Defalarca izlediğim “Şehirdeki Yabancı”, Gurbet Kuşları”, “Şafak Bekçileri”, “Bir Türk’e Gönül Verdim”, “Karılar Koğuşu” gibi filmleri ve tabii ki unutulmaz “Aşk-ı Memnu”, “Yorgun Savaşçı” gibi televizyon için yapılan projeleriyle hayran olduğum, benim için çok özel bir yeri olan Halit Refiğ ile birkaç kez konuşabilme, söyleşi yapabilme şansım olmuştu. 2002 yılında bir televizyon kanalında yayınlanan sinema programı için, uzun bir söyleşi yapmıştık. Yine 2005 yılında gerçekleştirdiğim Erkan Yücel belgeseli için de görüşmüş, hem unutulmaz oyuncuyu hem de “Yorgun Savaşçı” günlerini konuşmuştuk.
Halit Refiğ, içinde yaşadığı toplum üzerine de, mesleki seçimi olan sinema üzerine de çok fazla kafa yoran sinemacılarımızdan, aydınlarımızdan biri. Yönetmenliğe başlamadan önce yaptığı sinema yazarlığı, eleştirmenliği döneminde de, sonrasında da hem toplumun sorunları hem de sinemanın sorunları üzerine yazılar yazmış, araştırmalar yapmış, önermelerde bulunmuş, inandığı “doğrular” için karşılaştığı ağır eleştirilere rağmen, “kavga” vermiş bir aydın, bir yol gösterici, sinemada da özel yeri olan bir yönetmendi.
Geçtiğimiz günlerde filme çekilmiş “Hanım”, “İki Yabancı”, “Köpekler Adası” ve henüz çekilmemiş “Elveda Burgaz”’ın senaryolarını bir araya getirdiği “Aşk ve Ölüm Senaryoları” adlı kitabı yayınlandı Halit Refiğ’in.
1934 yılında, Selanikten İstanbul’a göçen ailesinin iş nedeniyle gittiği İzmir’de doğar Halit Refiğ. Sinemaya olan tutkusu çocukluk yıllarında başlar. Ticaretle uğraşan ailesi, çocuklarının mühendis olmasını istemektedir. Robert Kolej’de mühendislik eğitimi de alır. Fakat sinemacı olmak eğilimi ağır basmaktadır. Halit Refiğ’le ,sinema öncesindeki yaşamını ve kendi deyimiyle “tesadüflerle, şansının yardımıyla” sinemaya geçtiği günlerini konuşarak başlıyoruz söyleşimize.
“Küçük yaştan itibaren film seyretmeye çok büyük ilgi duydum. Çocukluk dönemimde beni en çokheyecanlandıran, ilgimi çeken olay sinemaydı. Lise bitmesine yakın meslek seçimi meselesi ortaya çıkıyor. Ben, benim en çok sevdiğim, beni en çok ilgilendiren alanı, sinemayı meslek olarak seçmeyi düşündüm. Ama, diyelimki 40’lı yılların sonu, 50’li yılların başı itibariyle, henüz o tarihte Türkiye’de sinema bir meslek değildi. Bugün olduğu gibi sinema eğitimi yapan eğitim kuruluşları da yoktu. O tarihlerde ciddi, akademik sinema eğitimi yalnız sosyalist ülkelerde vardı. Batı dünyasında sinema henüz sanat bile sayılmıyordu. Sinema bir halk eğlencesi, fabrikasyon bir eğlenceydi. Sinemanın genelde sanat olarak kabul edilir hale gelmesi, 1960’lı yıllardan itibaren olmuştur. Özellikle Fransa’da Yeni Dalga hareketinin başlamasıyla, o hareketi doğuran kültürel, fikri oluşumlarla, Amerika gibi meseleye sadece ucuz eğlence ticareti gözüyle bakan, diğer tarafta da Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi resmi bir devlet kültürü, siyaseti gözüyle bakan, birbirine karşıt iki anlayışın dışında da, bağımsız sanatçıların yapabileceği, bağımsız bir sanat olabileceği fikri ortaya çıktı. Dolayısıyla benim sinemacı olmaya karar verdiğim yıllarda sinema Türkiye’de ne meslekti, ne de genelde sanat olarak kabul ediliyordu. Ben de, ailemin meseleye biraz dehşetle bakmasına rağmen kararlıydım. Adeta bir maceraydı ve ben bu macerayı göze almıştım. Robert Kolej’de mühendislik okumaktaydım. İki sene mühendislik okumamın benim için önemli bir yararı oldu. Kesinlikle mühendisliği bir meslek olarak seçemeyeceğimi anlamış oldum.
Nasıl sinemacı olabilirim diye düşünürken, şansımı İngiltere’de denemek istedim. O tarihlerde, 1953 yılında İngiltere’de de ciddi bir sinema eğitimi yoktu. Daha çok kurslar vardı. İngiltere’de, Londra’da bulunmamın benim için önemli faydası, sinema tarihi, sinema kuramları üzerine temel kitapları elde etme, okuma imkanım oldu.”
Sinemacı olmakta kararlıdır Halit Refiğ. Eğitim imkanı olmadığını, bu işe sıfırdan ve çekirdekten başlamak gerektiğini düşünür. Sonradan engel olmasın diye bir an önce askerliğini yapmaya karar verir ve yedek subay olarak askere gider. Kore Savaşı’nın olduğu, Türkiye’nin Kore’ye asker gönderdiği yıllardır.
“Yedek subay okulundayken, ‘İngilizce bilenler gönüllü olarak Kore’ye gidebilir’ dediler. O tarihte Uzakdoğu’ya gitmek bugünki gibi kolay değildi. Bunu da bir fırsat olarak gördüm. Şans da yardım etti, kısa bir süre sonra Kore’de ateşkes imzalandı. Dolayısıyla Kore’ye gittiğimde, bizden önceki tugaylar gibi doğrudan doğruya ateş hattına gitmedim. Biz Kore’de savaş görmeyen ilk askeri birliktik. Orada bulunduğum zaman içinde, Amerikan askeri birliklerinden amatör kamera, montaj masası, prdjeksiyon makinesi, perde temin etme imkanım oldu. Askerlik dönemimde İngiltere’den aldığım kitaplarla ve Kore’de edindiğim teknik malzemelerle kendi kendimi yetiştirmeya çalıştım. Kısa filmler, belge filmler çektim o süreçte.
O yıllarda sinemada çalışan hiç kimseyle tanışıklığım yoktu. Askerden döndükten sonraki yıllarda, yine bir şans eseri, bir tesadüf sonucu sinema yazıları yazmaya başladım. Metin Toker’in çıkarttığı, oldukça da itibarı olan Akis dergisine bir sinema yazarı arıyorlarmış. Benim bu konulara ilgimi bilen ortak bir dostumuz, Metin Toker’e beni tavsiye etmiş. Böylece ben sinema yazarlığına başladım. Ukalalık derecesi, bilgiçlik dozu epey yüksek yazılardı. O yazılar imzasız yayınlanıyordu, uzun süre imzasız yazdım. İstanbul’da sinema çevresinde dikkati çekti yazdıklarım. O tarihler için alışılmamış bir yaklaşım vardı yazdıklarımda. Bu sayede, o tarihlerde sinema çevresinin önde gelen kişilikleriyle yakınlık kurma imkanım oldu. İlk dostum Metin Erksan’dı. Arkasından Atıf Yılmaz’la, sonra da Lütfi Akad’la, Memduh Ün’le tanıştık. Tanıştıktan kısa bir süre sonra, Atıf Yılmaz’ın yanında asistanlığa başladım. Atıf Yılmaz’ın yanında asistanlığa başladıktan kısa bir süre sonra da, Memduh Ün beni davet etti. ‘Gel benim yanımda asistanlık yap. Sana aynı zamanda rejisörlük de yaptırırım’ dedi. Geçmişe baktığımda, şunu ifade etmem gerekirki, şans bana çok yardımcı oldu. Aslında ben sinema eğitimimi çok büyük ölçüde birfiil işin içinde yaptım.”
Akis’te yazılar yazmaya başladığı günlerde tanıştığı Nijat Özön’le birlikte ilk sinema sanatı dergisi olan Sinema’yı yayınlarlar. Memduh Ün’le çalışmaya başladıktan sonra ilk filmi “Yasak Aşk”ı (1961) çeker. Film ticari başarı sağlamasa da eleştirmenler ve basın tarafından övgüyle karşılanır.
“Yasak Aşk filmini yaptığım zaman, ben daha çok İngilizce’den okuduğum teorik kitapların etkisiyle, batılı formasyona sahip bir yapıdaydım. Fakat film çekmeye başlayınca başka gerçeklerle yüzyüze geldim. Benim, teorik olarak kitaplardan okuduklarımla, seyrettiğim başka ülkelerin klasik filmlerini oluşturan ortamlarla Türkiye’deki sinema ortamının birbirinden çok farklı olduğunu işin içine girince gördüm. Şunu hep düşündüm, ben sinemaya bir hobi, bir amatör heyecan olarak bakmıyordum. Sinema ile hayatımı geçindirmek, sinemayı bir meslek olarak seçmek, hayatımı sinema ile kazanmak istiyordum. Dolayısıyla, bu alanda kendimi kabul ettirmek zorundaydım. Bunun için de sadece prodüktörlerin ya da o tarihlerde çok yakınlık kurduğum, o günden bu güne dostluğumuz devam eden o günün ustalarının dostluğu yetmiyordu sadece. Asıl seyircinin dostluğunu kazanabilmenin, seyircinin desteğini kazanabilmenin önemli bir problem olduğunu gördüm. Sinemanın temel ilkelerinin yanında, özellikle ‘batılı seyirciden çok farklı kültürel özelliklere sahip olan bizim seyircimiz nasıl bir seyircidir?’, ‘Ben ne tarz filmler yaparsam ya da ele aldığım konuları ne tarz işlersem bu seyirciyle aramda iletişim kurabilirim, kendimi kabul ettirebilirim?’ meselesi, benim için mesleğin içindeyken yaşadığım ikinci bir eğitim dönemi oldu.”
‘Gurbet Kuşları’ bu düşüncelerin içinde çıktı diyebiliriz. Benim için özellikle ilk dört, beş filmim sınav filmleri oldu. Ben, bu sınavlardan kendime göre dersler çıkarttım. ‘Gurbet Kuşları’na geldiğimde artık bir ölçüde manzarayı kavramış durumdaydım.
‘Gurbet Kuşları’ da benim şanslı filmlerimden biri oldu. Hiç hesapta yokken, 1965 yılında benim gıyabımda Hindistan’a götürülmüş film ve gösterildiğinde büyük ilgi toplamış. 1995 yılında bir Türk Filmleri Haftası dolayısıyla Hindistan’a gittiğimde, orada Hindistanlı sinemayla ilgili kişiler ‘Gurbet Kuşları’ filmini yapanın ben olduğumu bilmeden, o yıllarda gösterildiğinde nasıl çok büyük ilgi topladığını anlattılar. Bu da benim meslek hayatımdaki en heyecan verici, en güzel sürprizlerden biri olmuştur.
‘Gurbet Kuşları’ndan sonraki yıllarda dikkate değer filmler arasında ‘Haremde Dört Kadın’, ‘Bir Türk’e Gönül Verdim’ var. Bu filmler de, sinema anlayışımda belli bir oluşumun basamaklarıdır.”
Daha ilk filmi “gerçekçi romantizm” olarak tanımlanan Halit Refiğ’in arka arkaya yaptığı ilk filmleri, örneğin “Şehirdeki Yabancı”, “Şafak Bekçileri”, “Gurbet Kuşları”, Metin Erksan’ın, Ertem Göreç’in, Atıf Yılmaz’ın filmleriyle birlikte ilk toplumcu gerçekçi filmler olarak tanımlanıyordu.
60’lı yıllar toplumda da köklü dönüşümlerin, büyük alt üst oluşların, fikir tartışmalarının yaşandığı yıllardır. Bu değişim ve gelişim süreci Halit Refiğ’in düşüncelerini de etkiler. Oluşan görece özgürlük ortamında, sinemada da yeni arayışlar, yeni yönelimler başlamıştır, o güne kadar sansür baskısıyla işlenemeyen konular, toplumun sosyal problemleri işlenebilir hale gelmiştir. Sinema kendi dilini oluşturmaya çalışıyordur. Fakat sansür yine de sinemanın yakasını bırakmaz. Metin Erksan’ın filmleri gibi, Halit Refiğ’in çektiği “Şehirdeki Yabancı” (1962) filmi de sansüre takılır. “Şehirdeki Yabancı” da, sağlam konusuna rağmen yurtiçinde ticari başarı sağlayamasa da eleştirmenlerden büyük övgü alır. Moskova Film Şenliği’ne davet edilen film, orada da büyük ilgi görür, basında övgü dolu yazılar yayınlanır. Festivalde Nilüfer Aydan’a da başarılı oyunundan dolayı Şeref Madalyası ödülü verilir.
Halit Refiğ’in evinde birçok sinemacının bir araya geldiği ve sinemanın nasıl gelişebileceği, sorunların nasıl aşılabileceği, sıradışı filmlerin teşvik edilmesi, iyi filmlerin iş yapamaması gibi konuların tartışıldığı toplantılar yapılır. Fakat sinema için kafa yoran, emek harcayan, binbir zorluğa karşın film çekmeye çalışan bir avuç aydın sinemacının dışında, aydınlar Türk sinemasına burun kıvırmakta, düşmanca davranmaktadır o yıllarda. Batı hayranı olan aydınlar için Türk sineması yoktur, olanlar da ciddiye alınamayacak komikliklerdi. Sinemayı ciddiye alan, gelişimi için çaba harcayan Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Ertem Göreç gibi yönetmenlerin, Vedat Türkali gibi senaryo yazarı edebiyatçıların yaptıkları görmezden geliniyor, dahası küçümseniyordu. Oysa öncesinde Metin Erksan’ın “Yılanların Öcü”, Halit Refiğ’in “Şehirdeki Yabancı”, ardından yine Halit Refiğ’in “Gurbet Kuşları”, Ertem Göreç’in “Kızgın Delikanlı” ve “Karanlıkta Uyananlar” filmleriyle adı konan bir “toplumcu gerçekçi” akım da oluşmuştu sinemada. 60’lı yılların ortalarında, sinema dışından Türk sinemasını küçümseyen, yok sayan aydınlarla, sinemacılar arasında kopmalar, kamplaşmalar ve sert tartışmalar yaşanmaya başlanır.
Halit Refiğ de, bu tartışmalı ortamda Türk sinemasını küçümseyen aydınlara karşı, Türk sinemasını ve sinemacılarını savunan sert yazılar yayınlar. O süreç içinde kendisini ‘toplumcu gerçekçi’ yerine ‘ulusal gerçekçi’ olarak tanımlamanın daha doğru olacağını düşünür.
“Sinema mesleğine ilgi duyduğum günlerde, bilhassa fiilen film yapmaya başladığımdan itibaren sinemanın toplumsal bir olay olduğunu, seyircisiz film olabileceğini ama seyircisiz sinema olamayacağını düşündüm. Tabii başlangıçta benim formasyonum, yetişmem çok büyük ölçüde batı kültür kaynaklarından beslenmişti. Dolayısıyla, Batı toplumlarının ortaya koyduğu sosyolojik kurallar neyse, bunlar her toplum için geçerlidir diye düşünüyordum. Fakat mesleğe başladığımda şunu gördüm, sosyal şartlar bütün ülkeler için aynı ise o zaman Türkiye’de film yapılmaması lazım. Amerikan filmlerinin teknolojik imkanları, ekonomik gücü Türkiye’den çok üstünken, Türkiye’de yapılan filmlerin genelde Amerikan filmlerinden daha çok beğenilmesi, seyirci toplaması benim için çok uyarıcı oldu. Oradan çıkarak aynı toplumsal kuralların heryer için aynı olamayacağı vasayımına geldim. Mesleğim bana, toplumlar arasında özellikle kültürel alanda, hayata bakış açısında, yaşama biçimlerinde önemli farklar olduğunu gösterdi.
Özellikle 60’lı yılların ortasında Fransa’da yapılan bazı sosyolojik araştırmalar, benim o tarihlerde yaptığım iş sırasında deneysel olarak gördüğüm, tecrübelerle ulaştığım meseleleri teorik olarak doğrular durumdaydı. Aynı tarihlerde kendisiyle çok yakın ilişkide bulunduğumuz Kemal Tahir de aynı kaygıları taşımaktaydı. Yani Türk toplumunun farklı bir toplumsal yapıya, farklı toplumsal özelliklere sahip olduğunu, bunun belli tarihsel özelliklerden kaynaklandığını ifade etmekteydi. Dolayısıyla bu oluşum, Türkiye’de 60’lı yılların ortaları itibariyle çok yeni bir oluşumdu. O tarihten önce bu konular konuşulmayan, tartışılmayan konulardı. O açıdan benim 60’lı yılların ilk yarısında yaptığım filmler, diyelimki bunun tipik bir örneği Gurbet Kuşları olmak üzere toplumsal gerçekçi filmlerdi. Gurbet Kuşları tek örnek değil tabii ki, Metin Erksan’ın, Ertem Göreç’in yaptığı filmler vardı, Atıf Yılmaz’ın yaptığı bazı filmler vardı. O bir akımdı. 60’lı yıllara kadar çok büyük bir sansür baskısı vardı sinemada. 61 anayasasından sonra bu sansür baskısı büyük ölçüde gevşedi. O gevşeme içinde Türk filmleri daha önce imkanı olmayan şekilde Türkiye’nin sosyal hayatına, toplumsal meselelerine yaklaşabilir hale geldi. İşte bu çerçeve içinde, bu filmlere toplumsal gerçekçi filmler denmekteydi.
Bahsettiğim gibi, Türkiye’nin sosyal yapısı ile özellikle bu sosyal kuralların dünyaya yayıldığı Batı ülkelerinin sosyal yapısı arasında önemli farklılıklar olduğunu gördükçe, ben genel olarak toplumlar üzerindeki ilgimi özel olarak Türk toplumu üzerine dönüştürdüm. Bu süreç içinde, Türk toplumundaki farklı kültürel özellikleri kavramak benim yaptığım filmlerde de ulusal gerçekçilik özelliğini daha ağırlıklı, daha bilinçli hale getirdi. Onun için, 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren ben kendi yaklaşımımı adlandırırken, toplumsal gerçekçilik yerine ulusal gerçekçilik kavramını kullanmayı daha doğru bulmaya başladım. Aslında benim tavrımda çok büyük bir değişiklik olmadı. Ben aynı tavrı bir ölçüde geliştirerek devam etmeye çalıştım. Her ülke için geçerli olan, mutlak biçimde birbirine benzeyen sosyal kanunlar olmadığı, her ülkenin kendine özgü sosyal özellikleri olduğu gerçeğini idrak ettikten sonra kavramlarda, yaklaşımlarda farklılıklar meydana geldi.”
“Gurbet Kuşları” da, Halit Refiğ’in birçok filmi gibi abartısız onlarca kez izlediğim, keşke becerebilsem de yeniden sinemaya aktarabilsem diye düşündüğüm, bugün de güncelliğini koruyan bir filmdi benim için. Seyirciden de ilgi gören film, 1. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nda En İyi Film seçilir. Halit Refiğ de En İyi Yönetmen ödülünü alır. Türk sinemasının önemli filmlerinden olan “Gurbet Kuşları”nda Halit Refiğ, yeni bir yaşama kavuşma hayalleriyle oluşan köyden kente göç sorununu ilk kez kapsamlı bir biçimde sinemaya aktarır. Memleketinde işleri bozulan Maraşlı bir aile taşı toprağı altın şehir İstanbul’a göç eder. Hayalleri, altın şehrin olanaklarından yararlanmak, zenginliğine ortak olmaktır. Aile, İstanbul’a gelişin kapısı olan Haydarpaşa Garı’nda trenden indiğinde, baba Tahir Efendi, “Allahın izniyle şah olacağız İstanbul’a, şah” der. Fakat bu hayalin gerçekleşebilmesi hiç de kolay değildir. Çünkü “iş bilenin, kılıç kuşananındır.” Maraşlı aile, altın kentin ekonomik düzenine, farklı yaşam biçimine, ahlak anlayışına ayak uyduramaz, tutanamaz. İnsan yutan kentin içinde çözülmeye başlar, parçalanır. “Şah olmaya” geldikleri kente yenik düşer ve Maraş’a dönerler. Film, aynı zamanda “Şafak Bekçileri”nin çekimleri sırasında, askerliğini yaparken Halit Refiğ ile tanışan Cüneyt Arkın’ın da ilk filmidir.
“Ben Gurbet Kuşları’nda Cüneyt Arkın’ı oynattığımda, onun sonradan Malkoçoğlu, Karamurat olacak cevherinin farkında değildim. Sinemaya çok uygun bir fizyonomisi vardı. Daha sonra Cüneyt Arkın, kendisindeki o cevheri herkesten daha iyi bildiği için at binmeyi, kılıç, kalkan kullanmayı, akrobasiyi öğrendi, atladı zıpladı kendini geliştirdi ve bu cevheri ortaya koyabileceği filmler yapılması imkanını sağladı. Dolayısıyla ben, Cüneyt Arkın’ı ilk defa oynatırken onun cevherinin ancak bir kısmının bilinci içerisindeydim.”
“Gurbet Kuşları”yla birçok ilki yaşayan Halit Refiğ, sinemanın krize girmeye başladığı ve televizyonun yaygınlaştığı günlerde TRT için, bugün bile unutulamayan ve yeni “ilk”ler yaşayacağı “Aşk-ı Memnu”yu yönetir. Televizyonlarda yerli dizilerin başlangıcı sayılan “Aşk-ı Memnu” da, Müjde Ar’ın ilk kez seyirci karşısına çıktığı filmdir.
“Aşk-ı Memnu, benim açımdan yine çok şanslı bir iş oldu. Türkiye’de televizyon yayıncılığı bir devlet kurumu tarafından başlatıldı. Uzun yıllar, diyelimki 1968 yılından 1974 yılına kadar bu yayınlar çok sınırlı kaldı. Haftanın belli günlerinde 4-5 saat yayın yapılıyordu. 1974 yılında İsmail Cem TRT Genel Müdür’ü olduktan sonra, haftanın her günü yayın yapmaya ve yayın saatlerini arttırmaya başladı. Bu hamle içinde de ilk defa kurum dışından kişilere televizyon için film yaptırma girişiminde bulundu. Televizyon için film yaptırma teklifinde bulunanlardan biri de bendim. Diğerleri de Metin Erksan ve Lütfi Akad’dı. O imkanlar içinde ‘Aşk-ı Memnu’ romanından film yapmak imkanı oluştu. Hiçbir özel kuruluşun yapmaya cesaret edemeyeceği şekilde, bir tarihi atmosfer içinde, herhangi bir ticari baskı altında kalmadan, salt kültürel amaçlarla, bir kamu kültür hizmeti olarak film yapma şansı ortaya çıktı. Ben bunun bilincinde olarak, bu şansı becerebildiğim kadar iyi kullanmaya gayret ettim. Bugün ‘Aşk-ı Memnu’ Türk televizyonlarında yerli dizilerin başlangıcı olarak kabul edilmektedir.”
Daha sonra, Kemal Tahir’in romanından, yine TRT için gerçekleştirdiği büyük ve önemli proje “Yorgun Savaşçı”nın başına gelenlerse herkesin malumu. Çekimleri yıllarca süren “Yorgun Savaşçı”, 12 Eylül darbecilerinin bir kabus gibi egemen olduğu günlerde “sakıncalı” bulunarak yakılır.
Aşk-ı Memnu” ve “Yorgun Savşçı”dan sonra, “Zirvedekiler”, “Sara ile Musa”, “Affet Bizi Hocam” gibi başka televizyon dizileri de yönetir Halit Refiğ. Televizyon dizilerinden keyif almış mıydı?
“Aşkı Memnu’ ve ‘Yorgun Savaşçı’ gibi TRT’ye yaptığım roman adaptasyonları dışında, benim yaptığım televizyon dizileri tek bir patrona yapılmıştı, Türker İnanoğlu’na. Türker İnanoğlu ile bizim yirmi yılı bulmuş olan bir işbirliğimiz var. Birbirimizin mizacını çok iyi kavramış durumdayız. Birbirimizden epey farklı kişiliklere sahibiz. Ben onun benden ne istediğini biliyorum. O, zaman zaman benim ne yapmak istediğimi ve onun nasıl yapılabileceğini biliyor. Başka hiçbir prodüktörün kolay kolay yapmayı kabul etmeyeceği tasarıları, ben Türker İnanoğlu sayesinde yaptım. Örneğin ‘Karılar Koğuşu’ gibi bir film… Benim yazar Kemal Tahir’e çok büyük bir hayranlığım, sevgim, bağlılığım vardır. ‘Yorgun Savaşçı’ hikayesi malum. Kemal Tahir’in romanından yapılan, önce yapılan, sonra yakılan… Tabii o durumda ben ‘Kemal Tahir Kimdi?’ diye bir film yapma ihtiyacını hissettim. Burada Kadir İnanır’ı da hayırla anmak isterim. O, böyle bir işte girişimin başındaki kişi olarak meseleye sahip çıktı. Türker İnanoğlu, belki başka hiçbir prodüktörün bana sağlayamayacağı imkanları, projeye hiçbir şekilde müdahale etmeden sağladı. Aynı şekilde ‘İki Yabancı’ gibi benim çok sevdiğim bir filmin prodüktörlüğünü de hiçbir şeye müdahale etmeden yaptı. O televizyon dizilerinde de ben, O’nun hangi hedeflere ulaşmak istediğinin bilincinde olarak, onun tasarladığı, ulaşmak istediği hedeflere, benim için de aykırı olmayan hedeflere ulaşmak için profesyonel bir yönetmen olarak çalıştım. O dizilerde fikir, tamamen Türker İnanoğlu’na aitti fakat benim de paylaştığım fikirlerdi. Bana aykırı olmayan fikirlerdi. O dizilerden kendi adıma mutluluk duydum.”