Doksanların sonunda bendeniz üniversite öğrencisi iken Kent FM’de yayınlanan bir radyo programı dinliyordum. O zamanlar çevremde kimse bilmiyordu bu programı, ben de herkese söylemiyordum dinlediğimi açıkçası, çünkü bu programı yapanlar biraz “edepsiz” adamlardı ve çok alışılmışın dışında bir dille sunuyorlardı programlarını. Kaybedenler Kulübü idi burası.
Kadıköy sokaklarında Kaan Çaydamlı ile, Şenol Erdoğan ile tanışmış, Masal Evi’nde, Hera’da takılırken 6.45 yayınevi için çeviri denemeleri almış şanslı bir Kadıköy’lüydüm bana sorarsanız.
Program çoktan bitmişken 2011’de kişiliğini çok sevdiğim bir yönetmen olan Tolga Örnek’in, bu adamların hikayelerinin filmini çekeceğini öğrendiğimde epey üzülmüştüm, popüler olmasını istemediğim bir hikaye olduğundan. O kültüre hakim olmayan izleyicilerin, film ne kadar başarılı olursa olsun, hikayeyi doğru okuyamayacakları kaygım vardı. Kim doğru okudu, kim okumadı, hala da bilemem tabii.
İlk filmle ilgili eleştiri yazım burada, merak eden için. Gelelim 2018’de ilk filmin senaryosunu yazan Mehmet Ada Öztekin’in bu kez yönetmen koltuğuna da geçtiği Kaybedenler Kulübü Yolda filmine.
Filmi Rexx sinemasındaki galada izledim, ardından hepimiz Moda’nın güzel mekanı Kayıkhane’de Erol Egemen’in DJ’lik yaptığı bir partiye davetliydik. Bir Kadıköy’lüyü mutlu edecek hareketler bunlar. Fakat filmi izlerken Nejat İşler’in sürekli konuşuyor ve filme müdahale ediyor olması biraz can sıkıcı, çokça da üzücüydü.
İkinci filmin adına “yolda” ekli ve “yol, yolda olmak”, içinde pek çok derin anlamlar barındıran tabirler. Yol filmleri de genelde hikayenin yollarda geçmesi gerçeğinin yanı sıra, o yolun filmin karakterlerine, onların yaşam ve kişiliklerine “ne kattığını” anlatmak üzere yola çıkan filmlerdir. The Motorcycle Diaries, Into the Wild, On the Road gibi örnekler gelir hemen akla. Aslında bu edebiyatta da böyledir. Filmde de alıntıları olan, Beat kuşağının temsilcisi Jack Kerouac‘ın, 1947’de gerçekleştirdiği ve 3 yıl süren uzun yolculuğunun Yolda adıyla romana dönüşmüş hali, belki de yolun derinliğini en iyi anlatan sanat eseridir. Yol, sanatın içinde hep derin bir anlam kazanmıştır diyelim.
Tamam, filme geliyorum. Kaan ve Mete adındaki iki dost, radyo programlarında çok bahsetmişlerdir, yoldan, yolda olmak kavramından. Bu filmde yoldalar. Peki bu yolda olma durumu, onlara ne katıyor, biz seyirciye ne katıyor?
Bu iki gerçek karaktere beyazperdede can vermeye devam eden Nejat İşler ve Yiğit Özşener, aslında kendi yaşanmışlıklarının kendi bedenlerine kazıdığı izlerle bu rock’n roll hikayesine ayrı bir yakışıyorlar. Radyocu kişilere can veren iki oyuncu olarak ses tonlarının düzgünlüğü, konuşurken cümleleri bölmeyi tercih ettikleri yerler, o düşünme anları, esler, dumanlı bir kafayla söyledikleri sözler, çizgileri artmış bir yüzde beliren ifadeleriyle neredeyse gerçek Kaan ve Mete’nin karizmasını da radyoculuğunu da geçecek bir ölçüye varıyor desem haksızlık etmiş olmam sanki. Burada iki filmin de senaryosunu yazan, bu filmi aynı zamanda yöneten Mehmet Ada Öztekin’in kaleminin payı da büyük elbette. Ama nasıl böyle olmasın ki? Mehmet Ada Öztekin, Kaan ve Mete’nin altıkırkbeş yayınevinde çevirmen olarak çalışmış, sürekli de onlarla birlikte takılmış bir arkadaşları. Hatta size bir sır daha verelim, filmde Rıza Kocaoğlu’nun canlandırdığı, bu filmde bizi en çok güldürmeyi başaran, “sürekli mayonez dünyasında yaşayan”, o tembel çevirmen Murat’ın ta kendisi. Yaşadığı o dönemleri öyle güzel analiz etme şansı olmuş ki, cümleler o yüzden bu kadar oturaklı ve sağlam olmuş senaryoda.
İkinci film olan Kaybedenler Kulübü Yolda filminde çok fazla radyo programında geçen sahne yok. Daha çok yollardalar, malum. Olympos, Bodrum, Fethiye… Motorlarının üstünde iki çılgın arkadaş… Kaan yine ilk filmde olduğu gibi Mete’den bir tık önde. Kaan’ın iç dünyasını daha çok keşfediyoruz, onun aşk hikayesine eğiliyoruz zaten. Mete daha geriden gidiyor, alkol problemi olduğunu ve “ilişki” kelimesinden korktuğunu biliyoruz en fazla. Kaan, kendisine hiç benzemeyen, düzeni seven bir kıza aşık oluyor. Yolculuk, seks, alkol, bu macerada hayat onlara güzel. Fakat sonra kızın hayatıyla ilgili bir bilgi Kaan’ı yıkıyor.
Bazı yerlerde bu filmin feminist bir film olduğuna dair yazılar okudum ama ben öyle düşünmüyorum. Yine oldukça maskülen bir filmle karşı karşıyayız. Özellikle kadın karakter Sevda’nın (Hande Doğandemir) ikiliyle birlikte yola devam etmeye karar verdiği ve ilk duraklarında hangi odada kalacağı ,yalnız kalıp kalmayacağına dair hiç ses çıkarmadığı, Kaan’ın odasında kalmaya mahkummuş gibi ikilinin arkasından kuzu kuzu yürüdüğü sahne açıkçası hoşuma gitmedi. Sevda’nın aslında Kaan’ın tüm ilişkilere sadece seks gözüyle bakan biri olduğunu baştan bildiğini ve kendisinin de ona sadece bu sebeple yaklaşmak istediğini açıkladığı sahneden dolayı bu filmin feminist bir film olduğunu savunuyorlarsa, maalesef o iş olmamış. Eğer güçlü, ne istediğini bilen bir kadın karakter çizmektiyse amaç, bence oyuncu da, Sevda karakterinin aurası ve tavrı da bunu yansıtan bir tiplemeye izin vermemiş.
Kaybedenler Kulübü Yolda filminde Mekanlar, görüntüler, renkler, kurgu, sinematografi tertemiz. İzlemekten keyif alacağınız bir film görsel açıdan. Hatta neredeyse filmin turistik bir değeri var bile diyebilirim. İnsana gerçekten de yola çıkma ve güzel Türkiye’nin sahillerinde salaş lokantalarda deniz kenarında vakit geçirme hissiyatı uyandırıyor. Müzikler muhteşem, hemen soundtrack’lere koşacağımız kesin. Kaan ve Mete’nin kendi aralarındaki diyaloglar her zaman keyifli, bu şakalaşmak olduğunda da, hayata dair büyük laflar ettiklerinde de böyle.
Kaan’ın radyoda dedesinin hikayesini anlatması, filmin konusunun, Kaan’ın kişilik yapısının altını doldurur cinsten bir detay olmuş. Önce buna sevindim, genelde çok önemsenmeyen bir derinlik bence, karakter güvensizse güvensiz, ya da coolsa cool işte diyip geçmek yerine adeta dedesinden gelen bir kişilik yapısını bu şekilde tanımlamasını hoş bulmuştum. Fakat sonlara doğru Sevda ile ilgili hayal kırıklığı yaşadığı yerde dedesinin hikayesine geri dönen görseller filmi bir anda Flash TV boyutuna düşürmüş. Sevda’nın “sen bana istediğim hayatı veremezsin” başlıklı kör gözüm parmağına konuşmasına da gerek yoktu diye düşünüyorum. Seyircinin zaten anladığı, hatta başka anlamlar da çıkarabileceği bir ayrılığı bu denli anlatması gerekmiyordu karakterin.
Son kertede, Türk sinemasında cool, modern, karizmatik, serseri tiplemeler yok çok fazla. Seks, uyuşturucu, rock’n roll, bize ait temalar olmasa da bizim toprağımızda da yaşayan bir kültürün öğeleri, görmek istesek de istemesek de. Yine mahalle/semt/kent kültürü, var olduğu halde çok anlatılmayan bir gerçeklik sinemamızda. Bu sebeplerle Kaybedenler Kulübü filmlerini değerli buluyorum, Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’tan esinlenerek Kadıköy’lü olmayı, seçilmiş kaybeden olmayı, alt kültürü, fanzini, edebiyatı, rock müziği, cinselliği anlatabilmesi açısından bu Kaybedenler serisini. Fakat ince dokunuşlarla daha iyi bir yol hikayesine dönüşebilirmiş. Kimbilir üçüncüsü gelir ve hikaye daha da olgunlaşır mı dersiniz?