapılar arasında yer alan Hilton, yalnızca bu filmde değil, Çakmaklı’nın daha bir dizi başka anlatısında da “kapitalist uygarlığı” tek başına mükemmelen simgeleyen o dev monoblok gövdesiyle sık sık karşımıza çıkar.

Yücel Çakmaklı ‘nın kentin modern yüzüne ilişkin bir diğer gözde simgesi de o dönemlerde yeni hizmete girmiş olan Boğaziçi Köprüsü’dür. İki kıtayı birleştiren bu köprüyü, henüz inşaat hâlinde olduğu ilk dönem yapıtlarında değilse bile, “Kızım Ayşe”den sonraki süreçte her fırsat bulduğunda arka fonda kullandığını görürüz Usta’nın… İstanbul sakinlerinin, şehrin iki yakası arasındaki binlerce yıllık iletişim-ulaşım kopukluğuna son veren bu modern mimarî harikasına yönelik o yıllardaki naif merakı ve hayranlığı, gerçek bir İstanbul sevdalısı olan sanatçımızda da fazlasıyla gözlenir. Köprüyü panoramik bir biçimde gören Emirgan Tepesi’nin çayırları, onun, gelenekten bütünüyle kopup batı tipi bir bohem hayata yönelmiş genç anti-kahramanlarının gerek “çılgın partiler” düzenlemek, gerekse tavladıkları kızlara ilân-ı aşk etmek için sıklıkla uğradıkları bir mekândır.

Yücel Çakmaklı, İstanbul’un gelenek ve moderniteye dönük iki zıt yüzünü lâyıkıyla vurgulayabilmek için, filmlerinde bu iki cepheyi çok keskin çizgilerle simgeleyen mekânları kullanır. Sözgelimi, Beşiktaş ilçe sınırları içindeki Etiler Mahallesi ve onun tek katlı, bahçeli, müstakil evleri varlıklı kahramanların gündelik hayatlarını tasvir eden sahnelerde sıklıkla karşımıza çıkar. Bilindiği üzere, söz konusu yerleşim merkezi yalnızca 1970’lerin toplumsal algısında değil, astronomik emlâk fiyatlarıyla günümüzde bile hâlâ çok güçlü bir “statü simgesi” olmayı sürdürüyor.

Yücel Çakmaklı sinemasında geleneğin (aynı zamanda da fukaralığın) temsilcisi olan iki gözde mekân ise Fatih-Zeyrek civarları ve Üsküdar’ın bitişik nizam ahşap evlerle bezenmiş, sokakları Arnavut kaldırımlı ve bolca inişli-çıkışlı arka mahalleleridir.

Çakmaklı’nın kahramanları, modern hayatın insanı ruhen cendereye alan açmazlarından bunaldıkları anlarda ise soluğu sanatçının kadim İstanbul’daki bir diğer gözde mekânı olan Eyüp Sultan’da alırlar. Nitekim, “Birleşen Yollar”da filmin baş kahramanı genç ve güzel Feyza’yı (Türkan Şoray), “Kızım Ayşe”de de çaresizlik içindeki anne Huriye Hanım’ı (Yıldız Kenter) ellerini açmış Eyüp Sultan Hazretleri’nin huzurunda Allah’a dua ederken görürüz. Bu gibi sahneler, sonraki Yücel Çakmaklı filmlerinde de sıklıkla karşımıza çıkar.

Mistisizm ve pozitivist-hedonist bakış arasındaki geleneksel çatışma, sektöre “merhaba” dediği ilk yapıtından itibaren Çakmaklı sinemasının olmazsa olmaz öğeleri arasında yer almaktadır. Yönetmenimiz, böyle bir çatışmanın hüzünlü bir aşk öyküsü üzerinden ilk kez beyazperdeye yansıdığı filmi olan “Birleşen Yollar”da, İstanbul’un değişik mekânlarını anlattığı kültürler arası çatışmaya destek olacak şekilde kullanmaya gayret etmiş, bunun sonucunda da yukarıda saydıklarımızın yanı sıra Sultanahmet Meydanı gibi kameramanlara birbirinden şık resim seçenekleri sunan tarihî merkezler -özellikle Ayasofya’sı ve semte ismini vermiş diğer görkemli camisiyle- bir kaç kez kadraja girmiştir.

ANADOLU İNSANINA İSTANBUL’U TANITMAYI AMAÇLADI

Çakmaklı’nın sineması, öykünün tamamı İstanbul dışı bir beldede geçmediği takdirde, şehrimizin bu tür tarihî ve doğal güzelliklerine ne yapıp edip en az bir planda olsun göz kırpar. Nitekim, sanatçı “Birleşen Yollar”dan sonraki “Zehra” (1972), “Çile” (1972), “Oğlum Osman” (1973) ve “Ben Doğarken Ölmüşüm” (1973) adlı yapıtlarında da yukarıda anılan mekânların pek çoğunu mutlaka şu ya da bu oranda tekrar tekrar kullanmıştır. Özellikle, kahramanlarının ağızlarından dökülen didaktik cümlelerle köklü bir gelenek ve tarihî mirasın önemini, millet olarak kültürel zenginliğimizin ne boyutta olduğunu vurguladığı kimi sahnelerde, izleyicisine (Anadolu’da bu tür zenginlik ve güzellikleri her an görme şansı bulunmayan insanları açıkça kayırıp gözeterek) esaslı “İstanbul turları” yaptırır. Söz konusu turlar sırasında da hem şehrin en gözde tarihî eserlerini beyazperdeye yansıtır, hem de bunların tarihçesi hakkında ufak tefek bilgiler vermeyi ihmal etmez.

Bu bilinçli yaklaşım, sektöre çok hızlı bir giriş yapıp ardı ardına 4 yılda 5 film çektiği meslekî yolculuğunda ilk kez -Viyana merkezli bir öykü anlatan- “Memleketim”de sekteye uğrayacaktır.

Başrollerini Filiz Akın ve Tarık Akan’ın üstlendikleri “Memleketim”, yukarıda vurgulanan türden bir kültürel çatışmanın bu kez Türkiye sınırlarının dışına taşındığı bir yapıttır. Filmin iki genç kahramanı Avusturya’nın başkentinde tanışır ve olayların önemli bir bölümü de yine Avrupa coğrafyasında geçer. İddialı bir prodüksiyon olan “Memleketim”, öyküsünün ilk yarısında setlerini Viyana’dan başlatıp eski Yugoslavya devleti sınırlarına kadar uzatır ve bazı sahnelerde köklü bir Türk-İslâm mirasının hüküm sürdüğü Kosova’ya uzanırız. Nihayet, sevgililerin (ya da bunlardan en azından birinin) yine kör inat ve bencillikleri nedeniyle birbirlerine kavuşamadıkları bu hüzünlü öykünün kilit bölümü de ta Anadolu’nun uzak bir ucu, o sıralarda karakışın yaşandığı Erzurum’da çözülecektir.

Senaryonun İstanbul üzerine oynamaya hemen hiç izin vermediği bu çok setli projede bile Çakmaklı, filmin dramatik geriliminin iyice arttığı bir bölümde ana kahramanı Leyla’yı (Filiz Akın) ne yapıp edip Avusturya’dan gelirken İstanbul’a uğratır, bizlere bir kaç plan da olsa şehirden bazı güzel resimler sunmayı ihmal etmez.

Meslek hayatının 1980’lerden sonraki ikinci döneminde daha ziyade televizyon dizileri çekmeye yönelen Çakmaklı’nın, bu süreçte de dekoru, kostümü ve mekânlarıyla göz kamaştıran, öyküleriyle geleneğe daha bir dönük bazı gösterişli yapımlarda “İstanbul’un önemli iç mekânları”nı kullanmaya başladığını görmekteyiz. 1981 yapımı “Dördüncü Murad” dizisinde başta Topkapı Sarayı olmak üzere, devlet bürokrasisi ve saray dışı günlük hayatıyla, anlatılan dönemin İstanbul’unu yansıtan pek çok tarihî bina dizide set olarak kullanılmıştır.

5 bölümlük bu mini dizinin o günlerde kamuoyunda elde ettiği yüksek popülariteye paralel olarak Çakmaklı’nın kariyerinde de TRT destekli üstün yapımlar sayfası açıldı ve “Hacı Arif Bey” (1982), “Küçük Ağa” (1983), “Osmancık” (1986) gibi unutulmaz diziler de ardı ardına geldi. Çakmaklı, öyküleri kısmen ya da tamamen İstanbul’da geçen bu dizilerde de başarılı bir dönem atmosferi kurmasını sağlayan bazı dekor ve kostüm takviyeleri eşliğinde “kalbinin şehri”ne her fırsatta en güzel resimleriyle yer verecekti.

Vefâtının üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra, olanca hüznümüz ve özlemimiz içinde bugün bir kez daha geriye dönüp Yücel Çakmaklı ‘nın sinemasına şöyle panoramik bir bakış attığımızda, onun kendisini okutan, sinema yazarı yapan ve nihayetinde Türk sinemasının çığır açıcı yönetmenlerinden birine dönüştüren bu simge şehre “vefâ borcu”nu, gerek filmleri gerekse dizilerinde fazlasıyla ödediğini söyleyebiliriz. Dahası, Yücel Çakmaklı ‘daki İstanbul tutkusuna dünya sinemasından denk bir örnek vermek gerekirse, böyle bir konuda ancak Woody Allen-New York arasındaki ilişki onunla yarışabilir.

Velhasıl, bu noktada herhangi bir tereddüt yok. Fakat, sözlerimizi nihayetlendirirken sormamız gereken asıl soru ise şu:

Ömrünün son 20 yılını tek bir sinema filmi bile yapamadan geçiren, kariyerinin olgunluk döneminde sinema adına ürettikleri son derece düşük bütçeli 3-5 tane TV filmi ve dizisinden ibaret kalan bu büyük ustaya, İstanbul’un dev sermaye birikimi ve bu birikimin sahipleri vefâ borçlarını ödeyebildiler mi?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir