Sinematik Söyleşiler arasında daha önce Ülkü Erakalın: Türkan Şoray Benim Bütün Filmlerimde Öpüştü’ yayınlamıştık. Ülkü Erakalın‘ın röportajında bahsettiği Arzu Okay söyleşisini paylaşmadan önce 2007 yılında Fatih Türkmenoğlu‘nun yaptığı söyleşiyi yayınlamanın daha mantıklı olduğunu düşündük. Ustaca hazırlanmış sorularla keyifli bir sohbet gerçekleşmiş.
Arzu Okay özellikle sitemizde dikkat çektiğimiz bir konu üzerine oldukça anlamlı bir söz söylemiş ve Fatih Türkmenoğlu‘da bunu başlığına taşımış. Pek çok kadın oyuncunun başkalaştırılmaya çalışıldığı bir dönem üzerine belge niteliğindeki yazıları arşivimize katarak sizinle paylaşmaya devam ediyoruz.
Eğer siz benim çıplaklığımı kötü çekmişseniz, o sizin probleminiz!
Arzu Okay 1970’li yılların en ünlü seks filmi yıldızlarındandı. Sonra sinemadan elini ayağını çekip Paris’e yerleşti. O günlerini anlatırken “Ben hiç çırılçıplak gözükmedim” diyor. “Şimdi olay ne: Çıplaklık mı, kötü film çekmek mi? Benim çıplaklığımı kötü çekmişseniz, o sizin probleminiz. Sizin estetik bilginizin noksanlığından kaynaklanıyor”
FATİH TÜRKMENOĞLU – 15 Nisan 2007
Sabahın 6’sındaki uçakla Paris’e gittik. Arabası bozuk olmasaydı, bizi Arzu Okay karşılayacaktı. Taksiyle evini bulduk. “Asla otele gitmiyorsunuz, size yukarıda odalarınızı hazırladım” dedi. Hong Kong’dan yeni dönmüştü, ertesi gün Güney Fransa’ya, butiklerden para tahsil etmeye gidecekti. 51 yaşın ve birçok hayatın yorgunluğu bir tarafa; bu ilk lafıyla beni cezbetti. O anda “sen”, o anda “Haydi birer kahve daha” kulvarına geçtik. Ve akşama kadar konuştuk…
“Çok güzel kum midyeli pilav yaparım. Bolca soğanı öldür, midyeleri at içine. Kendi suyunu salsın… Bir bardak pirinç, bir bardak su, bir bardak şarap; tuz ve karabiber. Son anda da maydanoz serpiştir. Süper bir şey oluyor… Bak dene, paella’dan daha güzel” diye sohbete başladık.
Sonra tam bir gün süren bir “Renkli-Türkçe Arzu Okay” filmi izledim. Onun “adam gibi adam olma” çabalarına şahit oldum. Şiirlerini dinledim, “kötü” dediği sesinden şarkı mırıldanmasına şahit oldum.
İşte başka türlü bir Arzu Okay.
Bu defa parçasız, bu defa Paris’te. Filmin adı: Bir Başarı Öyküsü. Mekan: Paris. Görüntü yönetmeni: Ercan Arslan. Ve baş kadın oyuncu, alkışlarla, Arzu Okaaaaay!
Yemek yapmayı seviyorsunuz, hemen yemek konuşmaya başladık…
Bazıları yemek yapmayı sevmez, ben çok severim.
Çok küçük yaşta şöhret oldunuz değil mi?
Böyle “siz” falan, n’oluyoruz? “Biz” diye mi cevap verelim yani?
Yok yok, röportaj yapmaya başladık ya, birden saygılı ve mesafeli davranmaya başladım.
Peki o zaman, “biz” efendim, 15 yaşında sinema güzeli seçildik, bu hayata düştük! 14 yaşındayken Zeki Müren’le fotoromanda oynadım. Saklambaç gazetesi bir kız arıyordu, ben yarışmaya girip kazandım. Daha sonra başka fotoromanlarda da oynadım. Gazetenin bütün reklamlarında modellik yaptım, maaşlı elemanı oldum.
Bayağı maaş mı alıyordun?
Tabii, bütün gazetecilerle ben de her ay maaş kuyruğuna giriyordum. Kadir İnanır da kuyruğa girerdi o zamanlar, o da fotoromanlarda oynardı.
Sonra “Sinema güzeli” oldun.
Evet, İtalya’ya gönderdiler, orada da dünya dördüncüsü oldum. Hemen benle 10 filmlik kontrat imzaladılar.
Yeterli bir oyunculuk altyapısı yokken zor bir iş.
Vardı… Babam şoför, annem ev kadınıdır, bu durumda “Sanatçı bir aileden geliyorum” deme şansım yok ya! Lisede tiyatroyla çok ilgiliydim. Ruhumuzda vardı hayatım… Hah hah! Dur bir yudum şarabımdan içeyim, hah, Mecidiyeköy Lisesi’nin o zamanlar çok iyi bir tiyatro grubu vardı. Profesyonel oyuncular çalıştırırdı. Turnelere falan bile gittik, yarışmalara katıldık.
Ödül aldınız mı?
Hayır, ben hızlı konuşuyormuşum! Hâlâ öyleyim.
Ve filmler başladı.
Evet, bu arada okulu bıraktım. Gece lisesine yazıldım, o da yattı.
Ne zaman yalnız yaşamaya başladın?
17 yaşımda annemin evini terk ettim, ilk gece Bilge Olgaç’ın evine gittim. Benim rejisörümdü. Ben de iyi bir solcuydum… Neyse, Bilge “Bu ev her an basılabilir, sen gece kal, sabaha kendine güvenli bir yer bul” dedi. Ertesi gün Abdurrahman Keskiner’in yanına gittim, bana 1500 lira verdi. Bir ay otelde kaldım, sonra gidip ev tuttum. Yavaş yavaş ev kurdum. Çok çalıştım, hâlâ da çok çalışıyorum.
İlk filmin hangisiydi?
Ayhan Işık’la çektiğimiz “Ölünceye Kadar“. Film çok tuttu, iyi iş yaptı. Hâlâ da bazen oynuyor, rastlıyorum.
Ne komik, 16 yaşında bile değilken “baş kadın oyuncu” oluyorsun…
Tabii canım! Elini nereye koyacağını bilmiyorsun, gözünü nasıl süzeceğini bilmiyorsun. Ablalarım ne yapıyorsa, onlar gibi yapmaya çalışıyordum.
O zaman erkek arkadaşın var mıydı?
Vardı. Okuldan eve kadar beraber yürürdük. Sonra elimi tutmaya başladı. Ama sonra başkasına aşık olup beni terk etti. Aylarca onu beklemiştim… O zamanlar dramlar modaydı. Kerime Nadir, Reşat Nuri Güntekin uyarlamaları… O dönem bitti, kovboy filmleri modası başladı.
Hatırlıyorum o filmlerden bazılarını.
Çatalca taraflarında filmler için bir kovboy kasabası bile yapmışlardı! Ata binerdik, dövüşürdük… İranlı Cihangir Gaffari gelmişti, sonra da o İtalyan sinemasına gitti.
Kovboylar da bitti…
Yerine köy filmleri geldi. Şarkılar, türküler… Sonra onlar da bitti; artık film çekilemez hale geldi ve seks filmleri furyası başladı.
En sormak istemediğim konu… Hiç seni incitmek istemiyorum.
Rahatına bak. Ben hiç rahatsız değilim. Bugün de olsa, gene oynarım. Benim oynadığım filmlerden sonra, birçok sanatçı arkadaşım da “Masum kız soyunur” diye soyundular. Ama hep başı çekenin başı yanıyor. Arzu Okay’a o filmlerden sonra bakanlar, “Bacağı nasıl, göğsü nasıl?” diye baktılar. Hiç kimse gözümün içindeki ışığa bakmadı.
“Aç kaldım, yaptım”
Bir dönem Türk erkeklerinin hayalini süsledin.
Talep o yöndeydi, ben de cevap verdim. “Ben bir tabuyu yıkmaya karar verdim” falan dersem yalan olur. Kültürel birikimim bunları düşünmeye yetmezdi o zamanlar. Aç kaldım, yapmak zorundaydım, yaptım.
Gerçekten aç kaldın mı? Öyle derler ama “açlık” boyutları senin durumunda neydi?
Ciddi aç kaldım. Yüzüğümü sattım, onu-bunu sattım, başka hiçbir şey kalmadı. Elektrik borcumu yatırmaya Elektrik İdaresi’ne gittim bir gün, bütün paramı harcadım. Taksim’den Topağacı’ndaki eve yürümeye başladım. Tam Hilton’un önünde ayakkabımın topuğu çıktı.
Ne yaptın peki?
Topuğu çantaya attım, ağlaya ağlaya yürümeye başladım. O anda bir kız arkadaşım taksideymiş, beni aldı. Beraber bana gittik. Evde sadece mercimek vardı, pişirip onu yedik. O gün “Ne teklif gelse kabul ediyorum” dedim. Başka ne iş yaparım ki? Ne mesleğim ne param ne de diplomam var. Kızıma hep diyorum ki “Diplomanı al da, sonra ne yaparsan yap”, ister şarkı söylesin, ister dans etsin…
İlk gelen teklifi kabul ettin mi?
Evet. Biraz öpüşecektim, biraz da göğsümün ucu görünecekti. Filmlerin devamı geldi. Oynadığım yere kadar oynadım. Aslında bu filmler beni hiç rahatsız etmiyor.
“Elimden kitap düşmez”
Nasıl bu işi “içselleştirmemeyi” başardın?
Çünkü o benim işim! Sahneye de çıktım, indiğim zaman makyajımı silip jean’imi giyiyordum, üniversitede okuyan arkadaşlarla buluşuyordum. Onlar ders çalışıyordu, ben kitap okuyordum.
Arkadaşların üniversiteli ama.
Sinema yaptığım insanlar benden 10-15 yaş büyüktü. Ben çocukluk arkadaşlarımla hiç kopmadım. Artist oldum diye onlarla görüşmemem gibi bir şey söz konusu değildi. Onlar üniversiteyi bitirdiler; ben de Nâzım okurdum işte.
“Annem ev kadını, babam kamyon şoförü, ben de okumadım” diyorsun ama hep yazarlardan, çizerlerden, dergilerden bahsediyorsun.
Ben iyi bir okurum. Elimden kitap düşmez. Kendime göre seçtiğim bir yol vardı, “olmak istediğim kişi” için çok okumam gerekiyordu.
Sahne nasıl oldu?
Para kazanıyordum. Sesim de hiç yoktur ha! Filmlerde çok da oynamama gerek kalmadı derken, bir gün sette sigortalarım attı. “Ben bırakıyorum, İngiltere’ye gidiyorum” dedim. Annemin geçineceği parayı ve evimin altı aylık kirasını verdim, bastım İngiltere’ye gittim. 22 yaşındaydım.
Ne kadar kaldın?
Yedi ay kadar. Bir oda tuttum, sabah 8 akşam 5 okula gittim. Kimseyle dostluk etmedim. Benim param kıymetli ya, İngilizceyi öğrenmem lazım. Her dakikanın hakkını verdim. Param bitince de döndüm. Hayatımın en mutlu dönemiydi.
Dönünce sinema yapmadın mı?
Sahneye çıktım. Güzeldim, güzel giyiniyordum. Sesim yoktur, beş-altı şarkı söyleyip iniyordum sahneden. Sonra bir turneye çıktım, oturduğum daireyi aldım o parayla. İbrahim Tatlıses, Beyaz Kelebekler ve ben.
Kadro ilginç…
Hayatımın en renkli dönemi! Tam 12 Eylül öncesi. Sağcıların gittiği sinemada konser veriyorsak solculardan küfür yiyorduk ya da tam tersi. Ben solcuyum ya, solculardan tehdit geldiği zaman çok canım acıyordu. Kars’ta konsere çıkmadım, sinemada o gece bomba patlamış… Ama turne çok eğlenceliydi. En son Ceyhan’da da sanat hayatımı bitirdim. Sahneye bir bardak düştü, patladı. Hayatımda hiç bilmediğim bir şarkıyı söylemeye başladım, orkestra arkada kalakalmış…
O anda çantayı topladım. “Bitti” dedim.
“Hiç çırılçıplak gözükmedim”
Hiç hard-core seks filmleri çektin mi?
Hayır canım, “erotik” diyebiliriz. Cinsellik çağrıştıran filmler. Tabii araya parça ekliyorlarmış. Ben görmedim ama duydum. Kötü adamı oynayan bir arkadaşım vardı, Demircan diye. Bir gün geldi, “Abla bana zenci şeyi eklemişler” dedi! Adile Abla’nın, Fatma Girik’in filmlerine bile eklemişlerdi o dönemlerde.
O dönem seks filmlerinde oynayan gencecik kadın, setten eve dönünce ne yapar? A) Sevgilisine yemek yapar. B) “Allahım çıkışım nerede?” diye düşünüp kendini uyuşturucu ve alkole bırakır. C) Dine sarılır. D) Hiçbiri.
D, hiçbiri. Ben “su gibi” bir yol buldum. İnsanın hayatı su gibi olmalı diye düşünüyorum. Suyun önüne bariyer yaparsın, kenarından başka bir yol bulur. Ben akıntıya karşı koymak yerine hep akıntıyla birlikte yüzdüm. Yüzmek zorundayım çünkü başka şıkkım yok.
“Hayattaki bu çabalarımı kızım anlar mı?” diye aklından geçirdiğin oluyor mu?
Bilmem anlar mı? “Sevmeyi öğretebildiyesem, anlar o zaman” diye düşünüyorum.
Türkiye’ye kızgın veya kırgın mısın?
Çok kırıldım. “Arzu Okay” dendiği zaman insanların zihninde üçüncü sınıf bir fahişe imajı canlanıyor. O gözle bakılmayı hak etmiyorum. Şu kültablasına bak: Ben kenarındaki delikleri görüyorum, sen içindeki çöpü! İş kötüydü… O zaman doğru iş yapmanın yolunu arasaydık ya.
Rencide olmuşsun.
Yahu arabama hırsız girdi, gazete “Arzu Okay’ın arabasına hırsız girdi, donunu çaldı” diye yazdı. Benim donumun arabada ne işi olsun ki? Böyle bir haber nasıl çıkar!
Annen ve baban?
Ben 10 aylıkken ayrılmışlar. Babamı 27 yaşımda tanıdım. Taksi şoförüydü, Dilson Oteli’nin önünde duruyordu. Arabasını biliyordum. Bir gün gördüm, önüne çektim arabamı. “Baba yarın öğlen gel, kafaları çekelim” dedim. Çok güzel bir sofra hazırladım ona. Çok güzel arkadaş olduk o gün. İyi ki olmuşuz. Harika bir üç sene geçirdik. Tavlada da yendim, gezdik de, yedik-içtik de…
Ne oldu peki?
Öldü…
Annen?
Muhtelif eşler değiştirdi, en sonuncudan sonra ben baktım.
Sinemayı bıraktın, sahneyi bıraktın, akıntı nereye götürdü seni?
Liseyi dışarıdan bitirmek için dersler almaya başladım. Aç parantez, kapa parantez, karekök falan… Ders aldığım hocalardan biri karısıyla beraber deri işi yapıyordu. Bunlara ortak oldum. Yanımda iki tane hanutçu, Kapıkule’de Polonya plakalı arabaları bekleyip el kol hareketleri ile onları durdurup mal sattık. Onlar tabak-çanak, ipek falan getiriyorlardı. Biz de onları pazarlarda ve kadın günlerinde satıyorduk. “Arzu Okay geldi, nefis angoralar, mikserler getirmiş” diyorlardı!
“1990 krizinde çok fena battık”
Eski zaman ticaretleri gibi.
Evet. Asurlular ve Babilliler! Ben sonra bu işin büyümesi gerektiğini düşündüm. Fuarlara gelip gitmeye başladım. Fransa’ya yöneldim en çok. 14-15 milyon dolarlık cirolar yapmaya başladık. Yanımda bir dönem 640 kişi çalışıyordu.
Hangi sene?
1984-1986 arasında. Buradaki, Paris’teki yeri açtık. O sırada Eda’nın babasıyla tanıştık, 85’te de onunla evlendim. 87’de de hayatımın en güzel şeyini yaptım. Canım aşkım benim, gel bir annen öpsün seni!
Sırada ekonomik kriz var sanırım!
1990 krizi! Çok ciddi olarak battık. Burada o sene büyük bir mülk de almıştık, kimse bize olan borcunu ödemedi. Biz Türkiye’deki firmamıza ödeyemedik, hep birlikte gümledik yani. Sonra tekrar işe başladım. Butik işlettim, bir firmayla ortaklık yaptım, şimdi de üçüncü senem, kendi işimi yapıyorum. İyiye gidiyor. Eda biraz daha büyüyene kadar götürmeyi, sonra kendime vakit ayırmayı düşünüyorum.
“Seks filmi çeken erkekler kendini kurtardı”
Aslında çıplaklık o dönemde birçok filmde var.
Ben hiç çırılçıplak gözükmedim. Şimdi olay ne: Çıplaklık mı, kötü film çekmek mi? Benim çıplaklığımı kötü çekmişseniz, o sizin probleminiz. Sizin estetik bilginizin noksanlığından kaynaklanıyor. Benim filmlerimden çok daha çıplak filmler, bugün “sanat filmi” olarak adlandırılıyor.
Peki neden “seks filmleri” konusunda hep senin adın geçiyor?
Kızdığım şeylerden biri, ben bu filmleri tek başıma çekmedim. Bir yığın prodüktör arkadaşım para kazandı, hatta iyi paralar kazandı. Şimdi de paşalar gibi yaşıyorlar. Erkek oyuncuların içinde İsmail Dümbüllü’nün kavuğunu alanlar da oldu, “Hocam” diye herkesin önünde eğilenler de oldu. O dönemki filmleri kimlerle çektiğim belli: Ali Poyrazoğlu, Bülent Kayabaş, Hadi Çaman, Mete İnselel… Herkes kurtardı kendini, herkes çok saygın… Kabak kadınların başına patladı. Ben sinemayı bıraktım. Kimi evlendi, kendini unutturdu. Mine Mutlu rahmetli oldu. Benim memem gözüktüyse, erkek oyuncunun da poposu gözüktü. O affedildi de biz neden affedilmedik?
Kendini kurtaran kadın oyuncu olmadı mı?
Yok. Bizler de sinemadan kaçtık. Mine Mutlu, Feri Cansel ve ben zaten sinemacıydık. Ciddi filmlerde oynamış insanlardık. Festivallere katılma düzeyinde filmler yaptım ben. 100 küsur filmim var, içinden 24 tanesi seks filmi. Öbürlerinin hepsi unutuldu gitti.
1 yanlış 10 doğruyu götürdü.
Benden sonra bir yığın film çekildi, bugün kimse “seks yıldızı Ayşe hanım” diye anılmıyor. Bense bugün bir şey yapsam, “Eski seks yıldızı Arzu Okay” derler. Niye “eski seks yıldızı”? “Eski sinema oyuncusu” diyebilirsin.
Amerika’da 50 yaşında üniversiteye başlamış birçok öğrenci tanıdım. Bakarsın akan su seni bu kez öyle bir yerlere götürür, ne dersin?
Yok, ben yazı yazacağım. Sakin, sessiz bir yerlerde, mesela Güney Afrika’da ufak bir evim olsun isterim. Orada yazıp çizeyim… İki kere Senegal ve Kenya’ya gittim; oralarda insanlar çok temiz. Yılın yarısını oralarda geçirip yazmak isterim. Artık fizikçi olamam, geçti. Şimdi şiir falan da yazıyorum, Siyah Afrika’da iyi yazılır…
Paris’ten sıkıldın mı peki?
Hayır, asla. Yerden çok benim nasıl olduğum önemli. İnsan her yerde iyi de kötü de olabilir. Paris çok güzel bir şehir, çalışmaktan görmeye vaktim olmuyor, o başka. İnsanların iyiliği mekanla çok bağımlı değil. Senle ilgili.
Kızınla ilgili hayallerin neler?
Aa, bak ben çok hayal kurarım. Tanrıya çok inanırım. Bugüne kadar kazık yemediğim tek ilişkim, onunla kurduğum. Ah ne hayaller kuruyorum, onlarla da canlı kalıyorum. Umudumu hiçbir zaman yitirmiyorum. Şimdi de kızımın ayakları üzerinde sapasağlam durduğunu görmek istiyorum.
Küçük bir dünyadan hayata başlayıp buralara geldin. Kızın beş dil bilip iki üniversitede birden okuyor. Senin yapamadığın her şeyi yapıyor… Açıkçası zor bir iş başarmışsın!
Kendini ve hayatı seversen emek vermeye başlıyorsun. O verdiğin emek, sana geri dönüyor. Kendini eğitmek için emek harcıyorsun, olumlu şeyler olmaya başlıyor. Sana gösterdiğim sevgi, bir gün bana dostluk olarak dönüyor. Ciddi olarak sevmeyi becermek lazım.
Şu anda erkek arkadaşın var mı?
Yok. Eda da “Birini bul da senden kurtulayım” diyor. Üç senedir yok. Ekimde 52 olacağım. Yaşlandım galiba…
Yaşlı durmuyorsun ama çok yaşamışsın.
Beraberliği çok ciddiye alıyorum. Seninle burada oturuyorum, saatlerdir konuşuyoruz. Ben birisiyle berabersem, bu kadar saat seninle oturamam mesela. Ne diyeceğim? “Ahmetciğim sen yemeği ısıt yiyiver” denir mi? Öbürü de benim anladığım bir dil değil.
Hangi dil?
Var ya hani, “Haftada iki gün buluşalım, senin evin senin olsun, benimki de benim”. Niye?
Evliliğin ne kadar sürdü?
Yedi sene. Artık sevgimiz bitmişti.
Peki bir daha 14 yaşına dönebilsen, Saklambaç’ın fotoroman yarışmasına girip Zeki Müren’le fotoroman çevirir miydin?
Benim isteğimle olmadı ki bunlar… Sadece sınıfın değil, okulun en iyi talebelerindendim. Okulu bıraktığım zaman iki öğretmenim ve müdür muavini eve geldiler. “Bırakın bu kız bari liseyi bitirsin” dediler. Hep 9-10. Fizikçi olmak isterdim. Çok isterdim. Matematik ve fiziği çok seviyordum.
Kitap okumaya ne zaman başladın?
Bir gazeteci arkadaşım, 15 yaşındayken Jack London’ın “Demir Ökçe”sini vermişti. Kitapta “metafizik” kelimesi geçiyor, “Allah, bu ne demek?” diyorum. 60 sayfa acı çektim, hiçbir şey anlamadım. Beş senelik kitap dostluklarından sonra “Demir Ökçe” su gibi gitti. Öyle bir yere geldim ki, her şeyi okuyabilirim.
Bir listen yok yani…
Yok, canım ne isterse onu okurum. Nâzım’ın yeri apayrıdır tabii.