AYLA (Can Ulkay, 2017)

65 yıl öncesine gidiyoruz. Bir komşumuzun kardeşi o tarihlerde askerliğini yapmaktadır. Ve bir gün aniden Kore’ye görev emri çıkar. Askerlere seferden önce 10 gün izin verilir, herkes memleketine gider. Halil İbrahim de köyüne gider. İzmir’in Ödemiş ilçesindeki köyüne. Aile; gururla karışık, belli belirsiz duygular içindedir, sonuçta evlatları savaşa gidiyordur. Ödemiş tren garında askerimize uğurlama yapılacaktır. Olayı bir türlü içine sindiremeyen babası Hüsen (Hüseyin) Efe, “(Bir sonraki durak olan) İlk Kurşun garına gidip oğlumu (trenden) kaçıracağım, ne işi var benim oğlumun Kore’de?” der. Yapma etme derler. Ne büyük gurur, herkese nasip olmaz derler. Gözyaşları içinde bir uğurlama gerçekleşir. Bir süre sonra dedem Mümin Yumrutaş, devasa pilleri olan o haşmetli radyosundan ajansları dinliyordur. Tarih, Mayıs 1953. O günkü Kore şehitlerinin isimleri okunurken Halil İbrahim Özdemir’in de ismi okunur. Nimet yengemin kardeşi Halil İbrahim abi Kore’de şehit düşmüştür. (Ne tuhaf. 1930’larda bile doğmuş olsa, sizden genç ölen birinin ardından “dede”, “amca” demek bir garip geliyor insana.)

Halil İbrahim abinin ölümünü duyan dedem çok üzülür, hemen durumu anneanneme anlatır. Lakin “Hayatta söyleyemem”, der dedem, “Nasıl söylerim ben Halil İbrahim’in öldüğünü Hüsen Efe’ye? Söyleyemem.”. Ve söyleyemez. İçinde kalan onlarca yıllık bir uhdeydi bu dedemin: “Söyleyememiş olmak”. O zamanlar şimdiki gibi şehit ailesinin evine de gitmezdi pek yetkili, pek görevli asker büyüklerimiz. Ayaklarına çağırırlardı şehit ailesini. Ama şimdi o konuyu deşmeyeceğim, sırası değil. Ve Hüsen Efe… Neredeyse tüm şehit babalarımız gibi, asla tamamlanamamış, sıvasıyla mıvasıyla duran, dandik bir evde yaşardı bu şehit babası. Tesellisi, torunlarından birinin (Halil abimin) adında yaşamasıydı oğlu Halil İbrahim’in. Hüsen Efe, mezarını bile göremedi oğlunun. Kore’de öldü, Kore’de gömüldü gitti Halil İbrahim abi. Ve Hüsen Efe’nin içinde de hep şu uhde kaldı: “O gün, İlk Kurşun garına gidip kaçırmalıydım oğlumu”.

Şimdi roman mı yazıyorsunuz, bir öykü mü kaleme alıyorsunuz yoksa bir film mi çekiyorsunuz bilmem ama eğer Kore Savaşı’ndaki Türk askerlerine dair dramatik bir şey yapıyorsanız, ne demeye orada olduğumuza dair bir şeyler de duymak isteriz efendiler. Türk askeri kahramandır. Tamam. Asildir. Çalışkandır. Tamam. Görev verilir, o da yapar, gerekirse ölür. Eyvallah. Her şeye eyvallah hatta Amerikalı komutanın bizim kahramanlığımızı ölçüsüzce övmesine de eyvallah ama en azından ufak da olsa bir karakterin ağzından ne halt etmeye orada olduğumuza dair mini minnacık ufacık da olsa bir sorgulama, bir itiraz görmek/işitmek istiyoruz. Bunu, gencecik yaşında bütün hayalleri göz bebeklerinde kuruyup giden yüzlerce Halil İbrahim’e, her daim puslu gözlerle, sanki bir mucize olacakmış da oğlu birden kapıda belirecekmiş gibi onlarca yıl dalgın dalgın bakan Hüsen Efe’lere borçluyuz diye düşünüyorum. Borçluyuz yahu. Onlar ödedikleri bu korkunç bedelle, sanatsal ifade alanlarındaki ufak bir özeleştiriyi çoktan hak ettiler. Ayla (2017), bu bağlamda maalesef sınıfta kalmış bir eser. Filmi, genel olarak beğenmiş olmama rağmen bunu tarihe not düşmek bizim yükümlülüğümüzdür.

Amerikalılar Kore’de ne gibi insanlık suçları işledi, Japonlar Kore halkına neler neler yaptı ona hiç girmiyorum, yeri değil. Truman Doktrini, NATO, Demir Perde vs. diye sizi olayın tarihsel arka planıyla da yormayayım ama bilinmelidir ki, Türk ordusu başka ülkelerin başka “büyük” hesaplarının küçük ve önemsiz bir piyonu olarak 38. Enlem’e gönderildi. Hatta ABD Dışişleri Bakanı Foster Dulles, Türk askerini, “çok masrafsız, günlük masrafı 23 Cent‘i aşmıyor” diye övmüştü. Evet, 23 Cent. Hani şu filmde gördüğümüz bilmem ne tozlarının masrafı herhâlde. Kabul edelim, Kore’de adeta “Amerikan askerleri” hâline getirildik. Başkalarına koltuk değneği yapıldık, 51. Eyalet olduk çıktık. Kim bilir neredeki bir masa başında faraşla cepheye sürüldük hatta süngü savaşı yaptık ve büyük zarar görüp dev bir yıkım yaşadık. Evet, kahramanca işler yaptık ama çok da zararı oldu, kabul edelim. Görev alan asker sayısına göre, oransal olarak en büyük kaybı (ölü, yaralı, kayıp, esir) veren ülkelerden biri bizdik, savaştan en zararlı çıkan ülkelerden biri olduk. Kore Savaşı’na asker gönderme rezilliği, Adnan Menderes Hükümeti’nin yaptığı en utanç verici işlerden biri olmuştur. Her mahallede bir milyoner yaratacağız kandırmacasıyla “Küçük Amerika” hayali kuranların kurbanıdır Kore şehitleri ve gazileri. Tarih ve toplumsal bellek bunu böyle yazar. Ve yazmalıdır da. Filmde, hadi bir karakterin ağzından olmasa bile bari final yazısında ufaktan bir makul politik duruş sergilenmesi lazımdı. Mevcut iktidarı incitmeyelim diye tarihsel gerçeklerde tahrifat yapılarak (ya da hakikatleri saklayarak veya kibarca, “söylemeyi unutarak” diyelim) sanat eseri üretilmesini doğru bulmuyorum. Bir daha bize ait olmayan bir savaşa asker gönderilmesi gibi bir kepazeliğe imza atılmaması için makul itirazları (azıcık da olsa) “soru işareti” kabilinden ürettiğimiz eserlerin içine serpiştirmemiz gerekir diye düşünüyorum. Yoksa gerisi saf propaganda olur, yani vatan-millet-Sakarya edebiyatı. Ya da bu filmde tezahür ettiği şekliyle… Ankara, Ankara, güzel Ankara, seni görmek ister her bahtı kara! Öncelikli meramım budur, yazmasam olmazdı. Gelelim filme…

***Dikkat! Yazının bundan sonrası sürprizbozan (spoiler) içermektedir.***

Ayla (2017) filmini amacına ulaşmak için sinemasal enstrümanları (dozunda olmasa bile) yerinde kullanan bir melodram olarak beğendim (hamasete dayalı politik duruşunu kesinlikle tasvip etmiyorum, o ayrı). Karşımızda, Yeşilçam geleneğinden beslenen, sayılarının artmasını arzu ettiğimiz, seyircisiyle barışık, eli yüzü düzgün, klasik bir Türk filmi var. Önce en sevdiğim öğelerden başlamak istiyorum. Bir numaraya, her sahneye ayrı bir anlam katmayı başardığı için Fahir Atakoğlu’nu alıyorum. Atakoğlu, hemen her sahnede filmin vermek istediği duyguların lehine çalışan müthiş tınılar ve müzikler (hatta şarkılar) bulmuş veya bestelemiş. Ayla’nın ayrıyeten de dinlenebilecek çok hoş bir soundtrack’i var.

Yan karakterler (Pepe Muharrem, Sadık, Sebahat, İlhan vb.) bir ölçüde karikatürize kalmış olsa da hikâyenin merkezindeki Süleyman Astsubay karakterini ve ona hayat veren İsmail Hacıoğlu’nu beğendim, beğeni sıralamamda iki numaraya da onu koyuyorum. Senaryonun Süleyman’la ilgili kısımları çok iyi yazılmış, Allah var, İsmail de harika oynamış. Oynadığı bütün sahnelere büyük bir inandırıcılık katmayı başarıyor. Canlandırdığı karakterin (dediğim dedik biri olması, hayırsız biri olması vb.) gri noktaları gayet belirgin. Kendi ailesine ve komutanlarına da aynı şekilde davrandığı için sevdiği kıza yaptığı şey inandırıcılık anlamında sıkıntı doğurmuyor. İsmail Hacıoğlu’nun Ayla’yı başarıyla canlandıran Kim Seol’le uyumu da görülmeye değer.

Binbaşı Fuat rolündeki Taner Birsel’e de bir parantez açayım. Tatlı sert komutan rolüne cuk oturmuş. Bir de herhangi bir filmde iki dakika bile görsem mutlu olduğum bir isim var, onu da anmadan geçmek olmaz. Meral Çetinkaya. Her filminde, varlığında vücut bulan derin ve kadim bir asaleti yansıtmayı başarıyor. Yine mükemmel oynamış.

Ali Atay’ın iyi bir oyuncu olduğunu düşünüyorum ama vurgu ve tonlamalardan da anlaşılacağı gibi, “Ayla”da biraz “Leyla ve Mecnun” dizisindeki rolünü yinelemiş. Bir de ben birçok eleştirmenden farklı olarak, gişe için seçildiğinin farkında olmama rağmen Çetin Tekindor’un bu filmdeki karakter için hatalı bir oyuncu seçimi (miscast) olduğunu düşünüyorum, bunun benim açımdan çok basit bir sebebi var, İsmail Hacıoğlu’nu en ufak bir şekilde andırmıyor oluşu, bu da hafiften yabancılaşma yaratıyor. Yine de Tekindor’u sinema perdesinde görmek güzeldi.

Senaryoya gelince. Ayla’nın gerçek hikâyesinden (aslında onu bulan Süleyman Astsubay değil, bavulun içinde yurt dışına kaçırmaya çalıştığı falan yok, Ayla’nın ileride çocukları oluyor vs.) sapmaları önemsemiyorum, sonuçta sinema sanatı onu kendine uygun kodlarla değiştirip, dönüştürebilir ama karşımızdaki esere, olduğu hâliyle baktığımızda da inandırıcılığa sekte vuran çok sayıda boşluk var. Mesela, Süleyman’ın yardımcısı Sadık’ın köylülerle teması ve (kurduğunu iddia ettiği) diyaloğu hiç inandırıcı değil ve tarihsel gerçeklerle de zerre kadar bağdaşmıyor. Biz Kunu-ri ve Wawon’daki ilk büyük zayiatlarımızı büyük ölçüde çevirmenimiz olmadığı için verdik. 1950 sonundaki muharebelerde en önemli sorunlardan birinin iletişim noksanlığı olduğu bugün belgelerle sabittir. Yani birkaç ay önce oraya giden Anadolulu bir Türk delikanlısı Koreli köylülerin ocaklarını tamir etmiş, onlarla alışveriş yapıp çok sayıda motosiklet malzemesi almış ve hatta onlarla kayıp kız çocuğundan konuşmuş falan olamaz. Aksiyon serpiştirelim diye ilave edilmiş bir dizi sahne bu absürt durumdan besleniyor.

Filmde mesela, araç tamir ederken baskın yedikleri sahnede (hadi tekerlek atma sahnesini önemsemiyorum ama) Süleyman Astsubay’ın benzin bidonuyla düşman askerlerinin gelişinin önüne kendince set çekmeye çalışması gibi mantıksızlıklar da var. Aynı sekansta Süleyman Astsubay’ın düşman askeriyle boğuştuğu sahneye bakın. Planlar arasında bariz devamlılık hataları var. Filmde kurgu hatası çok. Bir başka kurgusal sıkıntı Ali Astsubay’ın öldüğü sahnede var. Ali Astsubay o kadar çok çapraz kurguya maruz kalıyor ki, kesme üstüne kesme, kesme üstüne kesme, bir türlü bitmek bilmiyor, hâliyle herkes birazdan şehit olacağını anlıyor. Bu da bence, olası şokun etkisini azaltmaktan başka işe yaramıyor. Ben, son tahlilde birçok eleştirmen arkadaşımdan bir noktada yine ayrılacağım. Bence film; sahne tasarımı, görüntü yönetimi, kurgu ve ses gibi teknik açılardan ortalamanın üstüne çıkmakta zorlanıyor. Yani sıklıkla tekrar edildiği gibi, teknik açıdan Hollywood’a parmak ısırtacak ya da en azından Hollywood ayarında bir film falan yok karşımızda. Kanımca, sadece Türk Sineması standartlarına göre bir başarı söz konusu. Ki, biz ona da hasretiz.

Bence filmin en önemli kozu, Ayla ile Süleyman Astsubay arasındaki dokunaklı ilişkinin başarıyla yansıtılıyor oluşu. Gerçekten de film boyunca yavaş yavaş oluşmakta ve olgunlaşmakta olan baba-kız ilişkisi büyük bir inandırıcılık taşıyor. Sonunda o kadar kuvvetli bir bağ oluşuyor ki, film zamansal açıdan birdenbire onlarca yıl sıçrama yaptığında bile o güçlü ilişkinin seyircideki karşılığı zayıflamıyor. Açıkçası filmin merkezindeki bu hikâye beni derinden etkilediği için filmin bir sürü eksiği izlerken gözüme batmadı. İyi ki böyle bir film çekilmiş dedim, kendi kendime. Hem senarist Yiğit Güralp’i hem de Can Ulkay’ı kutlamak lazım, ana hikâyeyi film boyunca hem muhafaza etmeyi hem de zenginleştirmeyi başarmışlar. Zaten bizim iyi bir melodramdan beklediğimiz de budur.

İtiraf edeyim, “Ayla”nın finalinde yer alan 15-20 saniyelik klip, benim açımdan filmin tamamından daha duru ve etkileyici oldu çünkü aslolan, insan dramıdır. Hiçbir şey, gerçek gözyaşlarından daha değerli olamaz. Açıkçası, “Manchester by the Sea” (2016) filmini izlediğimden beri ağlamamıştım, o küçücük kısım iyi geldi. Ayla (2017), birçok eksiğine/kusuruna rağmen yetkin bir Türk melodramı olmuş. Ben beğendim, seyircinin de beğeneceğini düşünüyorum. Ne olursa olsun, iyi ki böyle bir hikâye filme alınmış, tabii, daha iyilerinin çekildiği bir Türk Sineması hayaliyle, emeği geçen herkesin eline sağlık.

Ertan TUNÇ (2017)

KAYNAKLAR

haylafilmi.com/
www.koresavasi.com/kore-savasi-sehitleri-kore-savasi-gazileri-2/kore-sehitleri-listesi
www.korea-fans.com/forum/konu-kore-sehitlerinin-adlari.html

One thought on “AYLA (Can Ulkay, 2017)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir