Sinema, özellikle de Batı sineması, ucuz bir kitle eğlencesi olarak algılandığı erken dönemlerinden gerçek anlamda bir ‘sanat dalı’ hüviyeti kazandığı günümüze kadarki 120 yıllık varoluş serüveninde ‘yol filmleri’ne daima ayrıcalıklı bir önem atfetti ve bu türün hakkını fazlasıyla verdi. Çünkü, kentler arasındaki uçsuz bucaksız yolların, beyazperdenin karşısında oturan muhataplara derinlikli bir hikâye anlatabilmek için en ideal mekânlar olduğunu çok erken fark etti senarist ve yönetmenler…
Yeşilçam ise Avrupa ve ABD sinemasındaki bu köklü ‘yol filmleri’ geleneğini belki sayısal anlamda yakalamaktan oldukça uzak kalmış durumda; ancak bizim sinemamızın tarihçesinde de geriye dönülüp literatür titizlikle tarandığında, tozlu topraklı Anadolu yollarının kimi zaman yürek yakıcı trajedilere, kimi zaman destansı serüvenlere, kimi zaman da kara komedilere yataklık ettiği bir dizi kalburüstü örnekle karşılaşmak pekâlâ mümkün… İşte, onlardan gözlerimiz ve gönüllerimizde iz bırakmış olan birkaçı…
Yazan: Ali Murat Güven
“Yolculuk”, insan hayatında, “hâlden anlama” kâbiliyetine sahip olgun bir muhatapla ciddi bir konuyu istişâre etmek; başka bir deyişle hem “konuşmak” hem de “dinlemek” için en ideal zaman dilimidir. O yüzden de arkadaşlar, akrabalar, iş ortakları, sevgililer ve nihayet eşler arasındaki bütün büyük meseleler çoğunlukla yolculuklara saklanır. Çünkü, kullanılan ulaşım aracı her ne olursa olsun, yan yana oturulan bir yolculukta konuşmaktan da dinlemekten de kaçış pek öyle kolay olmaz. Kaçmak şöyle dursun, böyle zamanlarda konuşmayı da dinlemeyi de daha bir sever oluruz. O yüzden de eskiler, “Muhatabını gerçekten tanımak istiyorsan, onunla uzun bir yolculuğa çık” diye boşuna dememişler. Pek muhtemelen, asfaltın üzerinde ritmik bir biçimde kayıp giden kesintili yol çizgilerinin, kişinin giderek “hipnotize” olup kendisine anlatılanları hayatın diğer telaşlı zamanlarından çok daha iyi kavramasına imkân vermesinden dolayıdır bu…
Yukarıdaki cümleler, sinema dışı başka bir alan söz konusu olduğunda yalnızca benim hayatıma özgü bir ruh hâlinin tespiti olarak kabul edilebilirdi. Fakat, beyazperdenin bir yüzyılı geride bırakan renkli gelişim serüveni bunun hiç de böyle olmadığını; aksine hemen her fâninin ırk, din ve dil ayrımı gözetmeksizin karşısındakine içini dökmek için yollardan medet umduğunu gösteren yüzlerce hikâyeyle dolu…
İlk önemli örneklerini 1930’lu yılların Hollywood’unda vermeye başlayan “yol filmleri”, günümüzde artık sinemasal anlatı geleneğinin başat türlerinden birine dönüşmüş bulunuyor. Hattâ, zaman zaman eriştiği şahikalara bakıldığında, bunun artık yalnızca bir “tür” olmakla da kalmayıp, “sinemada hikâye anlatıcılığının en saygın formlarından” biri olduğunu rahatlıkla ileri sürebiliriz.
İnsanlara anlatacak derinlemesine hikâyeleri olan senarist ve yönetmenler -tıpkı romancılar gibi- yolları, ta John Ford’un siyah-beyaz başyapıtlarından itibaren çok sevdiler. Çünkü, “yol” ve “yolculuk” kavramlarını, “kader çizgisi üzerinde bir belirsizliğe doğru ilerlemenin beyazperdedeki en güzel izdüşümü” olarak yeniden anlamlandırdılar imgelemlerinde… Bu yüzden de son derece etkili bir metafor olarak, 1939’da Ford’un efsanevî westerni “Posta Arabası”ndan başlayarak sıklıkla başvurdular anılan kavramlara… Ki aynı Ford, beyazperdede bu türü başlatan öncü sanatçı olduğu gibi, John Steinbeck’in yürek yakıcı romanı “Gazap Üzümleri”yle aynı türün bir başka görkemli örneğine daha imza atmıştır.
Genelde Batı, özelde de Amerikan sinemasında “en iyi yol filmleri” seçkileri hazırlandığında, Dennis Hopper’ın “Sakin Sürücüler”i (Easy Rider, 1969), Ridley Scott’un “Thelma ve Louis”i (Thelma and Louis, 1991) ve Oliver Stone’un “Katil Doğanlar”ını (Natural Born Killers, 1994) bu seçkinin baş köşesine oturtmak neredeyse tartışılmaz bir kurala dönüşmüştür. Dahası, bu üç filme kendi “yol filmleri” listesinde yer vermeyenleri “sinemasever”den bile saymazlar. Fakat, körlemesine şiddeti eleştirmek niyetiyle yol çıkarken ara ara ona güzellemeler yapmaya kayıveren kararsız tutumları, kahramanlarının sosyopat kişilikleri ve ele aldıkları kaotik durumlara getirdikleri arızalı çözümlerden dolayı, ben kendi adıma her üç filmden de öyle aman aman haz etmem. O yüzden, okuduğunuz yazıda yer alan kişisel seçkime –“sinemadan anlamayan kıro” yaftasının boynuma sorgusuzca asılması gibi çok ciddi bir risk almak pahasına- her üç yapıtı da dahil etmedim. Bunları beğenenler, sık sık izlemeye ve yüceltmeye devam edebilirler. Fakat, bana göre, arşivleri insanın manevî tükenişinin hazin hikâyeleriyle dolu olan Hollywood bile uzun ve zengin tarihçesi boyunca bunlardan çok daha iyilerini üretti ki ilk anda aklıma gelenleri yazımın ekindeki kutularda saydım zaten…
Türk sinemasından ‘az’, fakat ‘öz’ örnekler
Konuyu toparlayan bu kısa girizgâhtan sonra sözü Türk sinemasına getirirsek, “Anadolu” gibi muazzam bir cevhere sahip olmamıza karşın, “yol filmleri” konusunda sayısal açıdan Batı sinemasıyla kıyaslanmayacak ölçüde fukara bir görünümde olduğumuz söylenebilir. Bunun da nedeni, “halkımızın büyük bir bölümünün karayolunu hiç sevmeyip öteden beri hep uçakla yolculuk etmesi, dolayısıyla kısa süren yolculuklarda büyük hikâyeler anlatılamaması” diyeceğim; fakat yok elbette böyle bir şey… Günümüzün Başbakan’ı, bir dönemin ise Ulaştırma Bakanı olan Binali Yıldırım’ın (ikinci sınıf havayollarının yeterli teknik bakım yapılmadan uçuştan uçuşa sürülen yaşlı uçakları üzerinden) “Her yere uçarak gidelim” seferberliği başlatmasının milâdı şunun şurasında 8-10 yıllık bir mevzu. Ondan öncesinde yüzde 90’ımız için tatillerde memlekete gitmek ve memleketten geri dönmek Mercedes 302 ve ardından da 303 model otobüsler demekti; hadi hadi biraz da Setra, Scania, Volvo ve Neoplan… Hâl böyleyken, güzel ülkemin sinemacılarının o uçsuz bucaksız Anadolu yollarını dekor olarak bu kadar sınırlı ölçüde kullanmalarının mantığını gerçekten de çözebilmiş değilim. Siyah-beyaz Yeşilçam filmlerinde karakterler yollarda pek fazla takılmazlar. Onları bulundukları kentte otobüs ya da tren istasyonunda yakınlarına el sallarken görürüz; bir sonraki sahnede de eski Topkapı Otogarı ya da Haydarpaşa Tren Garı’nda merdivenlerden iniyor olurlar. “Yolculuk sahneleri” bizim eski dönem filmlerimizde çoğunlukla teferruat düzeyinde kalır; hiç birinin gerçek anlamda “ruh”u yoktur.
Benim yorgun hafızamın o dönemlerden hatırladığı tek sıradışı örnek, yönetmen Nevzat Pesen’in, her sabah İstanbul’dan Anadolu’ya doğru vahşi bir koşuya çıkıp taşra kentlerine gazete dağıtan gözüpek kamyoncuların hikâyelerini anlattığı “Hızlı Yaşayanlar” ki onu da hiç tereddütsüz listeme dahil etmiş bulunuyorum. Bu nadide örneğin dışında, 1950’lerin başlarından 1970’lerin ortalarına kadar belleğimde derin izler bırakmış başkaca bir yol filmi yok Yeşilçam’dan…
70’lerden itibaren ise yollar ve yolculuğun, bilhassa sol eğilimli sinemacılar tarafından gelip geçici bir “arka fon öğesi” olmaktan çıkartılıp hikâyenin önemli bir unsuruna dönüştürüldüğünü görüyoruz. Sözgelimi, Tunç Okan’ın 1974 yılında çeşitli Avrupa otobanları ve nihayet son durak olarak Stockholm-İsveç’te çektiği “Otobüs”, Türk sineması açısından yalnızca unutulmaz bir film değil, aynı zamanda da “unutulmaz bir yol hikâyesi” olarak, belleğimdeki büyük filmler galerisinin hâlâ en itibarlı köşelerinden birinde duruyor.
Sonrasında ise o tarihlerde uzunca bir süredir cezaevinde bulunan aktör-senarist-yönetmen Yılmaz Güney’in kaleminden çıkma iki güçlü senaryo, “Sürü” (1978) ve “Yol”da (1980) giderek başrole kadar tırmanacaktır Anadolu’nun o -katedenlerin nazarında her daim hüzünle özdeşleşmiş- bakımsız yolları… Güney, her ikisini de içerideyken yazdığı bu senaryoları, kendisine ideolojik olarak yakın bulduğu iki önemli yönetmene (Zeki Ökten ve Şerif Gören) sırayla teslim ederek, yalnızca “yol filmleri” türünde değil, “mahkûm pozisyonunda film yapma” noktasında da dünya sinema tarihine geçen bir başarıya imza atmış, her iki yapıt da sonradan Türk sinemasının klasikleri arasına girmiştir.
1980’ler boyunca bu alandaki en kaydadeğer iki hikâye, farklı türlerde ortaya koydukları yapıtlarla Türk sinemasının en verimli yönetmenleri arasında anılan Ömer Kavur ve Tunç Okan’dan gelir. Vicdan sahibi bir kamyoncu, aile sorunlarından dolayı ona sığınmış çaresiz bir kadın ve küçük kızının İstanbul-Mardin arasındaki soluk soluğa kaçışını anlatan “Amansız Yol” (1985), yolların “kamyoncular” cephesine (Pesen’in 1960’lardaki “Hızlı Yaşayanlar”ı ve kısmen de Atıf Yılmaz’ın 1978 tarihli “Selvi Boylum Al Yazmalım”ından sonra) değinen üçüncü önemli senaryo olurken, Kavur da yerel bir yol hikâyesinin içine ilk kez kriminal boyut katan yönetmen unvanını elde ediyordu.
Tunç Başaran’ın “Sarı Mercedes/Fikrimin İnce Gülü” (1987) adlı filmi ise aynı türe çok daha bireysel bir hikâye üzerinden yönelir. Yeni satın aldığı balköpüğü renkteki Mercedes’iyle Almanya’dan köyüne izne gelen bir gurbetçinin keyifli başlayıp tatsız biten yolculuğunun anlatıldığı bu yapıt, Türk sinemasının en etkileyici yol hikâyelerinden biri olarak anılarımızda yer ederken, Okan hemen 90’ların başlarında, yine benzer türden, fakat seyirci ilgisi açısından görece daha etkisiz kalan ikinci bir çalışmaya daha imza atar. Gurbetten Türkiye’ye tatile gelmiş bir aileye odaklanan “Uzun İnce Bir Yol” (1991), her ne kadar teknik ve dramatik açıdan hedefi tam onikiden vuramasa da çekildiği dönemin en can sıkıcı (hoş, sanki hâlâ öyle değil mi?) toplumsal meselelerinden biri konumundaki “trafik terörü”ne ilişkin önemli tespitleri ve ele aldığı konuya -Azrail’i insan görünümünde cisimleştirmek gibi- fantastik yaklaşımlarıyla yine de belli ölçüde ilgiyi hak eden bir çalışma olmuştur.
1990’ların ikinci yarısından günümüze kadarki süreç ise Türk sinemasının “yol filmleri”ni gerçek anlamda keşfettiği ve bu kıymetli enstrümanı hikâyelerinde ilk kez başrolde kullandığı son derece parlak bir dönemdir. Yapımcı ve senarist Ömer Vargı’nın ilk yönetmenlik denemesi “Her Şey Çok Güzel Olacak”ta (1998) İstanbul-Bodrum arasındaki yolları -bu alanda gerçekten “aşkın” bir konuma erişmiş- Amerikan filmlerini aratmayan bir ustalıkla kullanan Vargı, böylelikle hem Mazhar Alanson-Cem Yılmaz ikilisine göz yaşartıcı bir ağabey-kardeş kompozisyonu çizme fırsatı verirken, hem de “toplumsal gerçekçi sinema”da çoğunlukla en döküntü yönleriyle resmedilen Türkiye’den ilk kez “kartpostal” güzelliklerin de beyazperdeye yansımasına fırsat tanıyordu.
Öte yandan, Ali Özgentürk’ün 2000 yılında çektiği “Balalayka” ve sonrasında da “yol filmleri”nin ulusal sinemamızın artık çok daha yakından ilgilendiği popüler bir türe dönüştüğünü müşahede etmekteyiz. Bir grup insanın Trabzon-Batum arasındaki otobüs yolculuğunu anlatan “Balalayka”, her ne kadar, uçak fobisi olan kült aktör Kemâl Sunal’ın -sete gitmek üzere zorunluluk nedeniyle bindiği uçakta- kalp krizi geçirip vefat etmesi yüzünden, sonradan omuzlarında sürekli bu acı hatırayı taşımak zorunda kalsa da hem yerine geçen genç meslektaşı Uğur Yücel, hem de yönetmeni Özgentürk’ün kalburüstü çalışmalarından biri olarak kayıtlara geçti.
1998 yılındaki ilk sinema oyunculuğu deneyiminde anılan türün tadını almış olan Cem Yılmaz, Ali Taner Baltacı’yla birlikte çektiği “Hokkabaz”da (2006) Türk yol sinemasının -bana göre- gelmiş geçmiş en sağlam örneğine imza atarken, hemen bir yıl sonrasında da bir başka çiçeği burnunda yönetmen, Mahsun Kırmızıgül, kendi yazdığı yol serüvenini biraz daha “Doğu”ya, doğup büyüdüğü topraklara taşıyarak, “Beyaz Melek”te masalsı bir Türkiye yolculuğu sunuyordu bizlere…
Türk sinemasının yollarda geçen anlatıları ebette ki bunlarla sınırlı değil… Eskilerden -önceki satırlarda adını bir kez daha andığım- dört dörtlük bir klasik olarak “Selvi Boylum Al Yazmalım”, belki biraz da zorlamayla türün sınırları içine dahil edilebilir aslında… Aynı şekilde, genç kuşak kadın yönetmenlerimizden Ela Alyamaç’ın 2008’de çektiği “Peri Tozu” da rahatlıkla bu kategoride anılabilecek yapıtlardan bir diğeri…
Ancak, yolların anlatılan hikâyede dikkati çekecek ölçüde ön plana çıktığı, bu özellikleriyle türe tereddütsüz biçimde dahil edilebilecek öncü filmler denildiğinde, ilk etapta aklımıza gelen örnekler şimdilik bunlar…
Türkiye karayollarının gitgide daha fazla pürüzsüzleşmesi ve sinemacıların da hareket hâlindeki araçlarda yolculuk eden karakterleri -araçlara bağlı steadycam kameralar gibi- daha yüksek teknolojiler kullanarak görüntülemeyi başarmasıyla birlikte, sinemamızın yol hikâyelerine yönelik iştahı da her geçen gün kabarmaya devam ediyor.
Başlangıçta da vurguladığım gibi, akıp giden yol çizgileri, dinlemeyi bilen ve sevenlere ayrıntılı bir hikâye anlatmak için en ideal mekânlardan biri… Aslına bakarsanız, yönetmenin en hası da yine bu arenada ortaya çıkıyor. O yüzden, eskilerin yol arkadaşlığı için söylediklerini şimdilerde doğrudan doğruya yönetmenlik mesleğine uyarlamakta hiçbir beis kalmadı gibi:
“Bana, sevdiğin bir yönetmenin yol filmini göster, ben de sana o yönetmenin çapını söyleyeyim.”
Sinema tarihinden en güzel
10 YOL FİLMİ1) Korkuluk (Scarecrow, 1973) / Yönetmen: Jerry Schatzberg
2) Hedef: İstanbul (İstanbul, 1985) / Yönetmen: Marc Didden
3) Bay Bean’in Tatili (Mr. Bean’s Holiday, 2007) / Yönetmen: Steve Bendelack
4) Sekizinci Gün (Le Huitième Jour, 1996) / Yönetmen: Jaco Van Dormael
5) Posta Arabası (Stagecoach, 1939) / Yönetmen: John Ford
6) Yağmur Adam (Rain Man, 1988) / Yönetmen: Barry Levinson
7) Cazcı Kardeşler (The Blues Brothers, 1980) / Yönetmen: John Landis
8) Bela (Duel, 1971) / Yönetmen: Steven Spielberg
9) Otostopçu (The Hitcher, 1986) / Yönetmen: Robert Harmon
10) Mükemmel Bir Dünya (A Perfect World, 1993) / Yönetmen: Clint EastwoodTürk sinemasından en güzel
10 YOL FİLMİ1) Hokkabaz (2006) / Yönetmenler: Ali Taner Baltacı, Cem Yılmaz
2) Her Şey Çok Güzel Olacak (1998) / Yönetmen: Ömer Vargı
3) Amansız Yol (1985) / Yönetmen: Ömer Kavur
4) Sarı Mercedes / Fikrimin İnce Gülü (1987) / Yönetmen: Tunç Okan
5) Uzun İnce Bir Yol (1991) / Yönetmen: Tunç Başaran
6) Yol (1981) / Yönetmen: Şerif Gören
7) Beyaz Melek (2007) / Yönetmen: Mahsun Kırmızıgül
8) Otobüs (1974) / Yönetmen: Tunç Okan
9) Hızlı Yaşayanlar (1964) / Yönetmen. Nevzat Pesen
10) Balalayka (2000) / Yönetmen: Ali Özgentürk