Ali Murat Güven – Türk Sineması mı, yoksa Türkiye Sineması mı?

turk mu turkiye mi

4 yıl önce Sinematik Yeşilçam’da Yeşilçam mı Türk Sineması mı Türkiye sineması mı diye bir anket yapmıştık. Sene sonunda da Hayal Perdesi dergisinin daha akademik bir araştırması varmış. O dönem anketimiz sansüre kurban giderken eski sitemizde kalan yazılar da bir şekilde yeni adresimize taşımaya çalıştık.

Bu anket süresince pek çok sinema yazarının görüşlerini de almıştık ama 3-4 tanesini yayınlayabildik. Eski defterleri karıştırıp düzenlemeler yaparken Ali Murat Güven‘in daha çnce Yeni Şafak gazetesinde iken kaleme aldığı bir yazı dikkatimi çekti. Bizim siteye yolladığı cevapları çok daha geniş anlattığı bu yazıyı sitede paylaşamaya karar verdim. Zaten site içeriğiyle ilişkili yazılara sitede yer verebileceğimizi söylemişti.

Ali Murat Güven ile hemfikir olmayabilirsiniz ancak yazıda derdini çok iyi anlattığını düşünüyorum.  Ben, kavramlar üzerinde toplumsal bir anlaşma sağlanırsa sinemamızın isminin Türkiye sineması olmasından rahatsız olmam ama bunun düzgün şekilde tartışılıp irdelenmesi taraftarıyım. Ancak dil kuralları içerisinde veya Türkçe dili açısından ele alacak olursak bugün ki sinemanın adı bana göre Türk Sinemasıdır.  Üzerine kafa yorulacak pek çok farklı açıdan bakan bir yazı ile sizleri başbaşa bırakıyorum… (Utku Uluer)

ALİ MURAT GÜVEN | 19 OCAK 2011, 11:55

ali murat güv1Bilim ve Sanat Vakfı (BİSAV) tarafından yayımlanan sinema kültürü odaklı “Hayâl Perdesi” adlı dergi, Ocak-Şubat 2011 tarihli sayısında “Türk Sineması mı, Türkiye Sineması mı?” başlıklı bir soruşturma dosyası hazırladı. Bir grup senarist, yönetmen ve sinema yazarıyla birlikte benim de görüşlerime başvurulan bu önemli dosyaya (elimin her zamanki ayarsızlığıyla) oldukça uzun bir cevap metni gönderdim. Ancak, derginin editöryal ekibine, “Cevaplarımın uzun olduğunun farkındayım. Siz önce bu metni okuyun, içinden amaca en uygun bulduğunuz bölümleri alıp değerlendirirsiniz” şeklinde bir not iletmeyi de ihmâl etmedim.

Sonuçta, dergi geçtiğimiz günlerde basılarak piyasaya sürüldü ve soruşturmanın yayımlandığı sayfalarda benim görüşlerimin önemli bir bölümüne de yer verildi. “Hayâl Perdesi”ndeki meslektaşlar, 4 sayfalık metinden öncelikli olarak almaları gereken bölümleri özenle kesip kullanmışlar. Ben de derginin yayımlanmasından sonra, emek zayiâtı olmaması ve dileyenlerin bu hassas konuya ilişkin görüşlerimi daha geniş bir çerçevede okuyabilmesi için “Hayâl Perdesi”ne gönderdiğim o cevabî metni sitemize tam uzunluğunda aktarmayı uygun gördüm.

“Türk sözcüğünün hukukî ve literal anlamı, şoven Türkler’in de şoven Kürtler’in de inatla anlamak istediğinden çok farklı…”

Türkiye Cumhuriyeti, 80 küsur yıllık siyasal, ekonomik, askerî ve ahlâkî sicilinde onur duyulacak dönüm noktaları kadar, aynı zamanda yüz kızartıcı yalanlar, yanlışlar ve günahların da bulunduğu, bu açıdan alabildiğine çelişkilerle donanmış bir devlet… Kendini güncel politikadaki o çürümüş, köhnemiş, iyice çirkinleşmiş anlamıyla değil, Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu geleneğinde tanımladığı türden en duru, en kirlenmemiş şekliyle “ülkücü”, “milliyetçi” ve “vatansever” diye tanımlayan bir sinema yazarı olarak, anılan çelişkiler yumağını hiç gocunmadan, fakat bütün bunların üstünde gördüğüm “Müslüman” kimliğimle de fena hâlde utanarak dile getirmekteyim.

Belki, küresel sömürgeciliği hayret uyandırıcı bir boyutta içselleştirmiş ABD, İngiltere, Fransa, Belçika ya da Hollanda gibi ülkelerinki kadar değilse bile, bizim de yakın tarihimizde artık herkesin mâlûmu olan bazı kirli sayfalar var. Dediğim gibi, ben ve mensubu bulunduğum kuşak o kirli sayfaların müsebbibi olmadığımız için, bunlarla yüzleşme noktasında da hiç bir çekincemiz yok. Yalnızca, kendi adıma, o yoğun acıların yaşanmış/yaşatılmış olmasından kaynaklanan derin vicdanî azaplarım söz konusu…

116783

Sözgelimi, Said Nursî, İskilipli Atıf Hoca, Şeyh Said, Seyyid Rıza, Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu, Deniz Gezmiş gibi, adları tarihimize kanla nakşolmuş bazı kurbanlarla simgelenen trajediler kümesi, aynı şekilde “Varlık Vergisi” denilen ucubenin gayrımüslim mağdurları, 6/7 Eylül 1956-azınlıkları sindirme projesi, her on yılda bir kapımızı çalan bilumum askerî muhtıralar ve darbeler, 1 Mayıs 1977 provokasyonu, 1970’ler boyunca ülkeyi kasıp kavuran ürkünç anarşinin 12 Eylül sabahı bıçak gibi kesilmesi muamması, sonraki yıllarda yaşanan Madımak Oteli ve Başbağlar kıyımları, Bingöl’de 33 silahsız askerin topluca şehit edilmesi gibi unutulmaz provokasyonlar ve daha bir sürü irili ufaklı utanç kaynağı…

Bu gibi kirli sayfaları yaratan siyasal sistemimizin, ona tekme tokat girişmeyi göze almış pür-i pak bir vicdan tarafından -bu belki gözü kara bir cumhurbaşkanı, bir başbakan, bir genel kurmay başkanı ya da doğrudan doğruya aydınların oluşturduğu bir itici güç olabilir- sil baştan ele alınıp tepeden tırnağa “gusûl abdesti”ne tâbi tutulması gerekiyor. Üstelik son zamanlarda ufukta bu yönde güçlü bir umut da belirdi gibi; en azından ben böylesi bir umudu yüreğimde olanca naifliğimle muhafaza ediyorum. Fakat, dehşetli bir karşı dirence rağmen yürütülen o “ev içi temizliği”nin sonu nereye varabilir, bunu da yalnızca yüce Allah bilir.

“Yönetici erk”in Kürtler’e, Ermeniler’e, Zazalar’a, Süryaniler’e, Lazlar’a, Çerkesler’e, Gürcüler’e, Rumlar’a, Yahudiler’e, hattâ (ister inanın isterse de inanmayın) yedi göbekten Türk oğlu Türkler’e, şeklen sona eren, fakat üzerinde tüten dumanlar ise hiç sönmeyen bu gibi karanlık fasıllardan dolayı irili ufaklı bir sürü borcu birikmiş durumda… Öyle bir ülkede doğduk ve büyüdük ki “millî kahraman” Sabiha Gökçen’in Dersim’i bombalayıp sivil haklı yok eden devşirme bir gayrımüslim yetim olduğunu ancak 2000’li yıllarda okuyup öğrenebildik. Aynı şekilde, memleketi son kuruşuna kadar satan “büyük vatan haini” Sultan Mehmed Vahideddin’in 1936’da, Monte Carlo’daki sürgün evinde en az 6 aylık kirası birikmiş bir durumda öldüğünü, mahallesindeki bakkala ve manava biriken borçları nedeniyle cesedine haciz konulduğunu, cenazesinin yüzlerce kilometre uzaktaki Şam’da vefâtından ancak üç ay sonra gömülebildiğini şunun şurasında 5-10 yıldır biliyoruz.

42239Türkiye, yakın tarihiyle derin hesaplarını henüz görmemiş, canını yaktıklarıyla helâlleşip gönüllerini almamış, bu açıdan tebâsıyla arasında çok ciddi dâvâ dosyaları bulunan bir devlet; ben de aynı devlete yirmi yıldır vergi ödeyen bir “milliyetçi” olarak manzaranın sonuna kadar farkındayım. Bu saatten sonra pislikleri halının altına süpürmeye de hiç mi hiç niyetim yok doğrusu! Amerikan yönetiminin Kızılderililer’den, Japonlar’ın Çinliler ve Koreliler’den, İngilizler’in Hintliler’den özür diledikleri bir çağda herhalde bizim millî kibirimiz o milletlerin kibirinin üzerine çıkmış değil; ha eğer çıkmışsa da artık yeniden yer seviyesine inmeli…

Meseleye bu perspektiften baktığımızda, bana göre yirminci yüzyılın en saygın devlet adamı, ırkçı Güney Afrika rejimi “Apartheid”ın son devlet başkanı Frederik Willem de Klerk’ti. 1990 yılında, o tarihe kadar 27 yıl hapis yatan Nelson Mandela’yı şartsız olarak serbest bırakması, ardından da 1994’de koltuğunu ona devretmesiyle adını “büyük liderler” listesine altın harflerle yazdırmıştır ki yine kişisel kanaatimce Nobel organizasyonunun tarihindeki en hak edilmiş ödül, adlarını andığım halef ve selefin 1993 yılında beraberce aldıkları barış ödülüydü.

Buraya kadar, vicdan sahibi insanlarla uzlaşamayacağımız herhangi bir nokta bulunmadığını düşünüyorum.

Ancak, sistemi kıyasıya eleştirenlerin, bedenlerinin her santimetrekaresini hızla kaplayan ideolojik bir şehvet duygusunun ayartıcılığına kapılarak, jakoben bir “ulus devlet” modelinin karşısına “cennet bahçeleri” niyetine daha saldırgan bir karşıt-ulusçuluğu koymalarını da kesinlikle yüksek bir muhabbet duygusu eşliğinde karşılamıyorum.

Türkiye Cumhuriyeti’nin “yasama”dan “yürütme” ve “yargı”ya kadar her köşesi tekliyor olsa bile, Anayasa’sının 66’ncı maddesindeki şu vatandaşlık tanımı bana göre hâlâ olanca masumiyetini koruyor:

“Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”

alimuratguven

Gözü kara bir karşıt ulusçuluğu mesleğinin evrensel normlarının önüne oturtmuş bir avuç militan hukukçu haricinde, bu topraklarda yaşayan diğer milyonlarca vatandaş gibi ben de yukarıdaki tanımın vahşi bir “kan bağı ırkçılığı” içermediğinin her zaman farkında oldum. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında yeni sistem yürürlüğe girdiğinden bu yana geçerli geçerli hukuk düzeni açısından “Türklük” kavramı, sözgelimi Alman Anayasası’ndaki (vatandaşlık için kesin kan bağı arayan) “Alman” tanımının aksine, aynen Amerikan yasalarındaki liberal vatandaşlık tanımı gibi “ülkü birliği”nden öte bir anlam taşımadı; an itibarıyla da taşımıyor.

Bu topraklarda yaşayan halk topluluğunun -imparatorluk geçmişinin doğurduğu kaçınılmaz bir gerçeklik olarak- gayet renkli bir etnik haritası olduğunu hepimiz iyi biliyoruz. Ki bundan daha doğal bir sonuç da olamaz. Benzer tarihsel süreçlerden geçmiş İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, Kanada, ABD gibi ülkelerin ulusal spor takımlarına baktığımızda nasıl ki sarı saçlı mavi gözlü ârilerle saçları Karayip boncuklarıyla kaplı siyahîleri aynı formanın altında birlikte mücadele ederken görüyorsak, çağdaş Türkiye’nin halkı da Kanunî Sultan Süleyman’ın bir zamanlar yönettiği yaklaşık 15 milyon kilometrekarelik devâsâ coğrafyanın “etnik özüt”ünden başka birşey değil…

Türkiye örneğinde “tarihsel bir hata” ya da bunun daha ötesinde “ahlâkî bir suç” olarak kabul edilebilecek şey, belki de yeni sistemle birlikte tebâya “Bir ülkü birliğini, beraberce yaşama heyecanını ifade eden ‘Türk’ sözcüğünün genel birleştiriciğinin dışında, alt etnik kimliğinizi de hiç çekinmeden, özgürce beyan edin, biz de yönetici erk olarak nüfus cüzdanlarınızda ‘etnik kökeni’ şeklinde özel bir hane oluşturmaktan başlayarak, kültürel-ırkî aidiyetinizi her türlü resmî tutanağa özenle aktaralım” dememiş olmaktır. New York’ta polislik yapan Meksika asıllı memur Gomez, etnik kökeni, teninin rengi, ailevî gelenekleri, özel hayatında konuştuğu dil ve bağlı olduğu dinle ne kadar W.A.S.P (white-anglo sakson-protestan) Amerikalıysa ırkî açıdan da o kadar Amerikalıdır; fakat üzerinde yaşadığı ve hizmet ettiği devletine yönelik açık bir hakarete tanık olduğunda ise onun dibine kadar “Amerikalı” kesildiğini, üst kimliğinin ahlâkî gereklerine uygun biçimde hareket ettiğini görürsünüz.

Yilmaz Guney eskiya celladi sinematikTürkiye’de başta Kürt kökenli sinemacılar olmak üzere, Türk-Türkmen kimliği dışındaki etnisitelerden gelen sanatçıların bir türlü anlayamadığı, anlamak istemediği, işi inatla anlamamaya vurup reddettiği temel mesele de budur. Bir insanın vatandaşlık bağıyla bağlı bulunduğu demokratik bir devlete standart düzeydeki saygısı, sevgisi ve itaati, o kişinin etnik hafızasını sıfırlamaz. Biri var olunca diğeri ansızın yok olma sinyalleri vemeye başlayan paradoksal bir aidiyet hâli değildir bu…

Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerine ilişkin ahlâkî devrimini uygar dünyanın normlarına uygun şekilde tamamlayıp “ulus devlet” tanımını iyice evcilleştirmeyi başardıktan sonra -ki bu noktada son yıllarda hukuk sistemimizde küçümsenemeyecek adımlar atıldı, halen de atılmaya devam ediliyor- bu devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan, “Le Contrat Social” gereğince bağlı olduğu yönetici erkten karmaşık hizmetler alan, karşılığında ona vergi ödeyen, belirli bir süre için askere giden, güvenlik, huzur ve mutluluk içinde yaşayan, hayatı boyunca yasalara bağlı bir vatandaş olarak kalacağı sözünü vermiş her bireyin de “o devleti ciddiye almak” gibi temel bir yükümlülüğü bulunmaktadır.

Anadolu’da, eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” dediği günden bu yana diş macunu tüpünden fışkırdı ve militarist jakobenizmin “ulus devlet” tanımı geri dönüşsüz bir biçimde yeni bir forma girdi. Ülkede Türk-Türkmen kökenli olanların dışında kalan bütün etnisitelerin o tarihe kadarki tepkileri, hattâ biraz daha ileri gidersek sözlü ya da fiilî kalkışmaları belli bir noktaya kadar anlam taşımaktaydı. Ancak, Türkiye, bu kadar statükocu bir sistem için gerçekten “nedamet getirmek” sayılabilecek cesur adımlar atarken bile Kürt, Laz, Zaza, Çerkes, Arnavut, Arap, Ermeni v.b. etnik kökenli aydınlarda, bunun bir alt kümesi olarak sinemacılarda gözlemlenen yoğun tatminsizlik ve hoşnutsuzluk hâli, bu sefer de karşı tarafta biraraya toplanıp olacakları -belli bir süreliğine- sabırla izleyenleri giderek germeye başladı.

Sinema, bir teknolojik aygıt olarak icat edildiği günden beri, dünyanın dört bir köşesindeki farklı film üretimleri, o üretimleri ortaya koyan coğrafyalardaki ulusların literal açıdan genel kabul görmüş adları üzerinden yapılıyor. “Amerikan sineması”, “Alman sineması”, “Fransız sineması”, “Japon sineması” gibi… Üstelik bu kafatasçı Türk faşistlerinin uydurduğu zorlama bir çeviri örneği de değil; Anglo-Sakson dilleri başta olmak üzere, sinema tarihine ilişkin bütün kayıtlarda bu gibi tasniflerin özgün hâllerinde de “French cinema”, “German cinema”, “Japanese cinema” gibi özdeş ifadelerle karşılaşırsınız. Ancak, bir coğrafî bölgenin sinemasını çok genel anlamda tanımlayan bu ifadenin altını genel hatlarıyla doldurduktan sonra, eğer söz konusu olan çok daha derinlikli bir alan taraması ise o durumda “British Sinema” ya da “American cinema” başlıklarını “Irish cinema”, “Scottish cinema”, “American black cinema” ya da “Native American cinema” gibi alt kümeler takip etmeye başlayacaktır. Bir sinema tarihi araştırmacısı olarak, anılan ülkelerdeki hiç kimsenin şimdiye kadar bu tür tasniflerden gocunduğuna şahit olmadım. Sözgelimi, Sean Connery dünyanın geneli için bir “British actor”dür; öyle ki beyazperdede yıllar boyunca İngiliz devletinin performansından en fazla övünç duyduğu resmî kurumu olan MI5’in bir numaralı ajanı 007-James Bond’u canlandırmıştır. Fakat, kendisinin sinema kariyerine ilişkin daha kapsamlı bir incelemede “Scottish originated British actor” olduğu da özellikle vurgulanır. Aynı şekilde, Fatih Akın etnik açıdan Türk kökenlidir, fakat sinema dili ve hayatı okuyuşla bir “Alman yönetmeni”dir.

Film Arası Dergisi, hazırladığı özel sayı ile Kürt Sinemasını masaya yatırmıştı
Film Arası Dergisi, hazırladığı özel sayı ile Kürt Sinemasını masaya yatırmıştı

Dünyanın diğer “imparatorluk miraşçısı” ülkelerine baktığımda onların sinema aydınlarında gördüğüm bu rahatlık, genişlik ve hazımlılık psikolojisini kendi ülkemin farklı etnisitelerden gelen sinemacılarında ise ne yazık ki hemen hiç göremiyorum.

Öte yandan, yine aynı ben, söz konusu durumu, jakobenist cumhuriyetin fazlaca bunalttığı bir kuşağın özgürlüklerle henüz yeni yeni tanışmaya başladığı bir sürecin belli ölçüde doğal karşılanması gereken ilk aşama sonuçları olarak tanımlama eğilimindeyim. Yaşanan şey karşıt-ulusçu bir heyecan dalgasıdır ve bir süre sonra, muhtemelen bir kuşak bu tür şovenistçe duygularla çalkalandıktan sonra yerini Türkiye Cumhuriyeti devletini en az dedesinin kabile kimliği kadar sahiplenen, bunu kendisine onur sorunuyapmayan çok daha mutedil ve akil bir sanatçı kuşağına bırakacaktır. Ancak, mevcut manzara içinde, farklı bir ırkî kimliğe sahip olduklarını vurgulama yönündeki hırsları her türlü sinemasal yaratıcılık kaygılarının önüne geçmiş etnisite odaklı tipleri de bu ülkenin demokratikleşmesi yönünde birer dinamo olarak falan görmüyorum.

Geride bıraktığımız yaz aylarında Cine 5 kanalında hazırlayıp sunduğum bir sinema tartışma programında, önceki yıl çektiği başarılı bir belgesel film nedeniyle toplumun her kesiminden övgüler alıp ödüllere boğulan genç bir yönetmeni konuk etmiştim. Kendisine “ülkede, anayasa değişikliği başta olmak üzere pek çok tabunun zorlandığı milat niteliğinde adımlar atılırken, PKK’nın inatla etnik Türkler’deki milliyetçi duyarlılıkları kaşıyan kanlı eylemler yapması konusunda ne düşündüğünü” sorduğumda, canlı yayında “Bu gördükleriniz henüz hiç bir şey değil; önümüzdeki yaz her zamankinden çok daha kanlı geçecek” cevabını vererek stüdyoda bulunan diğer bütün konuklarla birlikte beni de irkiltmişti. Bana gore, böyle hoyrat bir cevap toplumsal barışın peşinde koşan iyi niyetli bir sanatçının değil, ancak ve ancak “sanatçı kisveli gözükara bir militan”ın jargonu olabilir. Sahi, sormazlar mı adama böyle bir yorumun ardından, “Nerede biliyorsun kardeşim sen henüz yaşanmamış olan o üç ayın çok kanlı geçeceğini? Demek ki film üretmenin ötesinde, bütün gün dağdaki adamlarla düşüp kalkıyorsun ki onların eylem planlarından bire bir haberdarsın” diye…

43 yaşındayım ve hayatım boyunca bir tek defa bile (buna askerlik dönemim de dahil) tanımadığım insanlarla sohbet etmeye “Nerelisin?” sorusuyla giriş yaparak başlamadım. Çünkü cevabı umurumda bile olmayan, sefil bir kabile milliyetçiliğinin tezahürüdür bu soru… Öyle ki 19 yıllık hayat arkadaşımla bile etnik kimliğini merak etmeden, bunu kendisine hiç sormadan evlenmiş biriyim ben. Azerbaycan’dan Türkiye’ye göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak, atalarımın kültürel miras olarak yanlarında taşıdıkları Caferî mezhebini değil, aklımın kılavuzluğunda kendi dinsel doğrumu seçtim; aynı şekilde bana kökenimi her sorduklarında da bir gün bile “Azerî” sözcüğünü kullanmaksızın her fırsatta “Türk’üm” diye cevap verdim. Oysa, babam Azerî olduğu kadar annem de Boşnak’tır. Yani, etnisite geyikleri yapmak için gayet bol ailevî malzemem var!

“Nerelisin?”… Bu soru, henüz uluslaşma noktasındaki evrimini tamamlayamamış, ortak bir ülküde buluşmaya çabalayan Türkiye gibi feodalite tehdidi altındaki ülkelerin halkları için akla gelebilecek en zararlı sorudur. Belki otantik bir yemeğin tarifi noktasında anlam kazanabilir nereli olduğumuz; ya da geçmiş zaman hatıralarından söz ederken ortamda nostaljik bir rüzgâr estirebilir. Ancak, Anadolu topraklarında yaşayanların gün gelip birbirlerini Eski Yugoslavya’daki gibi boğazlamalarını arzu etmiyorsak, bu gibi suflî soruların kökünü toplumsal dokumuzdan mutlaka kazımalıyız. Türkiye, böylesine ilkel alt-milliyetçiliklerden bir türlü kurtulamadığı içindir ki ülkede faaliyet gösteren yüz bin dolayında derneğin dörtte üçü “Filan şehrin filanca ilçelerini ve köylerini kalkındırma derneği” gibi absürd adlar taşıyor. Köyünü kalkındırmayacaksın hemşehrim, doğduğun ve doyduğun ülkeyi kalkındıracaksın, o ülkenin her köşesini eşit düzeyde seveceksin! Yurtseverlik denilen şey tam olarak budur.

Museum of Moving Images
Museum of Moving Images

2000’li yılların başlarında Londra’da, dünyanın en görkemli sinema müzelerinden biri olan MOMI’yi (Museum of Moving Images / Hareketli Görüntüler Müzesi) ziyaret etmiştim. Meslekî açıdan son derece heyecan verici olan bu gezi sırasında Hollywood ve İngiliz sinemasına ayrılan bölümleri enine boyuna inceledikten sonra, “Doğu Dünyası Sinemaları” ibaresini taşıyan farklı bir galeriye girdim. Bir de baktım ki orada, giriş kapısının hemen üzerine, 3 metreye 2 metre gibi devâsa boyutlarda siyah-beyaz bir film fotoğrafı asılmış. Bu, rahmetli Yılmaz Güney’in 1970 yapımı filmi “Umut”tan alınma bir kareydi. Soğuk alıp hastalanmış Adanalı gariban paytoncu Cabbar’ın sırtına karısının tedavi için bardak yapıştırdığı o ünlü sahne… Altında da ne yazıyordu biliyor musunuz? “Büyük Türk sinemacısı Yılmaz Güney’in ‘Umut’ adlı filminden”…

Aynı bölümde biraz daha ilerlediğimde, bu kez bir camekânın ardında deve derisinden yapılma iki kukla figürü gördüm. Bunlar da bizim Hacivat ve Karagöz’ümüzdü. Onun yanındaki açıklama kartonuna ise “Türkler’den sinemanın temellerini atan iki gölge oyunu kahramanı” diye not düşmüştü İngilizler…

İngiliz tarihçileri bu toprakların sinemasına böyle yaklaşıyor, bir takım militan tipler ise şimdilerde Vikipedi’ye girip orada Yılmaz Güney maddesinin altına “Türkiye Cumhuriyeti topraklarında doğan sürgün Kürt sinemacısı” yazıyorlar. Sanki hayatı boyunca kendi yurdunda oturacak sandalye bulamamış Filistinli bir mülteciden söz eder gibi… Onun için mi bu ülkede onlarca yıl Türk’üyle, Laz’ıyla, Çerkes’iyle, Ermeni’siyle, Rum’uyla, tekstil atelyesi çıraklarından kahvehanecilere kadar milyonlarca sıradan insan bu adamın posterlerini duvarlarına sevgiyle asıp, ona “Çirkin Kral” unvanını yakıştırdı? Güney, Türkiye’deki hayatının ekseriyetini bu kadar reddedilmiş, bu denli boynu bükük, yapayalnız ve nefret edilen bir adam olarak mı geçirdi?

Bütün bu düşüncelerimin ışığında, “Türkiye sineması” şeklindeki o zorlama kavrama, hem dünyadaki diğer bütün örneklerle literal açıdan peşinen ters düştüğünden, dahası onların karşısında komik durduğundan, hem de bu ülkeyi oluşturan halkın (diğer her türlü konuda olduğu gibi) sanat alanında da bir tekvücutluk hâlinde küçük küçük kabilelere bölünmekten çok daha kudretli olacağına gönülden inandığımdan dolayı şiddetle karşıyım.

3-420x278Kürtçü, Lazcı, Pontusçu, Çerkesçi, Arnavutçu, Ermenici, Arapçı, Gürcücü yaklaşımın artık silahlı ya da silahsız militanlık düzeyinde birer savunucusun dönüşmüş durumdaki kimi “aydınların” bu satırları okuduklarında, adımın üzerine doğru savurdukları küçümseyici nazarlar eşliğinde “Pis faşist” diyerek dişlerini gıcırdatacaklarına yine aynı adım kadar eminim. Fakat, böyle düşünenler şunu da iyi bilsinler ki böyle vandal yaklaşımlar benim umurumda bile değil. Alt kimliklerini hukuken koruma altına almak kaydıyla, daha bütüncül bir hedefi olan, ortak bazı ülkülerde birleşebilmiş, duygusal bağları şimdikinden daha güçlü bir ülkeyi hayâl etmek “faşistlik” değildir. Yirminci yüzyılın siyasal tarihindeki gelişmelere baktığımızda, bu gibi ayrılıkçı ideologlar yerine benim bütünleştirici arayışlarım çok daha mâkûl ve olağan görünüyor. Bir dönem küçük küçük parçalara bölünmenin kışkırtıcılığına kapılmış olan ne kadar ülke varsa, bunların çoğu şimdilerde -en başta da sanat alanında- yeniden yoğun bir işbirliği kurmaya dönük adımlar atmaktalar. Çek ve Slovaklar’ın, Boşnak, Hırvat ve Sırplar’ın, Rusya ve Orta Asya cumhuriyetlerinin bağımsızlıktan yana ilk heveslerini aldıktan sonra, bu kadar ufalanmanın akıl kârı bir yol olmadığını görüp bugünlerde yeniden kültürel, ekonomik ve siyasal yakınlaşmalara girdiklerini müşahade ediyoruz.

Tamamen coğrafî, hukukî ve literal bir kastı olacak şekilde, “Türk sineması” diye güçlü bir yapı ve köklü bir gelenek elbette ki hep vardı, bundan sonra da varolmaya devam edecektir. Dahası, aynı genel yapının içine (kimileri beğenmese de) hem Yılmaz Güney, hem de Yücel Çakmaklı, hem Nuri Bilge Ceylan, hem de Osman F. Seden girmektedir. Ha, eğer ki derdiniz bu üst çatı tanımını akademik bir titizlik içinde daha küçük elementlerine ayırmak ise, bu durumda da hiç kimse size “Bunu niye yaptın?” demez. O zaman, Türk sineması içinde “sosyalist akım”, Türk sineması içinde “İslâmî-maneviyatçı akım”, Türk sineması içinde “Kürt kimlikli filmler” gibi alt kümelere inerek bu genel başlığı bol bol ayrıntılandırırsınız. Ben, son yıllarda moda olan bu tür taleplerin akademik dünyada çok ciddi bir kavram kargaşası yaşandığından dolayı değil, toplumsal hayatın her aşamasına kanserli birer doku gibi sıçramış olan “Kendimizi bunlardan her konuda Berlin Duvarı kadar kesin barikatlarla ayrıştıralım, bu ayrışmanın en son aşaması da ayrı bir devlet kurmak olsun” hevesinin telaşlı bir tezahürü olarak görmekteyim.

yılmaz guney 255Kürt, Zaza, Ermeni, Rum, Arnavut, Gürcü, Yahudi, Çerkes, Süryani, Arap ya da Laz kökenli sinemacı dostlarımız hiç endişe etmesinler, uluslararası bir festivalde “Türk sineması”nı temsil eder bir konumda yer aldıklarında ne anadillerinden, ne etnik kimliklerinden öyle bir çırpıda vazgeçmiş falan olmuyorlar. Aksine, onlar “Anadolu”yu, Anadolu’da ortak bir iradeyle kurulmuş bulunan bu devleti temsilen oralarda ödüller kazandıklarında, kendilerini Trabzon’da, Antalya’da, Diyarbakır’da, İstanbul’da, Kayseri’de, İzmir’de, Edirne’de dikkatle takip eden bütün sinemaseverlerin sevinçten gözleri doluyor. Ha, 75 milyonluk bu yekpare sevgi selini ellerinin tersiyle itip, çok daha küçük ve yerel bir derenin pek az kulak tarafından işitilebilen cılız şırıltısı onlara daha bir armonik geliyorsa, o durumda benim gibi bütüncül düşünenlerin de söyleyebileceği pek fazla bir şey kalmıyor.

Böyle bir durumda ne demek gerekir; Allah herkesin yolunu açık etsin!

 

“HAYÂL PERDESİ” DERGİSİ TARAFINDAN GERÇEKLEŞTİRİLEN BU SORUŞTURMANIN TAMAMINI, AŞAĞIDAKİ LİNKTEN YA DA DERGİNİN BASKILI NÜSHASINDAN OKUYABİLİRSİNİZ:

http://www.hayalperdesi.net/dosyaarsivi/11-turk-sinemasi-mi-turkiye-sinemasi-mi.aspx

Türk Sineması mı Türkiye Sineması mı? Hayal Perdesi

Kimlik ve sınırların iç içe geçtiği, melezliğin ve heterojenliğin öne çıktığı günümüzde, farklı etnik ve toplumsal kimliklerin ürün verdiği ülke sinemalarının isimlendirilmesi de tartışmaya açıldı. Sinemanın ulus ismiyle nitelendirilmesinin yetersiz kaldığı bu dönemde, sosyologlara, sinema yazarlarına ve yönetmenlere ülkemizdeki sinemanın nasıl kavramsallaştırılması gerektiği üzerine sorular sorduk. “Türk sineması” ve “Türkiye sineması” üzerinden gerçekleştirdiğimiz soruşturma, sadece sinemayla değil ulusal kimlikle ilgili sorun ve tartışmaları da ortaya çıkardı. Gelecek sayılarda da devam etmesini dilediğimiz soruşturma aşağıdaki sorular ekseninde gerçekleştirildi:

1. Sinemayı ulus-devlet şablon ve kimlikleri içerisinde kategorize etme fikrine nasıl bakıyorsunuz? Sizce bu kategorizasyon yeterli midir yoksa belli bir ülkede üretilen sinemayı adlandırma noktasında kaçınılmaz mıdır?

2. Türkiye’de yapılan sinemayı adlandırmak istediğinizde “Türk” kavramı/sıfatı sizin açınızdan ne gibi handikaplar, ne gibi sıkıntılar taşıyor?

3. Türkiye’de yapılan sinemayı “Türkiye sineması” olarak tanımlamak sizce yeterli midir? Coğrafi bir referans, tarihsel bir kültürel birikimle eşleşebilir mi yahut onu çağırmakta yeterli potansiyele sahip midir? Veya “Türk” kavramının/sıfatının belirli bir tarihsel söylem içerisinde kurulmuşluğu/icat edilmişliği göz önüne alındığında, bu kavramı/sıfatı belirli bir coğrafya ve zamanda üretilen sanat/sinema eserlerini adlandırmak için elverişli buluyor musunuz?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir