Türk Sineması’nda Kemal Sunal

Sinematik Yeşilçam’daki bu ilk yazımda Kemal Sunal Sineması hakkında genel bir analiz ortaya koyarak onun sinemasında ve oyunculuğunda öne çıkan özelliklere değineceğim, daha sonraki Kemal Sunal yazılarımda buradaki başlıca argümanları tek tek filmler üzerinden giderek geliştiriyor olacağım. Hadi başlayalım.

Şahsi kanaatimce, Türk Sineması’nın en önemli komedyeni Kemal Sunal’dır. Sunal’ın ülke sinemasının krize girdiği dönemlerde yükselişe geçen sineması ilk başlarda oldukça hor görüldü hatta daha da kötüsü, görmezden gelindi, yok farz edildi. Eğer sinema yazınımızın arşivlerine bakarsanız, 1990 yılına kadar Kemal Sunal’ın komedi filmlerine dair bırakın sağlam bir incelemeyi, İki Zeki Ökten filmi (“Yoksul” ve “Düttürü Dünya”) ve iki Şerif Gören filmi (“Polizei”, “Abuk Sabuk 1 Film”) hariç doğru düzgün bir eleştiri yazısına dahi rastlamanız imkansız gibi bir şeydir. Halbuki 1990 yılına gelindiğinde Kemal Sunal milyonlarca hayranının gönlünde taht kurmasına vesile olmuş, iyi yönetmenler tarafından iyi kadrolarla çekilmiş ve hemen hepsi de gişede hedeflenen rakamlara ulaşmış tam 80 filmde oynamıştı. Evet, 80 uzun metraj filmde.

Kemal Sunal 1966-1973 yılları arasında tiyatro yaptı, çoğu oyunda görece küçük rollerde harikalar yarattı ve kısa sürede dikkat çekti. Profesyonel sinema oyunculuğuna geçtikten sonra tiyatroyu bıraktı. Onu keşfeden ve sinemaya kazandıran kişi efsanevi yönetmen Ertem Eğilmez’dir. Kemal Sunal’ın ilk filmleri, yan rollerde yer aldığı “Tatlı Dillim” (Ertem Eğilmez, 1972), “Oh Olsun” (Ertem Eğilmez, 1973), “Yalancı Yarim” (Ertem Eğilmez, 1973), “Güllü Geliyor Güllü” (Atıf Yılmaz, 1973) ve “Canım Kardeşim”dir (Ertem Eğilmez, 1973). Bu filmlerin tamamında –her ne kadar “Güllü Geliyor Güllü”de cinayet işlemeye çalışan birini oynasa da- Kemal Sunal küçücük ekran sürelerinde seyircinin büyük ilgisini çeken “komik” tiplemeleri canlandırır ve büyük ilgi görür. 1974 yılında “Hasret” (Zeki Ökten, 1974), “Köyden İndim Şehire” (Ertem Eğilmez, 1974), “Mavi Boncuk” (Ertem Eğilmez, 1974) ve “Köyden İndim Şehire”nin devam filmi olan “Salak Milyoner”de (Ertem Eğilmez, 1974) oynar. Ve Atıf Yılmaz’ın “Salako”suyla (1974) kariyerinin ilk başrolünü alır. Sadece iki yıl içinde başrole yükselmiştir. Bu büyük oyuncu hayatının geri kalanında hep başrol oynayacaktır.

Bence Kemal Sunal’ın ve sinemasının kabaca birkaç önemli başarısı oldu. Bunların bazılar kendi şahsı ile ilgili, bazıları da sineması ile ilgilidir. Her şeyden önce Kemal Sunal, Türk Sineması’nın kriz dönemleri olarak adlandırılan zaman zarflarında üretimini gerçekleştirmiş, temposunu hiçbir koşul altında katiyen düşürmemiş ve üstelik başarılı olmuştur. Bu başarı o denli önemli bir başarıdır ki, “acaba ortada gerçekten bir kriz var mıydı” diye bile sorulmasına yol açabilir. Bugün kriz olarak adlandırdığımız dönemin dört belirgin özelliği vardır. Televizyon etkisi, seks filmleri furyası, 12 Eylül sonrası Yeşilçam bunalımı ile Video Kuşağı. Televizyonun yaygınlaşması ve bir aile eğlencesi vasıtasına dönüşmesi çok net bir şekilde sinemaları vurmuştur. Seks filmlerinin sinema salonlarını işgali de bu olaya tuz biber ekmiş, sinema seyircisinin genel profili köklü bir değişikliğe uğramıştır. Aynı dönemde Stagflasyon Krizi, Kıbrıs Barış Harekatı sonrası ülkede yaşanan ekonomik çöküş ve buna mukabil tırmanan politik kaos, bu kaosun yol açtığı büyük kutuplaşma, sokak olayları, cinayetler, sıkıyönetimler ve sokağa çıkma yasakları 1970’lerin ikinci yarısında her şeyi olduğu gibi, bir eğlence sektörü olan sinemayı da derinden etkilemiştir. 12 Eylül Askeri Darbesi de, aldığı kararlar ve uygulamalar nedeniyle (idamlar, tutuklamalar, vatandaşlıktan çıkarmalar, ağır mahkumiyet kararları ve ülke çapında yaygınlaşan yasaklar vb.) ülkede yaşanan tahribatın bir tür devamı niteliğinde olmuştur. Yani sadece birkaç sene içinde hem Türk Sineması’nın seyirci sayısı süratle azalmış, seyirci profili değişmiş, aileler (daha çok kadın ve çocuklar diyelim) sinemadan uzaklaşmış, sinemamızın temel üretim finansman modeli olan ve uzunca yıllar başarıyla işleyen “bölge işletmeciliği modeli” çökmüştür. 1980’ler sineması buna “video işletmeciliği furyası” ile cevap vermeye kalkışmış, haliyle 35 mm. film üretimi azalmıştır. Kemal Sunal Sineması’nın ilk büyük başarısı, genelde “kriz dönemi” olarak nitelendirilen 1974-1994 arası dönemde varlığını sürdürebilmiş olmasıdır. Bu bağlamda, tarihi filmler ve arabesk filmleriyle beraber gişede karşılığını bulmuş yegâne sinema Kemal Sunal Sineması’dır.

Kemal Sunal

Kemal Sunal Sineması’nın ikinci önemli özelliği, her zaman politik ve sosyolojik okumalara açık bir nitelik göstermiş olmasıdır. Kemal Sunal, tipiyle, duruşuyla, konuşmasıyla halktan birisidir. Halkın kendine kahraman aradıkları bir çağda ortaya çıkmıştır. Her şeyden önce filmlerinin tamamına yakınında sınıfsal çatışmalar belirgindir, yarattığı “Şaban” tiplemesi bir ölçüde Charlie Chaplin’in (Şarlo) “serseri/tramp” tiplemesini çağrıştırır. Kemal Sunal’ın “Şaban”ını Şarlo’nun “serserisi”nden ayıran temel özellik, filmin zamansal süreci içinde bir sebeple sınıf atlıyor oluşudur. Bu ölçüsüz yükselme hali Kemal Sunal Sineması’nı “Marx Kardeşler”in anarşik komedilerine yaklaştırır. Bir bakarsınız işsiz güçsüz bir tip, muhtar, belediye başkanı, kaymakam ya da milletvekili hatta bakan ya da multi milyoner oluvermiş. Oraya nasıl gelmiş, nasıl çıkmış, her şey anarşik bir tesadüfler silsilesiyle, bir tuhaf rastlantılar merdiveniyle izleyiciye aktarılır. Kemal Sunal’ın canlandırdığı karakter yeni sınıfına/makamına/unvanına hemen uyum sağlar ve o sınıftan/makamdan/unvandan asıl beklenen şeyleri yapar. Bu beklentiler genelde halkın ilgili makamlardan beklediği şeylerle aynıdır. Kemal Sunal’ın canlandırdığı karakterler genellikle devletten beklenen şeyleri temin eder, eşitsizliğin, yoksulluğun giderilmesi, adaletin tesisi, kamu yükümlülüklerinin yerine getirilmesi (çöplerin toplanması, okul yapılması, çevre temizliği, ücretsiz sağlık hizmeti temini, adil fiyatlama, konut imkanı sağlama vb.) gibi konularla ilgilenir. Özellikle “Şaban” tiplemesi bir tür “düzenleyici/regülatör” işlevi taşır. Hukuku tesis eder, toprak reformu bile yapar. Zenginleri alaşağı eder ve gelir dağılımı eşitsizliğini yoksullar lehine bozar. Kemal Sunal yer yer devletleşir ve kılıcını halkından yana kullanır. Bu nedenle, birçok Kemal Sunal filminin mahkeme salonunda bitmesi tesadüf değildir, birçok filmde Kemal Sunal aslında düpedüz suç işleyerek, kanunu çiğneyerek bazı işleri başarır.

Kemal Sunal Sineması fevkalade politiktir. Kemal Sunal filmleri, ülkenin çürümesinin kusursuz bir dökümünü çıkartır. Hemen hemen tüm alanlardaki yozlaşmanın, yıkımın bir envanteri gibidir onun filmleri. Filmlerini kim çekmiş olursa olsun, senaryoları kim yazmış olursa olsun bu duruşundan asla taviz vermez. Kemal Sunal gibi bir isme yılda kaç senaryo gitmiş olabileceğini tahmin ediyorsunuzdur. O nedenle, her sene çektiği ortalama 5 film için ne kadar seçici olduğun tahmin etmek güç değil. Kemal Sunal, mesajı olmayan filmler çekmekten kaçınmıştır, onun sinemasının her daim anlatmak istediği meseleler, teşhis koymak istediği sorunlar ve daha da önemlisi bunlara getirdiği çözüm önerileri vardır.

Her ne kadar, bir tarafı kayırıyormuş gibi gözükse de, dikkatli bakınca Kemal Sunal filmlerindeki herkesin ama az ama çok çürümenin bir parçası olduğu görülmektedir. Bence onun sinemasının bugüne kadar keşfedilmemiş gizli başarısı burada yatmaktadır. Aldığı borcu ödemeyenler, kamu arazisine çöküp gecekondu yapanlar, hırsızlar, soyguncular, yağmacılar, küçük menfaatleri için türlü dalavereler çevirenler, icabında mahkemede yalan ifade verenler, bakkal borcunu bile ödemeyenler (hatta ödemeye niyeti olmayanlar), çocuklarını dövenler, eşlerine kaba davrananlar, apartmanda küçük yolsuzluklar yapanlar, vergi kaçıranlar, kanundan hukuktan değil (o olmadığı için) kanunsuzlardan medet umanlar genelde filmin “iyi adam”ları sandığımız kişilerdir. Daha da önemlisi; Kemal Sunal’ın canlandırdığı ve genelde “Şaban” prototipi çerçevesinde ilerleyen tiplemeler de bu çürümeden nasibini almaktadır. Sadece “Zübük”te değil “Kapıcılar Kralı”, “Şark Bülbülü”, “Postacı”, “Çöpçüler Kralı”, “Tosun Paşa”, “Kibar Feyzo” ya da “Hababam Sınıfı” gibi birçok filminde bizzat Kemal Sunal’ın canlandırdığı karakterler de sağlam ayakkabı değildir. Filmlerin çoğunda Kemal Sunal’ın oynadığı karakter de uygunsuz işlere imza atan, menfaatçi, genelde işe yaramaz, eğitimsiz, ahlaki duruşu yer yer tartışmalı biridir. Kemal Sunal filmleri çürümenin akıl almaz boyutlarının kusursuz bir dökümünü çıkartır derken kastettiğim şey tam da budur. Kemal Sunal sistemi eleştirirken bizzat sistemin içinde kalmıştır. İyi ahlaklı, kusursuz, peygamber gibi bir portre asla çizmemiştir. İyi adam oynadığında bile gri bölgeler bırakmayı bilmiştir, özellikle 1980’li yıllardaki filmlerinde bu tavrı çok daha net görülür.

Kemal Sunal filmlerinde ekmek kuyruklarını, kömür kuyruklarını, yetkisini insanların aleyhine kullanan kamu görevlilerini, zenginleri kollayan ve yoksulları ezen bir sistemi tüm çıplaklığıyla görürsünüz. Onun sinemasında köyden kente, cezaevinden okullara, gece kulüplerinden yeraltı dünyasına kadar her türlü çarpıklığın birer portresi yer alır. Kemal Sunal, çeşitli mesleklerden (gazeteci, reklamcı, öğretmen, postacı, aktör, sağlık personeli, çiftçi, bekçi vb.) insanları oynar ve o meslek bağlamında da yaşanan sıkıntıları gözler önüne serer. Milli piyangoyu da diline dolar, at yarışlarını da. Arapların 1980’lerdeki akını da nasibini alır onun sinemasından anayasa da, insan hakları da, çalışan hakları da. Yarattığı mizahın tam ortasına ustaca yerleştirdiği acımasız ve keskin bir politik dili vardır Kemal Sunal’ın. Onun sineması artık bitti diye gırgır geçilen dönemde çektiği filmlere bakın “Devlet Kuşu” (1980), “Zübük” (1980), “Katma Değer Şaban” (1985), “Davacı” (1986), “Yoksul” (1986), “Kiracı” (1987), “Düttürü Dünya” (1988), “Öğretmen” (1988), “Polizei” (1988), “Abuk Sabuk 1 Film” (1990) ve “Koltuk Belası” (1990). Bunların tamamı, bir problemin altını ustaca çizen, yanlış giden bir şeylerin olduğuna dair alarm zilleri çalan saygın filmlerdir. Kemal Sunal sineması içi boş bir güldürü sineması değildir, kalıcılığını sosyal ve siyasal meselelere duyarlılığına borçludur. Sinemasındaki kişisel ilişkilere (aşk, aile baskısı, toplum baskısı vb.) dair mesajlar tıpkı Shakespeare’in eserlerinde olduğu gibi kadim meselelere aittir. O nedenle, bugün bile geçerliliğini koruyor olmuş olmaları şaşırtıcı değildir. Kamu kurumlarının işleyişindeki sorunlara değinen eserlerinin güncelliğini koruyor olması ise bizim hatamızdır. Adaleti, eşitliği, ekonomiyi, güvenliği, anayasa tarafından güvenceye alındığı söylenen temel hak ve özgürlükleri gelişmiş toplumların standartlarına ulaştıramadığımız, sağlıklı olarak nitelendirilebilecek boyuta taşıyamadığımız müddetçe Kemal Sunal Sineması, mesajları bağlamında da ölümsüz olacaktır.

Kemal Sunal; 2000 yılında henüz 55 yaşındayken öldüğünde, görece çok genç bir yaşta aramızdan ayrılmış olmasına rağmen geride 82 uzun metrajdan oluşan sağlam bir filmografi bıraktı. Yardımcı bir rolde gözüktüğü ilk film olan Ertem Eğilmez’in “Tatlı Dillim”i (1972) ile 8 senelik bir aradan sonra tekrar sinemaya döndüğü ama hemen ardından, maalesef, hayatını kaybettiği Sinan Çetin filmi “Propaganda” (1999) arasında tam 27 yıl var. Ama aralıksız başrol oynadığı ve sinemasına az çok hakim olduğu süre 1974-1991 arasındaki 17 senedir. Bu dönemde 76 filmi vardır. Kemal Sunal’ın, sık sık kendini tekrar ettiği iddia edilir ama açıkçası ben bu düşünceye pek katılmıyorum. Onun sinemasını incelediğimizde takdire şayan bir başka yön olduğunu keşfediyoruz. Bakın dünyada Charlie Chaplin, Buster Keaton, Louis de Funes, Marx Kardeşler, Fernandel ya da Toto gibi Kemal Sunal tarzında bir ekran/perde kişiliği oturtmuş ünlü komedyenlerin filmografilerini incelerseniz, kendi sinemasal kişiliklerini koruyabilmek adına ya kendi filmlerinin yönetmeni olduklarını ya da maksimum 2-3 yönetmenle çalıştıklarını görürsünüz. Kemal Sunal’ın 82 filmde beraber çalıştığı yönetmen sayısı tam 13’tür.

Kemal Sunal dört yönetmenle sadece bir kez çalışmış, onlar da Erdoğan Tokatlı, Ergin Orbey, Sinan Çetin ve Uğur İnan. Şerif Gören’le iki, Memduh Ün’le dört filmi var. Atıf Yılmaz, Orhan Aksoy ve Osman Seden’in yönettiği beşer filmi var. Zeki Ökten’le sekiz, Natuk Baytan’la 10 film çekmişler. Ertem Eğilmez’in yönettiği 13 tane filmde oynamış. Rekor ise 26 filmle Kartal Tibet’te. Daha da ilginci, bu yönetmenlerle, farklı onar yıllık periyotlarda da çalışmış Kemal Sunal. Yani 1970’lerde kendini yöneten bir yönetmenle yirmi film sonra tekrar çalışmış. İki-üç sene hariç, aynı yıl içinde birden fazla yönetmenle çalışmayı da bir gelenek haline getirmiş, tek bir yönetmene tabi olmaktan kaçınmış. Yılda ortalama üç ayrı yönetmenle çalışmış. Böyle bir hareketlilik ve türbülans içinde, belirli bir çizgiyi ve kaliteyi tutturup olgun bir sinema inşa etmiş olması ayrı bir başarıdır. Kemal Sunal, tarihi kostüme filmlerden mahalle filmlerine, dram yönü ağır basan şehir hikayelerinden köy filmlerine kadar geniş bir spektrumda, 13 ayrı yönetmenin yönettiği 82 filmde ismiyle anılan bir sinema oluşturmayı başarmıştır.

Ve burada birbirinden farklı sinema ekollerine bağlı yönetmenler olduğu gerçeğini hatırdan çıkarmamalıyız. Özellikle Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz, Şerif Gören ve Natuk Baytan değişik tarzlarda filmler çekmişlerdir Kemal Sunal’la. Şerif Gören, Atıf Yılmaz’ın öğrencilerindendir (eski yardımcı yönetmeni ve kurgucusu) ama hem “Polizei” (1988) hem de “Abuk Sabuk 1 Film” (1990) Kemal Sunal filmografisinde bambaşka bir noktada durur. Örneğin, Ertem Eğilmez’in daha çok kalabalık kadrolarla inşa ettiği, seçkin aile sineması örneklerinde Kemal Sunal başrollerden biri ve belki de en önemlisidir ama hikaye tümüyle onun üzerine yığılmış gibi değildir. Eğilmez filmlerinde doğaçlama yapmasına izin verilen tek isim Kemal Sunal’dır ama büyük yönetmen rolleri o kadar ustaca dağıtır ve repliklerde öyle bir denge yaratır ki oluşturduğu benzersiz kimyaya hayran olmamak elde değildir. Hepimizin ezbere bildiği “Köyden İndim Şehire” (1974), “Salak Milyoner” (1974), “Hababam Sınıfı” (1975), “Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı” (1975), “Süt Kardeşler” (1976), “Hababam Sınıfı Uyanıyor” (1977), “Şaban Oğlu Şaban” (1977) ve “Hababam Sınıfı Tatilde” (1978) filmlerindeki Kemal Sunal profilini göz önüne getirirseniz, neyi kastettiğim daha net anlaşılabilir. Bazen “Süt Kardeşler” (1976) ve “Şaban Oğlu Şaban” (1977) hikaye örgülerinin formatına benzer bir şekilde tasarlanan o muhteşem “Tosun Paşa”nın (1976) Kartal Tibet tarafından çekildiğine hayret edenler oluyor. Hatta işin ilginci, bu film Kartal Tibet’in yönettiği ilk Kemal Sunal filmi olmakla kalmıyor, aynı zamanda hayatı boyunca da yönettiği ilk film oluyor. Ona da açıklık getirelim, Kartal Tibet Ertem Eğilmez’in yardımcı yönetmenidir. “Süt Kardeşler” ve “Hababam Sınıfı” filmlerinde beraber çalışmışlardır. Her ne kadar “Tosun Paşa” bir Kartal Tibet filmi olsa da filmin yapımcısı Ertem Eğilmez’in etkisi göz ardı edilemez.

Atıf Yılmaz ise Kemal Sunal’ı daha çok sınıf çatışmasına dayanan sert mizahında bir tür vasıta olarak kullanmıştır. “Salako” (1974), “İbo ile Güllüşah” (1977), “Kibar Feyzo” (1978) ve “Köşeyi Dönen Adam”ın (1978) en önemli ortak özelliği senaryolarına ustaca serpiştirilen politik eleştiri oklarıdır. Zeki Ökten’in çektiği Kemal Sunal filmlerinden özellikle “Şaşkın Damat” (1975), “Kapıcılar Kralı” (1976), “Çöpçüler Kralı” (1977), “Davacı” (1986), “Yoksul” (1986) ve “Düttürü Dünya”ya (1988) baktığınızda benzer bir politik düzlemde hareket ettiğini görürsünüz. Hiç şaşırtıcı değil çünkü Zeki Ökten, Atıf Yılmaz’ın eski asistanı ve arkadaşıdır.

Her ne kadar Osman Seden ve Kartal Tibet’in çektiği bazı Kemal Sunal filmlerinde yer yer izlerine rastlansa da tüm bir Kemal Sunal filmografisi içinde en ayrıksı yer, şahsi kanaatimce, Natuk Baytan filmleridir. Baytan’ın absürt mizahını, kendine has bir kamera kullanımıyla (tuhaf açılar, aşırı yakın planlar, sık sık kullanılan pan’lar, takip kameraları) zenginleştirdiği bu 10 film, Kemal Sunal Sineması’nın anarşik yönünü temsil eder. “Sahte Kabadayı” (1976), “Sakar Şakir” (1977), “Avanak Apti” (1978), “Korkusuz Korkak” (1979), “Gerzek Şaban” (1980), “Üç Kağıtçı” (1981), “Yedi Bela Hüsnü” (1982), “Tokatçı” (1983), “Atla Gel Şaban” (1984) ve “Tarzan Rıfkı” (1986) içerdikleri sıra dışı mizahla bir tür yıkım tiyatrosu meydana getirirler. Bu filmlerde Kemal Sunal’ın canlandırdığı karakter kendi muhiti dışındaki bir yere gider ve kendini ne olup bittiğini bile anlamakta güçlük çektiği alakasız işler içinde bulur. Hikayeyi inanılması güç tesadüfler ve mucizevi olaylar hareketlendirir. Natuk Baytan’ın yönettiği Kemal Sunal filmlerinde tepeden tırnağa absürt bir sinema inşa edilir. Bu filmlerde mantık aranmaz. Karşımızda daha çok bazı Buster Keaton, Peter Sellers, Woody Allen, Louis de Funes, Monty Python, Jacques Tati ve Marx Kardeşler filmlerindeki gibi bir mizah vardır. Buna benzer işleri 1960’lı ve 1970’li yıllarda çekilmiş bazı Öztürk Serengil ve Sadri Alışık filmlerinde de gördüğümüzü ifade etmek isterim. Peki neden? Çünkü Kemal Sunal Sineması’nın tarihsel kökleri, tıpkı diğer birçok komedyenimiz de olduğu gibi, Karagöz-Hacivat gölge oyununa, Nasreddin Hoca fıkralarına, meddahlık geleneğimize ve orta oyunu kültürümüze dayanmaktadır. Eğer sansüre uğramamış orijinal Karagöz-Hacivat metinlerini okuma fırsatınız olursa orada geleneksel Türk Tiyatrosu ve Türk Komedi Sineması’nın izlerini görmeniz işten bile değildir. Belden aşağı “galiz” espriler de dahil. Onun başarılı filmlerinin senaryo yazarları ya da kaynak metin yazarları arasında ünlü mizahçılarımız (Suavi Sualp, Aziz Nesin vb.) da yer almaktadır. Kemal Sunal Sineması başarısını bu toprakların mizah kültürüne borçludur.

1990’ların başından itibaren yaygınlaşan özel televizyonlar Kemal Sunal’ı yeniden geniş kitlelerle buluşturdu. Kemal Sunal bu dönemde üç önemli şey başardı. Kemal Sunal filmlerinin kendine has kimyası, aynı anda sadece onu bir dönem sinemalarda izleme fırsatını elde etmiş insanları değil, ilginç bir şekilde, onu ilk kez televizyonlar vasıtasıyla tanıma olağanı bulan yeni nesli de tam kalbinden yakalamıştı. 1990’lardaki ilk önemli başarısı budur. Bu başarı birkaç sene içinde bir başka önemli olaya vesile oldu, bu da onun sinemasının artık sinema yazını tarafından yavaş yavaş ciddiye alınmaya başlamış olmasıdır. 1990’ların başında başta Zülfü Livaneli’nin Türsak Sinema Yıllığı’nda çıkan Kemal Sunal analizi olmak üzere (ki, bildiğim kadarıyla bu analiz daha önce gazetede yayınlanmıştı) usta hakkında, onun sinemasını topyekun inceleyen ve hakkını teslim eden, bazıları “özür” babında kabul edilebilecek birkaç yazı yayınlandı.

Daha sonra çok daha önemli bir şey oldu. Kemal Sunal sinema oyuncularımız arasında bir eşi, bir benzeri dahi olmayan inanılmaz bir işe imza attı. Daha önce yarım kalan Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi‘ndeki eğitimine 1992‘de dönüş yaptı ve 1995 yılında mezun oldu. 50 yaşındaydı! Bu da yetmedi, asıl büyük hamlesini yaptı ve aynı yıl aynı üniversitede yüksek lisansa kaydolup kendi sinemasını masaya yatıran bir tez yazmak üzere çalışmalara başladı. “Televizyon ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü” adlı tezi, Şükran Esen, Özden Cankaya ve Esra Biryıldız’dan oluşan akademik kadro tarafından 28 Ağustos 1998 tarihinde kabul edildi. Şahsi kanaatimce bu, Kemal Sunal’ın 1990’larda elde ettiği en önemli başarıdır.

Kemal Sunal’ın kendi yazdığı tez, sineması hakkında o tarihe kadar yazılmış, benim bildiğim, ikinci yüksek lisans tezidir. 2004 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Arşivinde, Kemal Sunal Sineması hakkında yazılmış tezleri incelemek istemiştim. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, Mimar Sinan arşivinde 2000 öncesi döneme ait, Serdar Karakaya’nın 1997 yılında yayınladığı yüksek lisans tezi hariç (ki bu tez, sadece Kemal Sunal’ı ve onun sinemasını ele alan ilk yüksek lisans tezidir) sadece iki çalışma vardı, onlar da iki lisans öğrencisinin mezuniyet projeleriydi. Marmara Üniversitesi’nin arşivinde de yine 1990’lı yıllara ait bir lisans bitirme tezi/projesi gördüğümü anımsıyorum. Yüksek lisans ve doktora tezlerini gözlemleyebildiğimiz YÖK Ulusal Tez Merkezi’nde en eski tarihli kayıt Serdar Karakaya’nın tezi, bir sonraki de zaten bizzat Kemal Sunal’ınki. Sonuçta; eğer araştırmalarımız esnasında gözümüzden kaçırdığımız bir çalışma yoksa, Kemal Sunal hakkında 1990 öncesine ait tek bir bilimsel nitelikli çalışma yoktur. 1992’de akademiye geri dönme kararıyla bu işi ilk ateşleyen de Kemal Sunal’ın kendisi olmuştur. Bence tüm hayatı boyunca yaptığı onca güzel şey içinde, en unutulmaz, en çığır açıcı, en örnek alınası iş de budur.

Kemal Sunal, hem filmlerini çektiği ve gösterime soktuğu 1970’li ve 1980’li yıllarda, hem de özel televizyonların yaygınlaşmaya başladığı 1990’lı yıllarda sürekli ve yeniden kendini üretmiş ve yeniden popülerleşmiştir. 2000’li yıllarda, ki biraz da eskiye dair ne varsa yeniden değerlendirilmeye tabi tutulduğu retrospektif çağının etkisiyle yeniden gündeme gelmiş, yeniden popülerleşmiştir. Bugün Kemal Sunal, hiçbir zaman olmadığı kadar saygı duyulan, hiçbir zaman olmadığı kadar sevilen bir oyuncu. Hakkında sürekli yazılar ve incelemeler çıkıyor. Filmlerinde gözüktüğü yerler, söylediği replikler, filmlerindeki görüntüler popüler kültürümüzün bir parçası artık. Bugün uyduda en az 10 kanalda gün boyu, aralıksız Kemal Sunal filmleri gösteriliyor. 1990’larda yeni nesli kendine has kişiliğiyle kalbinden yakaladığını söylemiştim, 2000’lerde de bunu başardı. Çocukları, gençleri, yaşlıları halkının tamamını kucaklayan bir sineması var onun. Herkes onun filmlerinde kendine ait bir şeyler yakalayabiliyor. Herkes ayrı bir lafına, ayrı bir hareketine gülüyor. Her izlediğimizde onun sinemasına dair yeni şeyler keşfediyoruz. Zengin sineması ve benzersiz kişiliğiyle yerli bir Şarlo oldu desek abartmış sayılmayız. O kadar kendine has bir sinema icat etti ki, onu ilk kez izleyen çocukları, gençleri de avucunun içine alabiliyor. Az buz bir başarı değildir bu. Örneğin, erken dönem komedyenlerimizden Sadri Alışık, Öztürk Serengil, İzzet Günay, Orhan Günşıray ya da Kemal Sunal’la aynı dönemlerde işler yapan Aydemir Akbaş bu denli popüler olamadı. Onların sineması her nesli yakalayamadı ama Kemal Sunal bunu başardı. Kemal Sunal’ın ölümünden sonra doğan insanlardan oluşan da bir hayran kitlesi var, internette özellikle de sosyal medyada görüyoruz. Kemal Sunal taklit edilmesi çok güç bir sinema inşa etti. İlk başlarda oyun gücünün bu denli yüksek olduğu anlaşılamadı, sadece tipi nedeniyle insanları güldürdüğü düşünüldü. Ama daha sonra onun sinemasını taklide yeltenen Sinan Bengier gibi iyi oyuncular bile, açıkçası çuvalladı. Çıtayı çok yükseğe koyduğu anlaşıldı, bir daha da buna cüret eden çıkmadı. Jestleriyle, mimikleriyle ve özellikle de diksiyonuyla basit gibi görünen ama taklit edilemez bir oyuncu profili yaratabilmiş olması bir diğer başarısıdır.

Türk Sineması’nda Kemal Sunal’ın her zaman ayrı bir yeri olacaktır, bunun nedenlerini karınca kararınca anlatmaya çalıştım. Onun kariyerinde “başarı” olarak nitelendirdiğim aşamalara bakınca, Kemal Sunal’ın bize bıraktığı mirasın büyüklüğü çok daha net anlaşılıyor, gördüğüm kadarıyla sinema tarihimizde bir benzeri daha yok. Görünen o ki, ona en çok yaklaşan da Şener Şen ustamız. Erken yaşta kaybettiğimiz Kemal Sunal; her daim üreten (82 film, 70’ten fazla başrol), film çekmediği dönemde bile TV dizileri çekmiş (Saygılar Bizden, Şaban Askerde, Bay Kamber), reklamlarda oynamış, üniversitede okumuş (hem lisans hem de yüksek lisans), sinema vakfında ders vermiş, öğrenciler yetiştirmiş (en başta da kendi oğlu) çok yönlü, zengin bir kişilikti. Sineması da, kendisi de ebedidir. Nur içinde yatsın.

Yazan: Ertan Tunç

Not : Kemal Sunal Sineması’na giriş niteliğindeki bu çalışma ilk kez Modern Zamanlar Dergisi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.

Kemal Sunal Sineması

2 thoughts on “Türk Sineması’nda Kemal Sunal

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir