“işten çıktım/ sokaktayım/ elim yüzüm üstüm başım gazete/ sokakta tank paleti/
sokakta düdük sesi/ sokakta tomson/ sokağa çıkmak yasak”
Askeriyle, polisiyle tankların tomsonların sokaklara egemen olduğu günlerde tanışmıştım Nâzım Hikmet şiiriyle. Darbecilerin iş başında olduğu, topluma korku salmaya çalıştıkları; gençleri, aydınları tutukladıkları, işkencelerden geçirdikleri günler… 70’li yılların başıydı… Çok anlam veremesem de yaşananları ilgiyle, merakla izliyor, anlamaya çalışıyordum. O günlerde işçi önderi olan amcamın, grev ve direniş anılarını dinliyordum. İşçilerin sokağa çıktığı, barikatları aştığı, unutulmaz 15-16 Haziran bir iki sokak ötemizde yaşanmıştı. Meraklı çocuklar olarak biz, yürüyen işçileri görebilmek için koşuşturmuştuk sokaklarda. Dev gibi gençler sandığım Dev-Genç’lilerden sarı saçlı mavi gözlü ‘dev gibi’ bir sanatçıyı, Nâzım Hikmet’i öğreniyordum o günlerde. Amcam evde bağıra çığıra Nâzım Hikmet şiirleri okurdu: “Dalgaları karşılayan gemiler gibi,/gövdelerimizle karanlıkları yara yara/çıktık, rüzgârları en serin/uçurumları en derin/havaları en ışıklı sıra dağlara./Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu./Önümüzde bakır taslar güneş dolu./Dostların arasındayız!/Güneşin sofrasındayız! (…)”
“Sokaktayım/ gece leylâk/ ve tomurcuk kokuyor/ yaralı bir şahin olmuş yüreğim/ uy anam anam/ haziranda ölmek zor!”
Nâzım Hikmet’in Haziran’da öldüğünden habersizdim, şiirini ilk tanıdığım günlerde. Sonraki yıllarda öğrendim, tıpkı Orhan Kemal, Ahmet Arif, Cahit Irgat, Oğuz Özdeş, Cemil Meriç, Peyami Sefa, Tugay Toksöz, Turgut Özatay, Zihni Küçümen, Tahsin Saraç, Ahmet Haşim, Ahmet Muhip Dranas, Cahit Külebi gibi haziranda ayrıldığını aramızdan. Haziran ölümlerinden ve yaşananlardan etkilenen ozan Hasan Hüseyin, yazdığı ‘Haziranda Ölmek Zor’ şiiri için “1963′lerde yaşanılanları ben, ancak böyle dökebildim 1976’larda şiire. On üç yılda özümsemişim o olayları, on üç yıl sonra damıtabilmişim. O günleri yaşayıp da ozanlığa soyunanlar, elbette benden daha iyi yapabileceklerdir bu işi” demişti.
Geçtiğimiz günlerde büyük ozanın, Nâzım Hikmet’in 110. doğum yıldönümünü de kutladık. İlk gençlik yıllarımda Hikmet’in yaşamöyküsünü ve şiirlerini ezberlemiş, odamın duvarlarını onun posterleriyle kaplamıştım. Yine de bilmediğim birçok ayrıntı vardı yaşamöyküsüyle ilgili. Sinema dendiğinde Nâzım, Nâzım dendiğinde sinema gelmiyordu aklıma örneğin. Yanlış anımsamıyorsam ilk kez Müjdat Gezen’in (giriş yazısını 21 Haziran 1978’de yazdığı) Savaş Dinçel’le birlikte çıkardığı ‘Çizgilerle Nâzım Hikmet’ kitabında okumuştum İpek Film Stüdyosu’nda çalıştığını. Nâzım Hikmet’in şiirleri dışında romanlarını, tiyatro oyunlarını, düz yazılarını da okuyor, resim yaptığını, İpek Film Stüdyosu’nda dublaj yönetmenliği yaptığını biliyordum fakat sinemayla daha derin bir ilişkisi olduğunu öğrenmem daha sonraki yıllarda olabildi.
Yaşamöyküsüne her baktığınızda, yakın geçmişte Nâzım Hikmet, Yılmaz Güney gibi sanatçılarımızla ilgili ‘tabuları yıkalım’ gerekçeli çeşitli karalama kampanyaları açanları daha iyi anlayabiliyorsunuz. Değişen dünya düzenindeki yeni konumlanışlarıyla, yıkmak istedikleri tabular değil, aşamadıkları değerlerdi. Var olabilmeleri, bu değerlerin yok olmasına bağlıydı birçoğu için. Oysa onlar ‘tabu’ değil; duruşlarıyla, ışıklarıyla yolumuzu aydınlatan değerlerdi. Tabulara karşı çıkmak başka, değerleri yok etmek başka bir şeydi.
‘HAZIR PİYESİN VAR MI?’
Nâzım Hikmet 15 Ocak 1902 yılında Selanik’te doğmuş. Babası Hikmet Bey Almanya’da konsolosluk, İstanbul’da Matbuat Müdürlüğü yapmış, emekliliği sonrası Cumhuriyetin ilk yıllarında Kadıköy’de bir sinema işletmeyi denemiş, başaramayınca Süreyya Paşa Sineması’nda yönetici olmayı seçmiş. Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım, Nâzım’ın deyimiyle dünya güzeli bir kadındır. Resme olan tutkusu onu, Paris’e gidebilmek için çocukları Samiye ve Nazım’dan ayırmış. Nâzım, valilik yapmış, edebiyata meraklı dedesinin yanında büyümüş.
19 yaşında gittiği Sovyetler Birliği’nde, Moskova Meydanı’nda izlediği ‘Açlık… Açlık… Açlık…’ adlı belgesel Nâzım Hikmet’i hem sinema ile tanıştırır hem de şiir anlayışının değişmesinde önemli rol oynar. Mayakovski’nin şiirinden de etkilenen Nâzım, şiirinde görsel vurgunun belirginleştiği sinemasal bir anlatımı seçer. Moskova’da kaldığı sürece, Doğu Emekçilerinin Komünist Üniversitesi’nde okuyan Nâzım Hikmet, 1924 yılında bu kez Cumhuriyet Türkiyesi’ne döner. Ülkesine, Türkiye Komünist Partisi’nin bir sıra neferi olarak dönen Nâzım, politik mücadelesinin yanında edebiyat çalışmalarını da aralıksız sürdürür. 1923-24 yılları arasında Süreyya Paşa sinemasının müdürlüğünü yapan babası Hikmet Bey, Osmanlıca-Fransızca olan ‘Le Courrier du Cinema/Sinema Postası’ adında bir dergi çıkararak film tanıtımına, sinema haberlerine ve eleştiri yazılarına yer vermeyi kararlaştırmıştır. Nâzım’ın bu dergide kendisine yardım etmesini, yanında çalışmasını ister.
Nâzım, çok kısa bir süre önce döndüğü ülkesini yeniden terk ederek Sovyetler Birliği’ne gitmek zorunda kalır. Yeni soruşturmalar ve tutuklamalar başlamıştır ve Nâzım Hikmet de İstiklal Mahkemesi’nde açılan davada on beş yıla mahkûm olur. Tekrar Moskova’dadır. O günlerde Moskova’ya giden Muhsin Ertuğrul’un iyi biçimde ağırlanmasını sağlar. Muhsin Ertuğrul, Odessa ve Bakü’de ‘Tamilla’ (1926) ve Moskova’da ‘Spartakus’ (1926) adlı öykülü uzun iki film çeker. Nâzım Hikmet bu filmlerde görev almamıştır.
Nazım Hikmet’in bütün isteği ülkesine dönebilmektir. Yürürlüğe giren ceza yasasındaki değişiklikle 15 yıllık hapis cezası ortadan kalkmıştır fakat 1927 Tevkifatı nedeniyle çarptırıldığı 3 aylık ceza nedeniyle yasal yollardan dönemez. 1928 yılının Temmuz’unda pasaportsuz olarak gizlice geldiği Hopa’da tutuklanır. Yedi ay süren hapisliğin ardından serbest kalır. Bu Nâzım’ın ilk hapse girişidir.
Nâzım Hikmet, hayatının her anında yazmayı, sanatı düşünüyor, sürekli üretiyordur. Resim yapar… Sinema üzerine de yazılar yazar. Hollywood sinemasına karşıdır, sahici bulmaz. Bizim sinemamızın da Hollywood sinemasını taklit etmesine karşıdır.
Bir gün Muhsin Ertuğrul ziyaretine gelir ve “Hazır piyesin var mı?” diye sorar. Bu ziyaret ve talep Nâzım Hikmet’in tekrar tiyatroyla, ardından da sinemayla bağını yeniden kurar. ‘Kafatası’ ve ‘Bir Ölü Evi’ piyeslerini yazar. Böylece Nâzım Hikmet ve Muhsin Ertuğrul arasında da bir dostluk ve iş arkadaşlığı bağı oluşur. Muhsin Ertuğrul’un İpek Film için çektiği ‘Bir Millet Uyanıyor’ filminde de Nâzım, hem reji asistanı hem de seslendirme yönetmeni olarak önemli bir rol oynar. İpek Film’in sahibi İpekçiler, ilk sesli film stüdyosunu da kurar. 1933 yılında Nâzım’ın yönetmenliğinde İpek Film Stüdyosu’nda Türkçe dublaj yapılmaya başlanır.
İMZALAR DEĞİŞİR
Muhsin Ertuğrul, Nâzım Hikmet’le işbirliğini sürdürür ve ‘Karım Beni Aldatırsa’ filminin senaryosunu yazdırır. Nâzım, daha sonra da birçok filmde kullanacağı Mümtaz Osman imzasıyla senarist olarak yer alır filmde. 1933 yılında çekilen yedi filmin beşi ‘Cici Berber’, ‘Fena Yol’, ‘Karım Beni Aldatırsa’, ‘Naşit Dolandırıcı’, ‘Söz Bir Allah Bir’ bu ikilinin imzasını taşır; yönetmen Muhsin Ertuğrul, senaryo Mümtaz Osman. Aynı yıl çekilen ‘Düğün Gecesi/Kanlı Nigar’ filminin ise hem yönetmeni hem de senaristidir Nâzım. 1934 yılında da Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘Aysel Bataklı Damın Kızı’, ‘Leblebici Horhor Ağa’ ve ‘Milyon Avcıları’nın senaryoları da Mümtaz Osman takma adıyla Nâzım’a aittir. Nâzım Hikmet 1937 yılında ‘Güneşe Doğru’ filmiyle, senaryosunu da yazdığı filmde bir kez daha yönetmenlik yapar. Bütün bu çalışmaları sürerken hakkında da yeni davalar açılmıştır ve 1938 yılında tutuklanır. Uzun mahkûmiyet yılları başlamıştır. Buna rağmen İpekçiler ve Muhsin Ertuğrul, Nâzım Hikmet’le ilişkilerini kesmez, senaryo yazdırmayı sürdürürler. 1939 yılında ‘Tosun Paşa’, 1940’ta ‘Şehvet Kurbanı’, 1941’de ‘Kahveci Güzeli’(M. İhsan imzasıyla) ve 1942’de de ‘Kıskanç’ filmleri çekilir Mümtaz Osman imzalı senaryolarla.
Nâzım Hikmet 1946 yılında Muhsin Ertuğrul için Ercüment Er imzasıyla özgün bir senaryo yazar: ‘Kızılırmak Karakoyun’. Bu birlikte son çalışmalarıdır. Nâzım Hikmet cezaevindedir ve haksız yere, yasalarda karşılığı olmamasına rağmen 28 yıl gibi ağır bir cezaya çarptırılmıştır. Nâzım, bu haksızlığı ortadan kaldırmak ve özgürlüğüne kavuşmak için girişimlerde bulunur. Açlık grevi yapar. ‘Kayıtsız şartsız affedilmesi talebi’ yurt içinde ve yurt dışında yayılmaya başlar. “Nâzım Hikmet’e Af” kampanyaları yaygınlaşır. Af dilekçeleriyle imza kampanyaları açılır. Hükümet değişmiş, Demokrat Parti iktidara gelmiştir. Nâzım yeni hükümetin çıkardığı af yasasıyla 15 Temmuz 1950’de hapisten çıkar. 1951 yılında yine İpek Film hesabına ‘Barbaros Hayrettin Paşa’ ve ‘Lale Devri’ filmlerinin senaryolarını yazar. Senaryosunu o sıralarda yazdığı ‘Balıkçı Güzeli’ filmi ise, 1953 yılında Baha Gelenbevi tarafından filme çekilir. Bu üç senaryosunda da İhsan Koza imzasını kullanır. Devlet bir türlü yakasını bırakmıyordur Nâzım’ın. Peşinde sürekli sivil polisler vardır. Askerliğini yapmamış olduğu gerekçesiyle şubeye çağırılır. 8 Haziran 1951 günü Kadıköy Askerlik Şubesi Nâzım Hikmet’in er olarak askerliğini iki yıl Sivas’ın Zara ilçesinde yapması için karar alır. Oysa Nâzım daha önce askere gitmiş fakat sağlığı elverişli olmadığı için çürük raporu verilerek terhis edilmiştir. Polis takiplerinden, komplo endişelerinden iyice bunalmıştır. Nâzım Hikmet, bir kez daha çok sevdiği ülkesinden ayrılmayı kafasına koyar.
‘ASIL SORUN BENDEN REALİST SENARYO İSTEMEMELERİ’
Yine hazirandır aylardan. 17 Haziran 1951 günü, Refik Erduran’ın ayarladığı bir deniz motoruyla İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e çıkarlar. Karadeniz’de bindiği Plekhanov şilebiyle Romanya’nın Köstence limanına çıkar. Oradan da Moskova’ya gönderilir.
Nâzım Hikmet, geriye dönüp baktığında yazdığı senaryolardan hoşnut değildir. “Asıl dava, meselâ bana senaryo yazdırırlarken, benden ne operet, ne melodram, ne kepaze sergüzeşt mevzuu değil; benden ciddi, realist, ağırbaşlı ve tek kelimeyle gerekirse altına imzamı koyacağım senaryo istememeleridir. Hâlbuki şimdiye kadar bana yazdırdıkları senaryoların hiçbirinin altına bir milyon verseler imzamı koymam ve hatta bunları yazdığımı bile inkâr ederim” der. Bu eleştirinin muhatabı Nâzım’a senaryo siparişleri veren Muhsin Ertuğrul’dur, biraz da İpek Film’in yöneticileridir.
Nâzım Hikmet’in cezaevindeyken yazdığı ‘Yolcu’ adlı oyun 1993 yılında Başar Sabuncu tarafından filme çekilir. Kurtuluş Savaşı günlerinde bir tren istasyonu şefi, karısı ve makasçının öyküsü anlatılır.
Nâzım Hikmet Vâ-Nû’lara yazdığı bir mektupta sinemamızın sorununu şu cümlelerle özetler: “Bizde filmcilik ilerlemiyorsa, sosyal sebepler bir yana, sebep ne teknik noksanında, ne aktör noksanında, ne rejisör, ne sermaye noksanındadır. Bütün mesele film çevirmek isteyen sermayedarın kafasında ve çeviren insanın zihniyetinde Amerikan, İngiliz, Fransız filmlerinin örnek tutulmasındadır. Hâlbuki biz eldeki teknikle, personelle, parayla hakikaten güzel filmler çevirebilirdik. Yeter ki ‘Türk janrı’ filmin mevcut imkânlarla nasıl olması gerektiği işi üzerinde düşünülsün. (…) Hep aynı aldanışa düşüyoruz. Dışarının muazzam tekniğe, bebek kadına, muhteşem palavraya, dekora, baygın gözlü jön prömiyere dayanan ve sahte haşmetiyle göz kamaştıran filmlerini taklide kalkıyoruz fakat bizde o imkânlar olmadığı için kepazelik oluyor. ”
Aydınına, sanatçısına düşünmeyi, düşündüğünü açıklamayı, mutlu olmayı, güzellikler içinde yaşamayı çok gören, yasaklayan bu ülke Nâzım Hikmet’e de çok gördü bütün bunları.
Hani bir şiirinde “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,/ hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,/ ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,/ yaşamak yanı ağır bastığından” demişti ya usta, yine O’nun şiirindeki dizelerle ve aynı umutlarla tekrarlayalım: “Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz…”