Popüler kültürle ilgimin normal bir seyri bulunmuyor. Skyfall’ı sinemalara geldiği anda izlemiş olmama karşı, Taken 2 için izleme eylemini filmin çoktan unutulmaya yüz tuttuğu bu günlerde gerçekleştirebildim. Midnight Express ise 1990’lı yıllarda HBB kanalı sayesinde izleyerek daha öğrenme çağlarını yaşayan bir insan olarak o dönemlerde fazlasıyla şoven bir yazı karalamama sebep olmuştu.
Bu üç filmin ortak özelliği bir yandan içinden İstanbul geçerken, bir diğer taraftan ortak bir ülkeyi savunalım mekanizmasını çeşitli dozlarda şahlandıran filmler olması. Kimilerine göre her zamanki gibi kendimizden başka dostumuz olmayacağı için dış güçlerin politik amaçlı propagandalarının bir ürünü. Kimilerine göre ise kendilerini büyük eleştirmen kıvamında kabul ettiklerinden sinematik açıdan bir şey vaad etmeyen onlarca hatayı barındıran ucuz ürünler.
Bu sefer üçüncü bir fikir geliştirmeye çalışarak hem önceki düşünülenleri hemde bugün ki Türkiye’nin Tanıtımında Oryantalizm temasını işlemeye karar verdim.
1978 yapımı Midnight Express, Alan Parker’in itiraf ettiği gibi ünlü olmak amacıyla çekilmiş ve kendisine günah keçisi olarak seçtiği, dönemin Kıbrıs ve Haşhaş Ambargosu uygulamalarıyla Nato’nun artık sırtı sıvazlanmayan, cezasını çekmesi gereken ama aynı zamanda kısa bir süre sonra İran’ın kaybıyla tekrar kazanılması kaçınılmaz hale gelmiş Türkiye üzerine yapılmış bir film.
Bu filmle beraber içinden İstanbul geçip aynı zamanda şimşekleri de üstüne çekmiş filmlerin olmazsa olmaz temaları belirginlik kazandı. Bu temalar tarihi yarımadanın en dar sokaklarında bir kovalamaca (zamanla bu mekan Kapalı Çarşının damına doğru evrildi), labirente çalan sokak pazarları ve oryantal bir halk görüntüsü.
Taken 2’ye kadar geçen süre içerisinde Türk Prodüksiyon firmaları ile ortak çalışmaların gelişmesi sebebiyle artık Midnight Express’teki gibi Türkçe konuşamayan Türk karakterler gülünçlüğüyle karşılaşmıyoruz.Öyle ki Taken 2’de kullanılan Türkçe sokakta kullanılandan bir derece daha üstün olup bir televizyon sunucusunun kullanması gerekene yakın durumda.
Skyfall ise yine 90’lı yıllarda İstanbul’u kendine mekan seçen Bond filmlerinin kendi çizdiği yol içerisinde diğerlerinden biraz daha ayrılan bir kolu. Bond filmleri Türkiye’nin turistik tanıtımında bir misyon olarak diğer yabancı yapımlara göre daha istikrarlı bir çizgi izlemekte. 60’lı yılların Nişantaşını, 90’larda Kız Kulesini izlediğimiz filmler yine bu seriden.
2000’li yıllarla beraber hem Bond filmleri, hemde diğer yabancı yapımlarda sistematik olarak artan cami sayısı ise dikkat çekici. Öncelikle filmlerde gösterilmekte olan camilerin hiçbiri 2000’lerden sonra yapılmış eserler değil. Bununla beraber cumhuriyet döneminde yapılmış eserler dahi değil. Burdan hareketle ülkenin elden gittiği gibi bir serzenişle duruma yaklaşmak yanlış. Bu temalardaki artışın, 90’lı yıllarla beraber değişen şehir yönetimleri ve ülke tanıtımındaki hataların sonuçlarından biri olduğunu düşünmekteyim.
Türkiye eşittir İslamiyetin Tanıtımı algısı muhafazakar yönetimlerle beraber artan ve kökeninde Anadolu’da sistemli şekilde ötekileştirilerek yokedilmiş dini kültürler mozaiğin bir sonucu. Taken 2 için Balat, Eminönü ve Tahtakalenin seçiminde filmin gerilimli atmosferini yaratmak açısından bir hata bulunmuyor.
Film hakkında sürekli olarak eleştiri konusu olan çarşaflı kadınları film boyunca iki sahnede gördüğümü söylemek istiyorum. Türban konusu ise artık hayatın bir parçası ve bunu gözardı etmenin manası yok. Siyasal hale getirilmiş muhafazakarlığın sosyolojik hücrelerine inerek bununla mücadele etmek sadece yok sayıp eleştirmekten çok daha önemli bir atılım olacak. Yabancıların çektiği bir filmde hiçbir başörtülü, türbanlı, çarşaflı kadının gösterilmemesi Türkiye’de bu tarz insanların olmayacağı anlamına gelmiyor. Her ülkenin kendine özgü bir halkı olduğuna göre, halkın içinde her tür rengin dengeli bir şekilde bulunduğu takdirde uyumlu yaşaması kötü bir algı değil. Asıl sorun renklerin birbirine üstünlük mücadelesine girişmeye kalkıştıkları anda başlıyor.
Bir zamanların Balat semti, denge politikası gereği oluşmuş muhafazakar Fatih’in yanıbaşında ki gayri müslüm mahallesiydi. Fatih çevresinde çarşaflı görmek normal bir gün içinde rahatsızlığa yol açmazken, bir Amerikan filminde kör gözüne parmak misali ön plana çıkarılması Ulusalcı Laik çevrelerin şimşeklerini üzerine çekmeye yetiyor. Tarihi yarımadanın içinde yeralan bu semtleri bugün bir turist olarak ziyaret ettiğinizde İstanbul’un diğer semtlerinden daha yüksek bir ses düzeyiyle ezan okunuyor olması ise gerçeğin ta kendisi.
Turistik açıdan sürekli olarak dini merkezli bir tanıtım propagandası yapılırken Türkiyenin dinamiklerini, tarihini birebir yaşayarak içinden görmeye imkanı olmayan yabancı yapımcıların bu temalar haricinde ki yönleri ortaya çıkaramıyor olması bir hata değil. Taken 2’de danışmanlık konusunda devreye giren yerel yapımcıların Amerika’dan daha çok kapitalist (kraldan çok kralcı) bir anlayışla yapım masraflarını minımum düzeye indirme çabalarının sonucunda oluşan fukaralıklar ise Türkiye’de bir endüstri olarak filmcilik konusunun eleştirilmesi gerekliliğini tekrar gündeme getiriyor. 90 model mersedesler, 80’li yıllardan kalma 131 Polis arabaları gibi konularda ortak yapımcıların dahiyane fikirlerinin oluşturduğu bir kaosun rolü olduğunu düşünüyorum.
Son dönemlerde İstanbul’da çekilen yabancı filmler konusunda mekan olarak İstanbul’un Avrupa olmaya çalışan Amerikan bozması gökdelen semtlerinin neden seçilmediği gibi eleştiriler ise aptallıktan başka bir şey değil. Beton havuzu haline getirilmeden önce Avrupa’nın son noktası olarak kabul edilen Taksim’in, son düzenlemelerle bilinçli olmayan turist kitlesine teslim olduğunun altını çizmek gerekiyor. Aynı turist grupları için gökdelen ve mağaza ikilisinden oluşan, pek çok ülkede benzerleri bulunduğundan herhangi bir değer ve fark içermeyen bu semtlerin ülke tanıtımında ki rolünün tarihi yarımadanın yanında sıfır olduğunu bilmek gerekiyor.
Bu sene itibariyle Türkiye’nin bir marka haline getirilmesi sloganından hareketle ortaya çıkan, kopyala yapıştır skandalıyla sürmekte olan son tanıtım kampanyası faciasıyla yakın gelecekte Taken 2’den daha çok eleştirilecek filmler yolda olacak gibi. Kendi turizm ve tanıtım anlayışımızda bir değişim olmadıkça sorunu yabancı gözüyle Türkiye’nin görüntüsünde aramak girdabın içinde dolanmaya devam etmekle eşdeğer bir çözümsüzlük.
Yazan: Gökay GELGEÇ – Yojimbooo