Otobüs (1974) Bizim Otobüsü gördün mü gardaş?

Otobüs”, hiç kuşkusuz ki ebediyete kadar Türk sinema tarihinin en değerli yapıtları arasında yer alacak, her karesiyle unutulmaz bir filmdir. Ki benim kişisel ölçütlerim açısından da halen bu ülkenin topraklarından çıkmış en iyi ilk on yapıttan biridir o…

Otobüs (1974)

Bu filmi hayatım boyunca her ne zaman izlediysem, hep aynı düzeyde bir şaşkınlık ve gözlerine inanamazlık duygusuyla sarıp sarmalanmışımdır.

Şaşkınlığım da gözlerime inanamazlığım da Türk sinemasının ta 1974 yılında, bu denli alçakgönüllü bir ekip ve bütçeyle böylesine muhteşem bir yapıtı nasıl çekebilmiş olduğunu hâlâ tam olarak çözememiş olmamdan kaynaklanıyor.

Öyle böyle değil; Yılmaz Güney ve Metin Erksan gibi az sayıdaki ustanın tamamen bireysel çabalarıyla, âdeta bataklıkta biten güller gibi açmış üç-beş sıradışı yapıt haricinde, Türk sinemasının bütünüyle seks ve komedi furyasına teslim olduğu leş gibi bir dönemin ürünüdür “Otobüs”…

Bu yapıtın sıradışı kalitesini açıklamak için, yalnızca senarist, yapımcı ve yönetmeni Tunç Okan’ın sanatsal dehasına vurgu yapmak ya da görüntü yönetmeni Güneş Karabuda’nın o sıralarda çok formda olduğundan dem vurmak yetmez. Aynı şekilde, oyuncuların -özellikle de Tuncel Kurtiz’in- Okan ile aktörlük performasının zirvede olduğu bir dönemde çalıştığını, son yıllarda “evrensel medya bilgesi” rolüne soyunmuş olan Zülfü Livaneli’nin vaktiyle bu proje için -hayatta en iyi yaptığı iş olan- besteciliğini “Ya Allah, Bismillah!” deyip lâyıkıyla konuşturduğunu söylemek de ortaya çıkan pırıltılı başarıyı tam olarak açıklamakta yetersiz kalacaktır.

Gerçekte bir diş hekimi olan ve bu filmi de hekimlikten kazandığı paralarla çeken Okan, elindeki avucundaki o küçücük birikimiyle güç bela biraraya getirdiği Türkiye-İsveç karması ekibinin bünyesinde, her sanatçının hayatı boyunca belki bir, belki de iki kez yakalabildiği sihirli bir formülü tutturuvermiştir aslında. Hem de ne az ne çok; tam kıvamında…

Bu esaslı başarının ardındaki en öncelikli isim olarak Okan, yıllar önce kendisiyle yapılmış olan bir söyleşide formülün sırrını da az buçuk aydınlatmış görünüyordu: “Yeşilçam’ın profesyonel çalışma koşullarını hemen hiç tanımıyordum. Bu câmiada ne kimim kimsem vardı, ne de böyle bir projeyi kotarabilecek büyüklükte bir bütçem. Olaya deli cesaretiyle girdim ve sonradan bu tecrübesizliğimin epeyce yararını gördüm.”

Evet; işin sırrı gerçekte tam olarak buydu. Yani, Yeşilçam’ın o çürük çalışma mantalitesi ve alaturka finansal yapısının dayattığı kısır döngü çarklarına bir an bile kapılmaksızın, yalnızca kendi bildiği yolda ve kendi doğrularıyla, dosdoğru, cesurca ilerlemek… Bu özgür yaklaşım da sonuçta işte böyle müthiş bir başyapıt kazandırdı Türkiye’ye. Tek karesi bile Yeşilçam sinemasına benzemeyen esaslı bir “Türk filmi”. Tıpkı, şimdilerde de kafa yapısı olarak geleneksel Yeşilçam fosillerine hiç benzemeyen bir sürü gencecik yönetmenin, ardarda birbirinden güzel Türk filmleri ortaya koymaları gibi…

Otobüs, hiç kuşkusuz ki ebediyete kadar Türk sinema tarihinin en değerli yapıtları arasında yer alacak, her karesiyle unutulmaz bir filmdir. Ki benim kişisel ölçütlerim açısından da halen bu ülkenin topraklarından çıkmış en iyi ilk on yapıttan biridir o.

Sade, fakat gayet anlamlı bir sabit planla başlar öykümüz. Hurda bir otobüsün kapı kolunu ve onun üzerinde belirip kaybolan jenerik yazılarını görürüz. Bu görüntülere de Livaneli’nin -her notası insanın yüreğine işleyen- açılış bestesi eşlik eder. Sonrasında ise Türk fotoğraf sanatının büyük ustası, görüntü yönetmeni Güneş Karabuda devreye girer ve karlı bir havada, puslu bir otobanın üzerinde çok uzaklardan bize doğru gelmekte olan belli belirsiz bir aracın flû görüntüsünü planın bitimine kadar azar azar toplayıp netleştirerek, baş kahramanımızı bizlere takdim eder. Bu, artık jilet bile yapılamayacak kadar köhnemiş olan, cırlak mavi renkte, 1960’lardan (belki de 50’lerden) kalma Türkiye plakalı bir otobüstür. Kapitalist yabancılaşmanın doruğuna ulaşmış soğuk ve duygusuz bir batı başkentinde, içindeki insanlarla birlikte acımasızca harcanacak olan bir kurbandır o…

Bir sonraki aşamada ise “oyuncular” devreye girer. Tunç Okan ve Tuncel Kurtiz haricindeki diğerlerini bir daha başka hiç bir Türk filminde görme şansı bulamadığımız bu unutulmaz kadro, bizlere 90 dakika boyunca birer Müslüman, birer Türk, birer Kürt ve birer Doğulu olarak ruhumuzu kasıp kavuran bir öykü anlatırlar. Hepsi, ama hepsi çok iyidir bu öyküyü anlatırken… Hattâ, filmde sıraları geldikçe şöyle bir görünüp kaybolan yan rollerdeki Alman ve İsveçli figüranlar bile…

Otobüs (1974) örüntü yönetmeni Güneş Karabuda, "Otobüs"ün çekimlerinde...
Görüntü yönetmeni Güneş Karabuda, “Otobüs”ün çekimlerinde…

Hele de Tuncel Kurtiz! Ah, o hep yaşlı görünümlü olan, fakat hiç bir zaman yaşlanmayan kurt! 1970 yapımı “Umut”da Yılmaz Güney ile karşılıklı döktürüşünden şöyle bir söz ediverdiğim bu kült oyuncu, daha kapsamlı bir rolü bulunan “Otobüs”te ise tek kelimeyle kendisini aşar. Gerçi o, 1960’ların sonlarından 2000’lerin ortalarına kadar kamera önünde hep kalburüstü işler çıkarmıştır; fakat ben kendi adıma Kurtiz’in oyunculuğundan söz ederken, onun “Umut” ve “Otobüs”teki performanslarını daima ilk sıralarda anmaya devam edeceğim.

Sizlere bu inanılmaz adamın beyazperdede göründüğü hangi sekansı anlatsam ki… İsveç’e kaçak işçi götüren o köhne otobüs Yugoslava yakınlarında bir yerde mola verdiğinde, topu topu bir tutam kalmış saçını elindeki cep aynasına bakarak büyük bir ciddiyetle bir o yana, bir bu yana tarayışını mı… Buz kesen o soğuk havada, ısınabilmek için çocukça bir saflık ve neşe içinde yol arkadaşlarıyla çiftetelli oynayışını mı… Yoksa, Stockholm’un ıssız caddelerinde geceyarısı kaybolmuş bir hâldeyken karşısına çıkan köpekli adama, “Otobüsü gördün mü gardaş?” diye çaresizlik içinde haykırışını mı…

Filmde göründüğü ilk kareden itibaren “eşitler arasında birinci” bir oyun sergileyen Kurtiz, öyküdeki varlığının nihayete erdiği o son karede bizlere de son duygusal golünü atar. Buz gibi bir Stockholm gecesinde, aç bîlaç perişan bir hâlde sabaha kadar üzerinde tünediği bir köprüde hareketsiz görürüz onu. Donmuştur. Kentte hayat başlayıp da binlerce Stockholmlu işe gitmek üzere yollara döküldüğünde, bunlardan bir tanesi yanında geçerken kendisine kabaca çarpar. Ve bundan ortalama elli yıl kadar önce Anadolu’nun -devletin unuttuğu- sayısız köyünden birinde, duvarları yoksullukla sıvanmış kerpiçten bir evde, belki de bir buğday tarlasında çarpmaya başlayan o yorgun yürek, içinden buz parçaları akan dondurucu ırmağa düşer son hızla. Bir kaç saniye içinde de susar. Anadolu’nun derinliklerinde bir yerlerde biraz daha insanca bir hayata erişme hayâlleriyle başlayan bu çileli yolculuk, bir kış sabahı Stockholm’deki çelik bir köprünün altından akan buzlu sularda bitmiştir. Onu istemeden de olsa suya düşüren İsveçlinin bu manzaraya tepkisi ise kısa ve net olacaktır: “Pis yabancılar!”

Tunç Okan’ın canlandırdığı diğer kahramanımızı da ondan daha farklı bir akıbet beklemez İskandinavya’nın bu acımasız metropolünde. İşemek için kendisini zor attığı bir umumî tuvalette, ona belli belirsiz askıntılık eden bir sapığın peşine -bir parça ekmek bulabilme umuduyla- takılacaktır genç adam. Ancak, sapıkların müdavimi olduğu bir gece kulubünde onu bekleyen akşam yemeği mönüsü, bedenine ardarda saplanacak olan vahşi bıçak darbelerinden daha fazlası değildir.

Otobüs 21
Adı: Otobüs
Yapım Yılı: 1974
Ülke: Türkiye
Süre: 90 Dakika
Yönetmen: Tunç Okan
Senaryo: Tunç Okan
Müzik: Ömer Zülfü Livaneli, Pierre Favre, Leon Francioli
Görüntü Yönetimi: Güneş Karabuda
Oyuncular: Tunç Okan, Tuncel Kurtiz, Björn Gedda, Oğuz Arlas, Aras Ören, Nuri sezer, Hasan Gül, Leif Ahrle, Sümer İşgör, Ünal Nurkan, Zafer Sezer, Yüksel Topçugürler, Nadir Süteman   

Otobüsün içindeki umut yolcuları Stockholm meydanında bu şekilde birer birer un ufak olurken, yönetmen, filmin yandan yana akıp giden bir alt öyküsünde de bizlere anlamlı ve ahlâkî bir mesaj vermeyi unutmaz. Bunca masum insanı, paralarını son bozukluklarına kadar alıp pasaportlarını çöplüğe atarak dolandıran aşağılık Türk üçkâğıtçının sonu da kurbanlarından pek de farklı olmamaktadır aslında. İşbirliği hâlinde olduğu Alman dolandırıcıya paraları teslim edip payını aldıktan sonra “zafer”inin keyfini sürmek üzere Hamburg batakhanelerine yollanan bu insan müsveddesi, orada tam da kendisine yakışan iğrençlikte bir ana-kız fahişe ikilisi tarafından iç çamaşırlarına kadar soyularak cıscıplak bırakılacaktır.

Tokatçı kahramanımız, lâyık olduğu bu ödüle doğru emin adımlarla ilerlerken, Stockholm-Hamburg uçuşunun ardından Alman gümrüğünde yaşadıkları da yönetmenin şimdilerde Avrupa’da gemi iyice azıya alan ırkçılığı ta onlarca yıl öncesinden ne denli isabetli biçimde gördüğüne ilişkin ince ayrıntılarla doludur. Değişik ülkelerden gelen yolcuların pasaportlarına, yüzünden hiç düşürmediği standart bir gülümsemeyle çok kısa sürede giriş damgası vuran Alman memur, sıra bizim adamımızın ay-yıldızlı pasaportuna geldiğinde suratını otomatik olarak asar ve her sayfayı didik didik inceledikten sonra bununla da yetinmeyip onu “uyuşturucu kontrolü”ne gönderir. Burada ise onu iri kıyım Alman polislerinin yapacağı onur kırıcı bir “parmak yoklaması” beklemektedir.

Ve elbette, bu hüzünlü öykünün finalinin de hakkını teslim etmek gerekiyor.

Ulusal sinema tarihimizin en sürrealist, en çarpıcı final görüntülerinden biriyle sona erer Otobüs … Stockholm Emniyet Müdürlüğü polisleri köhne aracın içinde ürkek kediler gibi büzüşüp birbirine yapışmış durumdaki kahramanlarımızı kollarından tutup zorla dışarı çıkardıkça, dev bir çelik balyoz değişik açılardan -yavaş çekimde- otobüsün üzerine iner ve onu tuzla buz eder. Emniyet binasına sokulan her umut yolcusuyla birlikte sert bir balyoz darbesi çarpar otobüsün tavanına. Sahne ürperticidir, sahne acıtıdır.

Çünkü perdede gördüğümüz şey, aslında 1960’ların başlarından bugüne dek biraz daha insanca bir hayat için “Avrupa rüyâsı”na kurban verdiğimiz milyonlarca insanın ortak “cenaze töreni”ni simgelemektedir. Solingen’deki çatısı yanmış -1994’de beş vatandaşımıza mezar olan- o ünlü evin haber görüntülerinden tamı tamına yirmi yıl önce çekilen bu film, Anadoluluların Avrupa’daki sonunu çok erken görmek gibi bir erdemi barındırır final karelerinde…

Uluslararası festivallerde 7 önemli ödül alan Otobüs, öyle her izleyicinin kolay kolay hazmedemeyeceği türden, konusuyla ve görüntüleriyle oldukça sert bir film. Bundan daha doğal bir şey de olamaz; çünkü bizlere bir vahşeti, son otuz-kırk yıldır hiç azalmadan sürüp giden adlî bir gerçek durumundaki “kaçak işçi ticareti”ni anlatıyor. Bu filmi abartılı bulanlara ise Avrupa Birliği ülkelerine iş umuduyla kaçarken tır konteynırları içinde anne-baba-çocuk havasızlıktan topluca boğulan aileleri; Ege’de ve Adriyatik’te Yunan ve İtalyan makamlarınca ölmeleri için bilerek açık denize doğru itelenen Afrikalı ve Afgan mültecileri; dahası, başka bir ülkeye gidebilmek için dev yolcu uçaklarının tekerleklerinin aralarına saklanıp sonra da binlerce metre yükseklikte soğuktan taşlaşan ya da bunu bile göremeden havalanış sırasında aşağı düşen diğer isimsiz, milliyetsiz zavallıları hatırlatmak gerek…

Tarihte emperyalizmin kan emici doğası üzerine sarfedilmiş özlü sözlerden belki de en güzeli şudur:

“Eğer ki günümüzde Londra’nın parke taşlı kaldırımları bu denli bakımlı, temiz ve de zarifse, nedeni Mogadişu’nun tozlu topraklı kaldırımlarının insan kanıyla kaplı olmasıdır.”

Otobüs

İnsanlık, yüzyıllardır “emperyalizm” diye bir gerçekle boğuşurken, “çalışmak” kimi abartılı sosyal başarıların sihirli formülü olarak sunulamaz. Batı, bugünkü hiç bir zenginliğini çok çalışmakla elde etmedi çünkü. Yalnızca çalışmakla bu denli müreffeh bir toplum olunabilseydi, o durumda dünyanın en zengin devletlerini de yine Afrikalı köleler kurarlardı. Onların, kendilerini yüzlerce yıl köle olarak çalıştıran ABD’den özgürlüklerini kazanıp anavatanları Afrika’ya dönerek kurdukları Liberya ise halen dünyanın en yoksul, en istikrarsız ülkeleri arasında yer alıyor. Tıpkı, 16. yüzyıldan bu yana aralıksız olarak kanı emilmekte olan Afrika’nın diğer bütün ülkeleri gibi…

İnsanlar, geçmişte emperyalist işgaller yoluyla kendisinden çaldıklarının en azından bir parçasını geri alabilmek umuduyla batının refah toplumlarına yasadışı yollardan akmaya devam edecek, batı da bu cılız saldırılara kendisinden beklenebilecek türden bir vahşilikle cevap vermeyi sürdürecek. Üstelik de aç ve geri bıraktığı milyonlarca insanın bu açlığının ve geriliğinin “onların genetik bir sorunu” olduğunu küstahça ileri sürerek yapacaktır bunu. Dünyanın düzeni böyle kurulmuştur ve “Otobüs” de bunu kusursuz bir sinema diliyle anlatan bir yapıttır.

Bu filmin piyasada değişik kapak tasarımlarına sahip bir dizi farklı sürümü mevcut. Ancak, bence aralarında en güzeli, Boyut Yayınları tarafından hazırlanan ve içinde filmin VCD’sinin yanısıra çekim öyküsünü anlatan bol fotoğraflı sayfaların da yer aldığı “VCD+kitap” formatı. Son derece makûl bir fiyata satın alabileceğiniz bu VCD’li kitap sayesinde, andığımız filmin bir avuç yürekli sinemacı tarafından otuz küsur yıl öncesinin zorlu koşullarında nasıl gerçekleştirildiğini alelâde bir VCD izleme seansından çok daha ayrıntılı olarak öğrenebilirsiniz.

İçerdiği bazı rahatsız edici sahneleri de gözönünde bulundurarak, çocuklardan ve toplu aile ortamından uzak tutmanız gereken bu filmi ya tek başınıza ya da “iyi film”den anlayan, sinirleri sağlam sinemasever dostlarınızla birlikte izleyin. Ama ne yapıp edip, mutlaka izleyin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir