Son birkaç yıldır, senelerce mahrum kaldığımız, izleyemediğimiz o güzelim samimiyet kokan Yeşilçam filmleri geniş tabanlı sosyal medya aracı olan YouTube vasıtasıyla tekrar gün yüzüne çıkmaya başladı. Üstelik birçoğu HD formatta yayınlanıyor! Şahsen bunu müthiş bir kültürel hizmet olarak nitelendiriyorum.
Türkiye tarihine, estetiğine, sosyolojisine ışık tutan bu belge niteliğindeki filmlerin, eski yapımcıların arşivlerinde çürümesi vede paylaşılmaması toplumumuzun her kademesine yansıyan “köksüzlük” hastalığını daha da bulaşıcı ve şiddetli kılabilir diye düşünüyorum. Allahtan güzel giden şeyler olmaya başladı ve bu filmler, şirketleri tarafından tozlu raflardan çıkarılıp dijital ortama nakledildi. Öncelikle Arzu Film, Erman Film, Gülşah Film ve tabii ki Erler Film gibi Yeşilçam’ın kelli felli büyük yapım şirketleri(Bütçelerinin de diğer şirketlerden çok olması hasebiyle.) bu mecralarda filmlerini restorasyonlu bir usulde yayınlamaya başladılar.
Akabinde belli başlı başarılı tanıtımlarla bu filmler dile kolay milyonlara ulaştı… Film yükleme kervanına, uzun zamandır beklediğimiz usta rejisör ve yapımcı Melih Gülgen‘in film şirketi “Gülgen Film” de sonunda dahil oldu… Hem de ne dahil oluş! Tatar Ramazan, Cemil, Dayı, Doruk gibi filmlerle girdi sahaya! Aksiyon ve polisiye sinemamız gelişmedi diyenlerin muhakkak, vakit kaybetmeden Melih Gülgen yapımlarını izlemesi gerektiği kanaatindeyim. Zira teknik yoksunlukları, oyuncuların bakış ve duruşlarıyla kapatabilen usta bir yönetmen Melih Gülgen…

Cüneyt Arkın, Türk sinemasının on parmağında on marifeti olan nadide aktörlerinden. Her türlü filme yakışan ender bir oyuncu. Herhangi bir aksiyon filminde gördüğümüzde şaşırmıyoruz keza ağır bir romantik filmde yer aldığında da asla yadırgamıyoruz. Üstelik komedi kabiliyeti hayli yüksek bir aktör. Objektif olursak pek tabii Türk komedi ve romantik filmlerinde ona yaklaşan hatta kendisini geçen jönlerimiz mevcuttur; fakat aksiyon filmleri sahasında Cüneyt Arkın‘a yaklaşan (bakın ulaşan demiyorum) oyuncu sayısı pek azdır. Ben bu meseleye şöyle bir teşbihle yaklaşma taraftarıyım: Yirmili yaşlarının sonuna yaklaşan süperstar bir futbolcu düşünelim. Adamın en az 7-8 yılı daha var yeşil çimlerde. O oldukça yedek kulübesinde yer alan, bizim yetenekli genç oyuncunun ise istediği şansı pek bulamayacağı aşikar… Ve fazla imkan bulamayan bu gencin o süperstarın mertebesine çıkamayacağı da gözlü görülür bir hakikat…
Malumunuz yetenekler tekrarlanan, sürekli davranışlarla kuvvetlenir. Serdar Gökhan ve Tamer Yiğit‘i ben bu genç yeteneklerin konumunda görüyorum… Belki özel yaşantıları, belki yetenekleri elvermedi fakat Cüneyt Arkın ekolünün devamı olacak insanlardı…
Gelin görün ki Mahsun Kırmızıgül, Özcan Deniz gibi isimlerin İbrahim Tatlıses‘in gölgesinde kalmaları gibi onlarda Arkın’ın ardında yer aldılar. İyi işler yaptılar mı? Şüphesiz harika işlere de imza attılar; fakat asla Cüneyt Arkın gibi bir imparator olamadılar.

Çok subjektif olacak ama benim gözümde Barcelona’nın 2011 kadrosundaki Messi, Cüneyt Arkın; Bojan ise Serdar Gökhan’a tekabül ediyor (Belki Pedro da Tamer Yiğit). Malumunuz Bojan, Barcelona’da çok üzün süre as takımda oynayamamıştı. Tıpkı Serdar Gökhan’ın uzun bir süre A sınıf yapımlarda oynayamaması gibi. Lakin filmin lezzeti şurda iki yetenek bu defa karşı karşıya! Aynı maçta, aynı şanslar altında… Şuan aralarında ne prodüksiyon farkı var ne de dönem farkı… İşte filmin bendenizi heyecanlandıran yegane sebebi de burada gizli…
Schwarzenegger ile Stallone‘ın birbirlerine düşman olduğu herhangi bir film herhangi bir 80’ler hollywood severini nasıl heyecanlandırıyorsa, yeşilçam aventür filmlerinin düşkünlerinin de bu filmi izlerken aynı nispette heyecanlanacağını düşünüyorum…
Film 3 karakter üzerine kurulu: Bekir Arslan (Cüneyt Arkın), Yusuf Bozdağlı (Serdar Gökhan) ve Meral (Gülben Ergen).
Diğer oyuncular bu üçlüyü kuvvetlendirmek ve detaylandırabilmek adına var gibiler. Kadro esasen pek zengin. Osman Alyanak, Sami Hazinses, Diler Saraç gibi Yeşilçam’ın kıdemli oyuncuları da arzı endam etmekte filmimizde. İlk dakikalarda ellili yaşlarına gelmiş olan Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı Bekir’i heybetli bir halde hapishane koridorlarında görüyoruz. Ağır bir ağabey… Beyaz gömleğinin üstündeki yeleğiyle , oturmuş karakteristik cemaliyle insana güven veren, güzel bir intiba bırakan birisi… Yürüyüşün sonunda kendisini ziyarete gelen kardeşi Kemal (Salih Kırmızı) ile kelam etmesiyle ilerliyor sahne. Kemal, yusuf yüzlü bir delikanlı. Gelecek hayallerinden bahsediyor abisine… Eldeki arazisini satıp İstanbul’a gitme niyetini belli ediyor… Hapishane hudutlarında yıpranan Bekir’in ise İstanbul’a gitmeye hiç mi hiç niyeti yok. Niye mi? Anlaşılan böyük nüfuslu, dar boğazlı, iki yakası bir araya gelmeyen şehrin zorluğunu zihninde hissediyor… Film yavaş yavaş ısınmaya başlıyor diyebiliriz…
Kemal, arazileri satması için anlaştığı kahveciyle birlikte araziye alıcı çıkan Zahireci Avni Bey’in evine doğru gitmeye başlıyor. Tam da bu sırada tok bir ses, Kemal! diye ortalığı inletiyor! Siyah paltolu, uzun boylu, heybetli bir adam! Hilal kaşlarını çatıp yağdırıyor mermileri genç Kemal’in bedenine! Açıkçası bu sahneden çok etkilendim. Serdar Gökhan atkısıyla, paltosuyla, bıyığıyla adeta bir kurt gibi! Malumunuz Serdar Gökhan gerçek hayatta güzel sanatlar fakültesi mezunu bir ressam… Hatta belirli müddet Amerika’da atölye faaliyetleri de yürüttü. İyi bir ressamın en önemli hasletlerinden birisi şüphesiz gözlemlerinin kuvvetli olmasıdır.

Bu sebepledir ki Gökhan, oynayacağı oyunda hasmına nasıl bakması gerektiğini çok iyi bilen bir aktör… Filmdeki oyuncu seçimlerini genel manada başarılı buldum diyebilirim. Cüneyt Arkın‘ın karşısına Serdar Gökhan gibi bir aktör çıkartılmadığı sürece filmin çekiciliği kanaatimce azalıyor… Zira biliyoruz ki Cüneyt Arkın’ın bileği öyle kolay kolay bükülmez! Lakin karşısına Serdar Gökhan gibi bir isim çıkınca insan ister istemez ulan bu iş belli olmaz, büyük konuşmayalım deme gereği duyuyor…
Bir kan davası hikayesi Av… Yusuf’un babası yıllar evvel Bekir’in babasını öldürmüş. Bekir de kanları yerde kalmasın diye Yusuf’un babasının hayatını almış. Ve bu sarmal şimdi en can alıcı noktasında! Artık bu dava (!) Yusuf ile Bekir’in omuzlarında! Acep geçmişin kanları geleceğin ellerine bulaşacak mı!?
Bekir karakterine gelirsek, Bekir ise adeta bir kartal gibi! Avına odaklanmayı iyi bilen, gözü keskin bir karakter. Tam gökyüzü raconunun kabadayısı… (Yeryüzünün oyunlarını iyi bilmediğini ilerleyen dakikalarda anlayacağız zaten).
İlerleyen sahnelerde görüyoruz ki Meral’in verdiği adres yeditepe İstanbul hudutlarında olmayan, uydurma bir adrestir. Bunun üzerine sinirlenen Bekir, Meral’i tekrar sıkıştırmaya başlar. Meral vaziyet üzerine Yusuf’un bugünlerde primlerini almak için fabrikaya gelebileceğini söyler. Okurken hissettiğiniz üzere bu söylem da yalandır… Meral, Bekir’i başından savdığını düşünerek onu daha çok yanına çekiyor diyebiliriz aslında. Gerçeği arayan bir insana yalan söylerseniz hatta bununla da kalmaz yalanınız öğrenilmesine rağmen bir yalan daha fısıldarsanız; hakikati usanmadan arayan insanlar özellikle de Bekir gibi kabadayı ruhlular yalanlarınızın ardındaki gerçeği emin olun muhakkak avlar! Şimdi ne mi olacak? Ava yaklaşılan her yol pek tabii kartala sürat katacak! Bekir bu anlarda, tüm yolları deneyip sonuca varmak isteyen azimli bir talebe gibi… Tabiatı gereği Yusuf’un yerini kroki metoduyla saptama niyeti var… Geniş bir çerçeveden pisagoru görmek istiyor bizim Bekir… Bakalım dikmeyi doğru açıdan indirebilecek mi?
Konumuza dönelim… Bekir artık Yusuf’un peşine düşer. Kapı kapı, diyar diyar Yusuf’u arar. Ve sonunda bulur! Avcılık oyunu yavaş yavaş başlıyor… Bekir, Yusuf’un çalıştığı işyerini bulmuştur artık. Meral (Gülben Ergen) isimli personel müdüründen de Yusuf’un yerini öğrenmeye kalkar… Aldığı cevap olumsuzdur. Yusuf, işten ayrılmıştır… Lakin Bekir inanmaz Meral Hanım’a… Ne sorsa cevap alamaz. Lakin bi akıllılık eder ve Yusuf’un işyerine başladığında kayıt için kendilerine verdiği adresi ister onlardan…
Bekir, Yusuf’un yerini bilme ihtimalini düşünerek köylüsü Berber Halil’i (Osman Alyanak) bulur. Yusuf’u sorar… Berber Halil ise klasik bir şark kurnazı gibi bilmemezlikten gelir her suali. Lakin Bekir inanmaz… Aynı toprağın adamları yahu! Belli etmeden Halil’i takibe alır… Halil ise bu ihtimali hiç düşünememiş, kendini uyanık hisseden fakat bir o kadar da şaşkın olan bir karakterdir. Yusuf’u vakit kaybetmeden uyarmak maksadıyla onun çalıştığı yere gider, durumu telaşla anlatır. Yusuf’un cevabı ise manidardır: “Gitmez o herif Halil ağa gitmez! Kan davası nedir sen benden iyi bilirsin. Kanlısını gebertmeden dönüşü yoktur davanın. Ama elimi ondan hızlı tutup, baskını ben verirsem canımı kurtarırım. Başka çarem yok.” İşte diyoruz ya Yusuf kurt!
“Kurtlukta düşeni yemek kanundur.” Yusuf bu anı bekliyor… Bu arada değinmeden edemeyeceğim. Bu sahnelerde Osman Alyanık’ın oyunculuğu hakikaten çok gerçekçidir. Buna diyecek sözümüz yok. Zaten kendisinin fiziği ve biraz da mazlum yapısı onun köylü berber olduğuna bizi hayli ikna ediyor… Fakat Alyanak’ın bu filmde bu rolde olmasını bendeniz bir eksik olarak görüyorum… Evet Osman Alyanak mazlum rolleri çok çok iyi oynar ama bu rol onun için çok zikzaklı (biraz sahtekar ve kötü) bir rol diye düşünüyorum. Alışılmışın dışında ve izlenince yadırganıyor. Gönlüm berber rolünde Turgut Özatay gibi güçsüz ama uyanık bir kötü olmayı başarabilen ve bu rollerde zerre sırıtmayan bir oyuncunun bu ağır filme daha çok yakışabileceği hissinde…
Filmin gerilim oranı ziyadesiyle yüksek. Zira diğer Cüneyt Arkın filmlerinin aksine düşmanını hemen alt edilebileceğini tahmin etmek epey zor. Karşıda Serdar Gökhan var! Cüneyt Arkın Malkoçoğlu Polat ise Serdar Gökhan Malkoçoğlu Kurtbey; Cüneyt Arkın Olcaytu ise Serdar Gökhan Baybars! Öyle hemen ölen şahıslar değiller yani… Yukarıda saydıklarımız, nesiller boyu efendi çocukların; sokaklarda küfürbaz çocuklarla boğuşurken ilham aldığı muhterem isimler…
Filme dönecek olursak zaman zaman tansiyonlu kovalamacalar bizi yokluyor. Av ile avcı sürekli bir yer değiştirme aksiyonu içinde. Zaten filmi izlenir kılan öyle ahım şahım başarılı diyaloglar veya altyapı değil. Filmi izlenir kılan buram buram hissedilen yüksek gerilim ve aksiyon…
Yusuf’un korkuyla karışık cesareti ve Bekir’in tereddütsüz hiddeti aslında bizi çekiyor. İşte o çekici sahnelerden birisi tam da bu vakitte vuku buluyor. Güzel bir kovalamaca, silahların raksı ve bamm! Bekir yaralı… Ayrıca öyle büyük bir yanılma oluyor ki Yusuf, Bekir’in öldüğünü sanıyor. Büyük bir kabadayıyı haklayan yeni yetme bir kabadayı adayının verdiği gurur ve sevinçle soluğu berber Halil’de alıyor. Ardından sevinç için meyhane faslına geçiyorlar. İşte orda kurnaz berberimizden dahiyane bir fikir çıkıyor: Meral’i susturmak! Zira Bekir’in ölüm haberini Yusuf’a yoracak tek kişi Meral… Yusuf, Meral’i arıyor ve bu hususta tehdit ediyor. Haberi duyan Meral ise soluğu Bekir’in adresinde alıyor. Senaryoya canlılık ve derinlik enjektesi bu detaylarla sağlanıyor. Onun dışında herhangi bir Türk aksiyon yapımından keskin bir farkı yok filmin.
Belirtmekte fayda var… Keşke bu film on- on beş yıl evvel çekilseydi diyor insan… Düşünsenize genç ve dinamik bir Cüneyt – Serdar ikilisini! O zaman bu proje gerçekleşseydi, sanırım sahneleri incelemek yerine direkt kısa videolarını sitemize koymak zorunda kalırdık. Zira kalemimizin kuvveti yetmezdi bu harbi anlatmaya..!
İlerleyen sahnelerde, Meral ile Bekir, yaralanma vesilesiyle yakınlaşmaya başlıyor. Acı, akabinde ise korku aşkı perçinliyor… Tam da bu esnada hastane odasında romantik bir sahneyle karşı karşıya kalıyoruz:

- Meral: Telefon etti. Konuşursam beni de öldüreceğini söyledi.
- Bekir: Tedbirli ol. Ben ayağa kalkıncaya kadar işe bile gitme. Evden çıkma. Benim yüzümden sana bir şey olsun istemem.
- Meral: Sen ayağa kalkınca nolacak? Öldüreceksin onu değil mi?
- Bekir: Öldüreceğim. Hayatımın dünü yoktu. Yarından da bir beklediğim yok. Arkamda bırakacağım kimsem de yok…
- Meral: Hiç ummadığın bir şey olur. Belki biri girer yaşantına. Her şey değişir. Yeter ki şu intikamdan vazgeç!
Hakikaten dünyada kaybedecek bir şeyi olmayanlar daha cesur olurlar… Belki de insanlar sevdikleri olmasa manasız kalacak olan bu içi boş obur dünyadan uzaklaşmak için delice hareket edecekler? Zaten Bekir’i korkusuz yapan da bu kimsesizlik hali değil de nedir? Peki ardından Meral’in söyledikleri… Bazen bir adım geride durmamızın sebebi sevdiklerimizin zarar görmemesi için değil midir? Bir baba normalde yüzüne dahi bakılmayacak olan bir damada neden gülümsemek mecburiyetinde kalır? Bir çalışan anne neden kendisine nazaran ahlaken milyonlarca kırat geride olan bir patronun evinin laminat parkesini silmek zorunda hisseder? Ya da bir üniversite öğrencisi bir alçak tarafından tahrik edilip, onuruna saldırıldığında o balyoz gibi yumruğunu sıkar da içi boş ceviz kafalı serseri canlıya geçiremez? Zira sevdikleri vardır da ondan… Ve onlar için yaşamak zorundadırlar! “İstemem eksik olsun!” tiradında söylenen canı isteyince şapkayı ters takma özgürlüğü, başkalarının yükleri de omuzlarında olan cefakar insanlar için büyük şımarıklıktır…
Filme dönecek olursak, senaryomuzda bu vakte kadar eksik olan aşk teması tam da şuanlarda aksiyonumuza denk bir dozaja kavuşuyor….
Meral, Bekir’e aşık olur… Hatta bu uğurda tıp öğrencisi olan sevgilisinden dahi ayrılır. Acaba neden bıraktı sevdiğini? Romantik olursak (ki öyle yorumlamak istiyorum) belki Bekir’in kartallığı cezbetti? Belki de onun bu zamana kadar hırçın olmasına rağmen asilliğini bozmayan tavırları etkiledi? Bilinmez… Realist olursak, Meral belki de bunlardan hiçbirinin tesirine kapılmadı. Bekir yakışıklı yahu!
Bu sıralarda yaralı kartal Bekir yatağından kaçar… Hemen bir yerlerden silah tedarik eder. Soluğu da berber Halil’in dükkanında alır. Gırtlağına basar ve konuşturur onu… Açık adresi alınmıştır artık Yusuf’un! Ancak Bekir, eşeğini sağlam kazığa bağlar. Takibe alır berberi… Ve gönderilen zarf doğru adresine varmıştır artık… Tüm süratiyle ikinci kovalama başlar! Gerçekten çok gergin bu sahne… Ne olacağını inanın kestiremiyorsunuz! Evet, ters ninja kanununa göre normal bir Cüneyt Arkın sıradan 50 kötü adamı bir anda yakalayabilir. Bu mevzuata uygun. Fakat… Karşı tarafta Serdar Gökhan var! İşte bu halde gönül rahatlığıyla diyebiliriz ki, iki olağanüstü çinko pilin devasa karşılaşmasında tüm sinema kanunları “hükümsüz”… Bu seyir zevki yüksek kovalamaca gözümüzün önünde olurken diğer yandan arka fonda çalan Angelo Branduardi’nin Gli uomini grigi all’inseguimento di Momo adlı efsane parçası ise bizi ziyadesiyle germeyi başarıyor. Bu durumu iddaa oranlarına da benzetebilirsiniz… Bu maça oynanmaz aga! Tüm içten duygularımla, filmdeki kovalamaca sahnelerinin harika olduğunu düşünüyorum.Melih Gülgen yönetmenliğini konuşturmuş resmen! Sarayburnu, Eminönü detayı ise işin ciddiyetine ayrı bir estetik değer katmış diyebilirim… Daha evvel dedik ya bu maça iddaa oynanmaz. Öyle de oluyor. Birçoğunuz yanıldı mesela! Yusuf kurtuldu bu el…
İlerleyen sahnelerde, beklenmedik bir şekilde Bekir’i korkular esir alır. Ya Yusuf kendisini bulmak için Meral’e zarar verirse?.. Normal şartlarda Yusuf’tan zerre korkmayan Bekir artık birisine değer verdiği için Yusuf’un gaddarlığından korkuyor olabilir mi? Ne dersiniz?
Sıcak kovalamacadan sonra gergin olan iki düşman da adresini değiştirir. Bekir, Meral’in tavsiyesi üzerine başka bir otele; Yusuf ise dayıoğlu Nuri’nin(Sami Hazinses) yanına yerleşir…
İlerleyen sahnemizde Yusuf berber Halil’le beraber ocakbaşında yemek yemektedir. Yazımızın başında belirttiğimiz gibi kurda benzettiğimiz Yusuf meşhur kapan hazırlıklarına başlar…
- Yusuf: Dükkanı açıp çalışacaksın.
- Halil: Ne dedin? Anlamadım!
- Yusuf: Beni bulması gerek Halil emmi!
- Halil: Eyvah, dememiş ol! Yakalanırsam canımı okur!
- Yusuf: Hiçbir şey yapamayacak, yapamaz! Sana gelecek. Sana muhtaç çünkü! Çünkü bana ancak sen getirebilirsin Bekir’i! Ve de getireceksin…
Berber Halil ,el mecbur bu teklifi(!) kabul eder. Anlayacağınız Yusuf’un mizacında esir olmak katiyyen yok! O en iyi savunmanın saldırı olduğuna inanan bir karakter… Stratejik konuşmaların saniye saniye yaşandığı bu an; Bekir yeni oteline geçmiş bulunmakta ve gittikçe Meral ile yakınlaşmaktadır. Öyle ki Meral, Yusuf’un Bekir’in peşinde olmasını hayra yoracak kadar leylaca bir edayla kaptırmıştır gönlünü Bekir’e…
Mevcut dakikaların gözlemi sırasında atlanmaması gereken iki oyuncumuz var. Gülben Ergen ve Sami Hazinses… Gülben Ergen daha çok genç ve tecrübesiz… Haliyle kadroya nazaran oyun gücü pek de yeterli değil. Açıkçası 1989 yılında bu rolün Ergen’e fazla geldiğini düşünüyorum… Sami Hazinses ustaya gelirsek, filmde rolü çok kısa. Ancak Hazinses, hemen hemen her filminde gözleriyle oynamayı başaran, o içten, birazcık da gariban ruhunu karşı tarafa ayna gibi yansıtarak, diyalogundan ötede rol çalmayı başarabilen bir üstad… Üstüne bir de yaş unsurunun verdiği yıllanmış şarap olma özelliği eklenince Sami Hazinses bu role biçilmiş kaftan olmuş… Yerinde bir seçim!
Filme dönelim… İtiraf edeyim bu ana kadar filmin künyesinde senaristinin Safa Önal yazmasına inanamamıştım. Vesikalı Yarim, Bodrum Hakimi, Dönüş gibi edebi açıdan lezzetli ve duygusal filmlerin yazarının bu eserinde oldukça sade bir dil kullandığını sorgulamak en doğal hakkımız diye düşünüyorum… Ta ki bu sahneye kadar! İnanıyorum artık senaryo Safa Önal’a ait. Sahnemizde Bekir ile Meral’in yağmurdan kaçarak kafevari bir alana girdiğini görüyoruz. Cam kenarına oturuyorlar…
- Meral: Kendimi okuldan kaçmış küçük bir kız gibi hissediyorum. Ya sen?
- Bekir: Ben de okuldan kaçmış küçük bir kızın arkadaşı olarak hissediyorum.
- Meral: Keşke öyle olsaydı. Keşke geçmişimiz olmasaydı…
- Bekir, konuyu değiştirir. Camdan dışarıyı seyrederek: Baksana ne güzel değil mi? Bahar çiçekleri açtı…
- Meral: Annem derdi, bahar çiçekleri aşık olunca daha güzel açarlarmış… Ben güzel miyim?
- Bekir: Güzel bir çocuksun.
- Meral: Çok büyük olsaydım benimle evlenir miydin?
Akabinde Bekir’in sükut halindeki yeşil gözlerinin evet der gibi yankılanan sessiz çığlığı… Ve bu çığlığa eşlik eden Orson Welles‘ın seslendirdiği meşhur I Know What It is To Be Young eserinin Ray Charles tarafından bestelenen o duygu dolu melankolik müziği… İşte tam da bu muntazam harman halinde senaryonun Safa Önal’ın kaleminden çıktığına ikna oluyoruz…
İlerleyen sahnemizde polisler, berberin dükkanına gelip gerekli soruları sorarlar… Berber Halil ise malumunuz yine üç maymunu oynar. Akabinde de Yusuf’u durum hakkında haberdar eder. Yusuf muhbirinin verdiği avantajla tüm kördüğümleri birer birer çözer ve Bekir’i avlamanın yolunun Meral’i bulmaktan geçeceğini ustaca kavrar.
Değinmeden edemeyeceğim. Kanaatimce filmde göze çok batan önemli bir husus var: polisler! Polisler film boyunca devrede ama bir türlü işe hakim olamıyorlar. Çok sönükler. Diğer yeşilçam filmlerine göre bu serüvende ara ara gözükmeleri dahi gerçekçilik nazarından bir nevi avantaj fakat dişli olmayan bir ekiple bu kadar çok sahne işgal etmeleri ise büyük bir eksik. Farazi bir düşüncem var bu konuda. Söyleyebilirim fakat ispatlayamam… Şahsi fikrim, filmimizde amir rolünde Kamil Sesli yerine Ahmet Mekin gibi önemli bir yüz olsa; ekip olarak da Yusuf-Bekir ikilisine karşı daha dişli bir polis grubu kurgulansaydı, incelediğimiz yapım Türk sinema tarihinin unutulmazları arasına girerdi.
İlerleyen sahnelerimizde Meral ile Bekir’in birbirlerine daha da kuvvetli bir nizamda bağlandıklarını görüyoruz…. Şüphesiz bu bağlantı Bekir’e vicdani sorgulamalar yaptıracak…
Derken aman Allah’ım! Filmin aksiyonu arşa ulaşmaya başlıyor… Yusuf planladığı üzere Meral’in iş yerine gelip onu tehdit ediyor. Akabinde de iş yerinin kapısında pusuyor. Aradan azıcık zaman geçtikten sonra Meral de iş yerinden çıkıyor ve içerisinde Bekir’in olduğu iş yerinin kapısına yanaşan taksiye atlıyor.
Bekir bu sıralarda kinini nefretini unutmuş… Hayat denilen süreli oyunda birilerinin sevilebileceğini tekrar kavramış, umutlu bir vaziyette.
Büsbütün Meral onu değiştiriyor, silahtan uzaklaştırıyor. Bekir, kendi güvenliği için muhakkak olması gereken silahın; Meral’in güvenliği için artık kesinlikle olmaması gerektiğine iman ediyor gibi….Yusuf’un nazarından bakar isek her şey planlandığı ölçüde yani tıkırında gidiyor. Artık Meral ile Bekir’in beraber olduğundan emin… Geriye ne kaldı? Meral’in adresini bulmak…
Meral’in işyerine gidip ona yağ, peynir biraz da bal getirdiğini söyleyip meslek arkadaşlarından Meral’in adresini ister ve emin adımlarla bir adım daha ilerler.
Gel zaman git zaman Bekir, berber Halil’in dükkanına gider. Ama Halil temkinli olmak maksadıyla dükkanı kapalı tutar. Fakat ilerleyen sahnede anlıyoruz ki artık Bekir’in maksadı Halil’i sıkıştırmak değil. Bunu buluştuğu sırada Meral’e de haber ediyor. Anlaşılan barışmak istiyor…
Ancak Meral’in peşinde olan, tamda o saniyelerde Meral ile Bekir’i kapana alan Yusuf’un mevcut durumun iç yüzünden haberi dahi yok! O sadece avına odaklanmış vaziyette.
Ve bir ses yankılanır gök semada:
Yusuf: Bekir! İşte bu kadar! Bittin Bekir. Bitirdim seni!
Bekir: Seninle davam kalmadı Yusuf… Kanlım değilsin.
Yusuf: Nasıl değilim!? Ama mecbursun köpekleşmeye… Seni kıstırdım çünkü! Seni avladım çünkü! Elini ayağını oynatayım deme!
Bekir: Sİlahım yok. Dön git. Ben unuttum seni…
Yusuf: Korktun… Korktun değil mi? Bir açık versem canavar kesilirsin… Babam gibi beni de öldürür çiğner geçersin! Bittin Bekir!
Bamm! Bamm!! Bamm!!! Bekir yerlerde…
Filmin başından beri karakter olarak kartala benzettiğim Bekir bu teşbihe yaraşır bir usulde, kartal kanadı gibi dağınık saçlarıyla acıyla karışık bakar öfkeli Yusuf’a…
Yusuf ise incelememizin başında benzettiğimiz kurda en yakın halindedir. Hürriyetine yeni kavuşmuş bir kurdun keskin gözleri gibi acımasızca bakar tövbekar Bekir’e…
Yusuf haksız mıydı? Pek sayılmaz. Zira mantıklı düşünürsek bilemezdi Bekir’in hakiki duygularını… Bekir’in şu vakte kadarki hareketlerinden onu dost olarak görüp sözüne itibar etmesi de abesle karşılanırdı…
Bekir haksız mıydı? İç dünyasında elbette haklıydı. Bu iş iki ailenin sürekli birbirini öldürmesiyle kıyamete kadar devam ederdi. Bir tane erdemlinin, bu rezilliğe muhakkak dur demesi gerekirdi. Fakat bugüne kadar yaptıkları… Olayın sıcaklığında ne kadar sağlıklı anlatılabilirdi hasmına? Ne kadar inanılırdı tövbekar Bekir’e?
Biz Türklerin savaşla ilgili güzel bir atasözü var. Sanırım hali en iyi yine atalarımız özetleyecek…
Aspanda bürküt jerde kökbörü ol! (Gökte kartal, yerde bozkurt ol!.) Yerde kurt (Yusuf) kazandı bu avı gökte ise kartal(Bekir)!
One thought on “Cüneyt Arkın & Serdar Gökhan – Av (1989)”