Her fırsatta mevcut iktidar yanlısı konuşmaları ve emlak zengini olması hariçinde Sinan Çetin eskiden belki inanmayacaksınız ama sol dünya görüşünü benimsemiş bir insandı ve gazete ve dergilerde bu konularda söyleşileri çıkardı. Sonra doksanlarda ”para kazanamayan sinemacı eşektir” dedi ve gerçek yüzünü herkese gösterdi.
Halbuki dönüşü daha öncedir. Bay Sinan Çetin‘in ilk sinyalleri 1986 yapımı ”Prenses” filmi ile verir. Prenses pek sözü edilmeyen bir filmidir para kazanmayı bilen bu “usta”nın. Ben şahsen bu filmden bir tek ”Mesut Kara”nın “Sinema ve 12 Eylül” isimli kitabında bahsedildiğine şahit oldum.
Film için bir eleştiri yazmayı düşünürken de elime İbrahim Altınsay‘ın filmin gösterimi sebebi ile o zamanlar film eleştirileri yazdığı Hürriyet gazetesindeki yazısı geçti. Yitip gitmesin diyerek bu eleştiriyi sizlere sunuyorum. (Suzan Dilek Yılmaz)
========—-oOo—-========
Üç buçuk hamasi nutukla 12 Eylül öncesinin muhasebesi yapılabilir mi?
Yapılamaz diyorsanız çok yanılıyorsunuz. Herhalde siz ,Sinan Çetin’in nihayet gösterime çıkan müthiş ”tartışmacı !” ”Prenses”ini görmediniz.
Film, fotoğrafçı Selim’in (Mahmut Hekimoğlu), ”hayatına anlam vermek için uzaklara gitmek” üzerine, Camus‘u bile kıskandıracak nutkuyla açılıyor. Ama aynı Selim köylü görünüşlü, boş bakışlı Nevres’i (Serpil Çakmaklı) görünce yıldırım aşkıyla kıza tutuluveriyor. Annesinin kırmızı koltuğunu her yere taşımak dışında hiçbir şeye direnmeyip oradan oraya sürüklenen Nevres ise ”deneyimli ve tutarlı militan” Tarık’a (Tunç Okan) ölümüne tutkun nedense. Hem de Tarık , “verdiğim eğitim programını neden uygulamıyorsun ?” diye sürekli onu itip kakmasına ve arada bir de duvara dayayıp ırzına geçmesine karşın. Ancak Selim , Nevres’i ve koltuğunu kaçırıyor ve ”ot bu ot” diye çayırların ve koyunların ortasında kızcağıza filmin ikinçi büyük nutkunu, ”yaşam dünya görüşünden önemlidir”dersini veriyor.
Sonra filmin en büyük anı, ne olduğu belli olmayan (baskın mı ,soygun mu?) o geceyarısı sahnesi geliyor. Bu arada, tek dostu Turhan, Selim’e ”Önemli olan şudur ,budur” diye yarım bir psikanalitik nutuk çekiyor. Ama bu nutkun, Tarık’a, iki çocuklu mazbut aile babası doktor arkadaşının çektiği nutuk yanında lafı bile olmuyor. Bu üçünçü derste doktor beyimiz, sanki ayda yaşıyormuş gibi , ”Bu toplumla hiçbir ilişkimiz olmadığını anladım” diye başlıyor ve ”Göçebe toplum yapımız” dan girip ”Toplum kendini kurtarır, sana ne”den çıkıyor .
Bu üç büyük , bir küçük nutuk dışında ne var?
Beşinçi sınıf polisiye filmleri bile aratacak basmakalıplıkta gizli örgüt , takip ve gerilim mizansenleri var . Değme melodramlara taş çıkartacak gözgöze bakışmalar var. Her cümlede ”Hayat”tan söz ediliyor ama hayatın kırıntısı yok. Koskoca bir dönem, koskoca bir hayat dilimi ve deneyimi üç beş basmakalıp cümlenin şematizmine kurban ediliyor. Simgelere ve stilize sahnelere gelince o makineli tüfek efektleri gibi öylesine suyu çıkmış şeyler ve öylesine göze sokuluyorlar ki, filmi yapanların ya izleyiciyi aptal sandığını ya da dünya ve sinema kavrayışlarının bu düzeyde olduğunu düşünüyorsunuz.
Sinan Çetin , ilk gösteriminde filmin başında bulunan Marx‘tan alıntıyı çıkarıp yerine ”Bu film, ölen, hapiste yatan insanlara değil, kutsallaştırılmış dogmalara karşıdır” gibisinden bir açıklama koymuş. Ama bundan sonra film kahramanları ”hayat, hayat, hayat” diye öylesine bağırıyorlar ki , ”Prenses”in kendisi koca bir dogma oluyor. Ve sonuçta, 12 Eylül öncesinin muhasebesini yapmak yerine bu muhasebe gereksinimini üç – beş yavan ikilemle sulandıran bir film ortaya çıkıyor. Aslına bakılırsa tüm bunların tartışılabilmesi için ortada bir filmin olması gerek . ”Prenses” ise senaryosundan müziğine kadar bir filmin nasıl çekilemeyeceği konusunda kusursuz bir ”eğitim programı” olacak nitelikte
İbrahim ALTINSAY
Hürriyet Gazetesi