Oscar ’ların ardındaki müthiş Türk

2014 yılında “12 Years a Slave”, 2015’de “Birdman”, 2016’da “Spotlight” ve nihayet 2017’de de “Moonlight”… Başta “En İyi Film” Oscar’ı olmak üzere bir sürü ödüller kazanan bütün bu pırıltılı filmlerin en az o şâşâlı ödül töreni kadar heyecan ve gerilime sahne olan tanıtım kampanyalarının arkasında, 23 yıldan beri Hollywood’u mesken tutmuş bir Türk yaratıcı yönetmeni, Göktuğ Sarıöz’ün yer aldığını biliyor muydunuz?

© ÖZEL HABER

Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nin 89’uncu geleneksel Oscar ödülleri  sırasında yaşanan “En İyi Film” anons krizine ilişkin tartışmalar da sinema çevrelerinde uzun süre konuşulmuştu.

Oscar dağıtım töreni gibi, koreografisi ve akış programı ta bir yıl önceden hazırlanmaya başlanan dünya çapındaki bir gösteride böylesine basit bir hata yapılması yenilir yutulur gibi değildi gerçi; ancak bu haberimizin odak noktasında çok ciddi bir organizasyon skandalına sahne olan sonuncu ödül töreni değil, son 4 yılın Oscar ödüllerine damgasını vuran bir Türk sanatçısı yer alıyor.

2014 yılında “12 Years a Slave” (Yönetmen: Steve McQueen), 2015’de “Birdman” (Yönetmen: Alejandro González Iñárritu), 2016’da “Spotlight” (Yönetmen: Tom McCarthy) ve nihayet 2017’de de “Moonlight” (Yönetmen: Barry Jenkins)…

Bunlar, geride kalan 4 yıl boyunca, “En İyi Film” ödülü başta olmak üzere, çeşitli kategorilerde Akademi’nin altın kaplama heykelciğini kucaklayan birbirinden güzide yapımlar… Oscar kazanmaları dışında ilk anda birbirleriyle hiçbir ilişkisi yokmuş gibi görünen bu filmlerin hepsinin kitlesel tanıtım başarısının ardında ise bir Türk sanatçısının imzası bulunuyor. O kişi de bundan 23 yıl önce tası tarağı toplayıp gittiği Yeni Dünya’da, çeyrek yüzyıl içinde önce film kurgusu, ardından da film tanıtım, yapım ve yönetimi alanlarında yaratıcı çıkışlarıyla büyük bir sükse yapan Göktuğ Sarıöz

2014’ten bu yana dünyanın en prestijli sinema ödülü Oscar’ı kazanan bütün filmlerin tanıtım kampanyalarında Sarıöz’ün çok ciddi emekleri var. Şu sıralarda, imzasını attığı kampanyalar ile dört kez arka arkaya “En İyi Film” ödülünü kucaklamış olmanın coşkusunu yaşayan Göktuğ Sarıöz’e Los Angeles’daki ajansında ulaştık ve girişimci bir Türk sanatçının yaban ellerde elde ettiği bu göz kamaştırıcı başarının sırrını sorduk.

İlk olarak Miramax tarafından keşfedilmiş

1970-İstanbul doğumlu olan Göktuğ Sarıöz, 1982-1986 yılları arasında Şehremini Lisesi’ni bitirdikten sonra, ertesi yıl Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil Tasarım Bölümü’nü kazanmış. Bu fakülteden de 1992 yılında başarıyla mezun olduktan sonra bir süre İstanbul’daki bazı reklâm ajanslarında çalışan Sarıöz, 1994 yılında ise gemileri yakarak, büyük umutlarla New York’a göç etmiş. New York Teknoloji Enstitüsü’nün İletişim Sanatları bölümünde yüksek lisans yapan çiçeği burnunda sinemacı, bu kalabalık dünya başkentinde geçirdiği kimi zaman zevkli, kimi zaman da sıkıntı dolu bir kaç yılın ardından, film endüstrisinin parlayan yıldızı Miramax şirketinin kurt yöneticileri tarafından keşfedilmiş. Eh, ABD eğer bunca toplumsal çürümeye karşın hâlâ bir türlü çökmüyorsa bu özelliğinden dolayıdır herhalde. Çünkü, orası, Sarıöz’ün de söyleşimizin bir yerinde vurguladığı gibi, ırkı, dini, ten ya da saç rengi her ne olursa olsun, yetenekli bir insana baktıklarında hamurunu görebilen ve onu derhal doğru alanda değerlendiren insan sarraflarının ülkesi…

Miramax’de stajyer olarak işe başlayan bu girişimci ruhlu Türk, kendisine tanınan fırsatları üstün bir başarıyla değerlendirince iki yıl gibi kısa bir sürede şirketin sözü geçen en gözde kreatif yönetmenlerinden birine dönüşmüş. 2000’lerin ses getiren filmleri “Bridget Jones’un Günlüğü”, “Şikago”, “New York Çeteleri”, “Çikolata”, “Diğerleri”, “40 Gün 40 Gece”, “Kate ve Leopold”, “Soğuk Dağ”, “Yaşgünü Kızı”, “Pokemon 4” ve “Korkunç Bir Film” serisi gibi bir çok televizyon ve sinema fragmanında onun imzası var. Özellikle de “Korkunç Bir Film” adlı korku filmleri parodisinin ikinci bölümüyle 2002 yılında Amerikan sinemasının otorite yayını Hollywood Reporter dergisi tarafından dağıtılan “Key Arts” ödülünü alması, 2004’de ise yine aynı yarışmada “Şikago”nun fragmanıyla finale kalması meslekî kariyerini büsbütün değiştirmiş.

Hikâyenin bundan sonrası ise tam bir peri masalı, ya da daha doğru bir ifadeyle “Amerikan rüyası”nın gerçekleşmesi şeklinde akıp gidiyor. Aralarında “Kill Bill Vol. 1-2”nin de yer aldığı bir sürü popüler filme hazırladığı dikkat çekici fragmanlarla, başta Quentin Tarantino olmak üzere sektörde zirveye oynayan bir dizi yapımcı ve yönetmenin gözdesine dönüşen Sarıöz, bir yandan Hollywood’daki prestijini hızla zirvelere taşırken, diğer yandan da Miramax’deki rafına dizdiği ödüllerinin sayısını artırmayı sürdürdürmüş.

Sinema dünyasını yakından takip edenlerin hemen hatırlayacağı üzere, 1979-2010 yılları arasında Amerikan bağımsız sinemasına damgasını vurmuş saygın bir yapım şirketi olan Miramax, onu sektörde kendisine ciddi bir tehdit olarak gören Walt Disney tarafından önce 1993’de satın alınmıştı. O döneme kadar birbirinden başarılı pek çok bağımsız yapıma imza atan şirketin konseptini bozarak onu zamanla ana akım sinemanın diline hizmet eden sıradan bir stüdyoya dönüştüren Disney patronları, en sonunda Ocak-2010’da bu başarılı oluşumun ipini büsbütün çekerek Miramax’i kapattılar.

İlk ciddi meslekî sıçramalarını gerçekleştirdiği bu şirkete hem şef kurgucu, hem de yaratıcı yönetmen olarak 9 yılını veren Göktuğ Sarıöz, en sonunda, uzun yıllardır sinemanın merkezinden gelen transfer taleplerine kayıtsız kalmayarak, 12 yıllık New York serüveninin ardından Los Angeles’a taşınmaya karar vermiş. Sonraki 10 yıl boyunca Amerikalı ve Avrupalı partnerlerle sayısız başarılı ortak çalışmalara imza atan sanatçı, Mayıs-2016’da da Hollywood’un kalbinde bu kez bütünüyle kendisine ait bir ajans olan GrandSon Creative LLC’yi kurmuş. GrandSon Creative, sinema ve televizyon yapımlarının posterlerinden internet sitelerine, fragmanlarından sosyal medyadaki görünürlüklerine, kamuoyuna ilk sunumlarından Oscar, Altın Küre, Emmy gibi çıtası yüksek yarışmalardaki jüri üyelerine tanıtımlarına kadar her aşamayı profesyonelce tasarlayıp koordine eden entegre bir iletişim ajansı olarak hizmet veriyor.

(L-R) Producers Anthony Katagas, Jeremy Kleiner, Dede Gardner, Brad Pitt and director Steve McQueen, winners of Best Picture for ’12 Years a Slave’, hold their trophies as they pose in the press room during the 86th Academy Awards on March 2nd, 2014 in Hollywood, California. AFP PHOTO / Joe KLAMAR (Photo credit should read JOE KLAMAR/AFP/Getty Images)

Tanıtımı, filmin kendisi kadar önemli”

Söyleşimizin bu noktasında Sarıöz’e şu soruyu sorma ihtiyacı hissediyoruz:

Hollywood ortamında, Oscar ya da Altın Küre gibi kafa ödüllere oynayan bir filmin yapımcıları, bu arenada sizden çok daha eski kurtlar varken, nasıl oluyor da gözbebeği filmlerini göçmen bir Türk’ün ellerine teslim ediyorlar? Rekabetin kitabını yazmış olan Hollywood gibi bir piyasada tanıtım ajansları belirlenirken hiç mi alicengiz oyunları dönmüyor?”

Elbette ki dönüyor” diyerek cevaplıyor sorumuzu Sarıöz ve şöyle devam ediyor:

Öte yandan, siz işinizde iyi olursanız, bir süre sonra artık ne ırkın, ne dinin, ne ten ya da saç renginin, ne de politik görüşün pek fazla bir önemi kalmıyor. Amerika’yı büyük ülke yapan da bu… Sinema-TV sektöründe laubaliliğe yer yok, herkes işindeki başarısı kadar var ve biz de işimizde çok başarılıyız. O yüzden, ajansımız GrandSon’ın bundan sonra da gitgide artan bir teveccühle, hem ödül hem de gişe açısından kafaya oynayan filmlerin tanıtımını üstlenen en önemli adres olacağına gönülden inanıyorum.”

Pekiyi, Akademi’nin 6000’e yakın üyesine tanıtımını üstlendiği, düzenlediği bir sürü özel gösterim ve kokteyl, hazırlayıp dağıttığı baskılı-görüntülü lansman materyallerinden sonra, son 4 yıldır elde ettiği Oscar zaferlerinden kendisine düşen ekonomik pay nedir?

İşimizi yapıyor ve ücretimizi alıyoruz, bunun dışında ekstra bir mâlî getiriden söz edilemez” diyor bu sorumuza karşılık olarak da… “Ancak, sinema-TV sektörünün içindeki profesyonel gözler, muteber ödüllerden birini, özellikle de Oscar’ı kazanmış her filmin arkasında kimlerin olduğuna dikkatle bakar ve o tanıtım ekibini de özenle bir kenara not eder. Çünkü, her yıl düzinelerce nitelikli filmin çekildiği bir piyasada belirli filmlerin onca barajı aşıp Oscar jürisinin önüne ulaşması, üstüne üstlük bir de yarışmadan ödülle dönmesi, rüzgârın oradan oraya rastgele savurmasıyla gerçekleşmiyor. Oscar o kadar büyük ve karmaşık bir organizasyon ki dünyanın en değerli filmini çekmiş olsanız bile onu sektöre, dağıtım firmalarına ve kamuoyuna iyi tanıtamazsanız elinizde patlar. Filme finans kaynağı bulmak bir mesele, filmi başarıyla çekip bitirmek ayrı bir mesele, hele de ABD gibi rekabetin zirvede olduğu pazarlarda o filmi ödül ve izleyiciyle buluşturmak apayrı bir mesele…”

Oscar

Sinemacılarımızın daha yüksek tanıtım bütçelerine ihtiyacı var”

PR gurusu Göktuğ Sarıöz’ün son sözleri de, özellikle 2010’ların başından beri Oscar yarışına dahil olan Türk sinemacılarına:

Türk sineması son yıllarda ‘En İyi Yabancı Film’ dalında Oscar’a aday filmler gönderiyor. Bunlar, gerçekten de hoş yapıtlar; bir Türk vatandaşı olarak hepsiyle gurur duyuyorum.

Ancak, yapımcılarımızın, yönetmenlerimizin ve Kültür Bakanlığı’mızın temsilcilerinin Oscar yarışı başladığında buraya gelmeleriyle birlikte girdikleri şok da mutlaka çözümlenmesi gereken bir sorun… Çünkü, her yıl dünyanın dört bir köşesinden California’ya akan onca kaliteli yabancı filmin arasında kendinizi jüri üyelerine hissettirmeniz, hatırda kalmanız için, bazen o filme harcanan bütçeden kat be kat daha fazlasını Akademi üyelerinin biraraya gelip eserinizi izleyecekleri etkinliklere harcamanız gerekiyor. Bu da öyle birkaç yüz bin dolarla altından kalkılabilecek bir iş değil… 6000’e yakın Akademi üyesinden en az üçte birine bir şekilde ulaşmalısınız ki tanıtım adına ciddi bir başarıdan söz edilebilsin.

Oscar’da oylar gökyüzünden inmiyor, bu insanlar sandıkların başına gidip oy kullanacaklar. Onların sağlıklı bir karar verebilmeleri için de gelen bütün filmleri izlemesi; mümkünse oyuncuları, yönetmenleri, yapımcılarıyla tanışıp dostça ilişkiler kurmaları gerekiyor. Bu da New York ve California eyaletlerinde kiralanmış seçkin sinemalarda özel gösterimler, yüzlerce kişinin davetli olduğu kaliteli partiler ve devâsâ bir baskı-posta harcaması demek…

Hâliyle, sınırlı bir bütçeyle buraya gelen Türk sinemacıları da bütün bu süreçleri lâyıkıyla yönetemiyor, başarı büyük ölçüde rastlantılara kalıyor. Bizler ise uçsuz bucaksız bir kalabalığın içinde kaybolup gitme riski taşıyan cevherleri, onların kıymetini bilecek olan uzmanlara tek tek işaret ediyoruz. Her yıl daha da iyi yaptığımız bu iş ve üzerine özenle titrediğimiz orijinal içerikli sürpriz projeler ile de önümüzdeki yıllarda Türkiye’de adımızı çok daha fazla duyacaksınız.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir