Ahlat Ağacı (Nuri Bilge Ceylan, 2018)

Uzun yıllar önce bir arkadaşım bana bir olay anlatmıştı, Ahlat Ağacı’nın açılışında onu anımsadım. Hatırladığım kadarıyla aktaracağım. Bir köyde bir cenaze var. Bir aile, uzun zamandır pek de sağlıklı olmayan ve günün büyük bölümünü yatağında dinlenerek geçiren ama yine de köy evinden ayrılmaya yanaşmayan ihtiyar büyük/babasını yitirmiş. Her zaman yaşanan alelade bir olay yani. Ailesi merhumu köydeki mezarlığa defnedip yürüyerek “yas evi”ne dönmüş. Sonra evin büyük oğlu (amca) elinde bir baltayla belirmiş ve evin tam önündeki büyük ve geniş beyaz dut ağacının kalın gövdesine hunharca vurmaya başlamış. Cenaze evindekilerin bir kısmı şoka girmiş, büyük bir dehşet içinde olan bitene anlam vermeye çalışıyorlarmış. Ağlayanlar bile susmuş. Korkunç bir sessizlik içinde çıkan yegâne ses, bir çeliğin bir ağaca temas sesiymiş. Son derece kararlı bir tavır sergileyen amcaya müdahale etmeye kimse cesaret edemiyormuş. Amcanın küçük kardeşi dayanamamış ve “Abi ne yapıyorsun?” demiş. Abi, “Babam ne zamandır şu ağacı kesin der dururdu, yok gölgesi iyi yok meyvesi iyi yok ne gerek var, şimdi uğraşamam diye kesmedik. Karışmayın bana.” demiş. Sonra vurmuş, vurmuş, vurmuş… Kan ter içinde kalan amca bir süre sonra biraz çevreye de zarar verecek şekilde ihtiyar ağacı boylu boyunca yere devirmeyi başarmış ve ardından sessizce bir köşeye çekilmiş. Hiç kimse hiçbir şey diyememiş adama. O da bir şey dememiş. O gün taziye evinde gecelemek isteyen aile üyeleri küçük köy evinin iki odasına, oturma odasındaki iki sedire ve yer yataklarına yayılmışlar. Küçük erkek kardeş babasının yatağında yatmış ve sabah yüzüne vuran güneşle uyanmış. Biraz durmuş. Düşünmüş. Kalkmış pencereye doğru yürüyüp dışarı bakmış, durumu kavrayınca gayriihtiyari ağlamaya başlamış. Ağlamış, ağlamış, ağlamış… Ama o gün o sabah neyi fark ettiğini, ağacı kesme işini aylarca hatta belki yıllarca öteleyen abisini daha fazla üzmemek için söylememiş. Bu hikâye, taşralı bir aile babasının davranış biçimini kavramak için güzel bir örnek. Böyledir bizim ülkenin babaları. Evladına onu sevdiğini söyle(ye)meden ölen babaların ülkesidir burası. Hadi onu geçtim, ağaç önünü kapadığı için yattığı yere güneş vurmaz ama onu bile söyleyemez. Hislerini açık etmekten ar duyar (kaybolan köpeği için küçük bir çocuk gibi arama kağıdına resim çizen ama bunu saklayan İdris Öğretmen). Utanır. Yok ağaç yaşlandı, yok artık böcek yapıyor bilmem ne der. Küçük bir ihtiyacını, hayalini, arzusunu paylaşmayı bile zül addeder. “Lafın tamamı aptala anlatır.” şeklinde kristalize olmuş saçma sapan bir geleneğin yüzyıllardır iğdiş ettiği iletişim kültürünün sonucu, basit bir hissi, örneğin bir pişmanlığı bile sevdiklerimizle doğru düzgün paylaşamayız. Sinan’ın dedesi, işe yaramaz biri olduğunu düşündüğü oğlu İdris’e kızar ama bir yandan da “Bir gün tarlada çalışırken bunu kundakta unuttuk, geldiğimizde her yerini karıncalar basmıştı, acaba ondan mı böyle oldu?” der. Neden-sonuç analizi bütünüyle yanlış ama öyle de olsa dedenin derin ve kalıcı bir pişmanlık yaşadığı belli.

Ahlat Ağacı’nı 1 Haziran 2018 Cuma günkü ilk gösteriminde seyredebilmek için bir önceki akşam Söke Cinemarine’nin 7 numaralı salonundaki 11:15 seansındaki H4 ya da I4 koltuğuna bilet almak amacıyla cep telefonumdan “biletinial” uygulamasını açtım. Eğer boş ise o salon için o koltukları tercih ediyorum. Sonra salon bomboş olduğu için (henüz hiçbir satış olmadığı için) bileti almaktan vazgeçtim, “Yarın zaten Cuma, sabah seansında pek kimse olmaz, orada alırım.” diye düşündüm. Bir saat kadar sonra hayattaki en yakın dostlarımdan birinin babasını kaybettiğini öğrendim. Kendileri topyekûn aile dostumuz (annesi annemin arkadaşı, hayatını kaybeden babası babamın arkadaşı, çiftin oğlu da benim ve kardeşimin arkadaşı) olduğu için bir saniye duraksamaksızın planım değişti. Ahlat Ağacı’na gitme işini öteledim ve Cuma namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından merhumu defnettik. Bu son derece özel olayı, böyle bir yazının girişine koymamın bir nedeni var. Cenaze sahibi arkadaşımın, cenazeye gelen bir başka arkadaşımın, bir sonraki gün uçakla bir başka diyardan bu olaya özel şehrimize gelen bir diğer arkadaşımın ve benim yani yaklaşık 20-25 yıl kadar öncenin ayrılmaz dörtlüsünün bir dönem ortak bir yarası vardı. Tıpkı her alt-orta gelir grubuna ait çocuk gibi dördümüz de babalarımızla ciddi sorunlar yaşıyorduk hatta bazılarımız öyle böyle değildi. Babasına “evdeki adam” diyen bile vardı. Karısını döven, yanlış kararlarla ev ekonomisini çökerten, alkolik olan, kumara dadanan, oğlunu kemoterapide yalnız bırakan babalar… Senin, benim, hepimizin babaları. O gün taziye evinin balkonunda o dört arkadaş 10 yıl sonra ilk kez bir araya geldi ve konu dönüp dolaşıp yine babalara geldi çünkü bu coğrafyada babalar, evlatlarının bir türlü çözemediği zor bir sorudan başka nedir ki? İşin ilginci, bu memleketteki babaların hemen hepsi oğullarının kendileri gibi bir yaşam sürmesini isterler. Niye? Belki böylece doğru bir yaşam sürdüklerini teyit etmiş olacaklardır.

Belki çocukken bunu şimdi olduğu kadar berrak bir şekilde idrak edemiyordum ama bu memleketin çocuklarının babalarıyla hep bir problemi olmuştur ve gördüğüm kadarıyla bu sorun müzmin bir hâl alarak nesilden nesle aktarılmaktadır. Bu coğrafyanın oğulları, babalarının hayallerinden başka bir şey değildir ve ne baba ne de oğul o hayali gerçekleştirememiştir. Her ikisi de birbirinin hayal kırıklığıdır bir ölçüde. Ahlat Ağacı’nın özündeki hikâye biraz da bunu anlatıyor. Biz sadece, herkesi yargılayan ve herkes tarafından yargılanmak isteyen (çenesi laf sokmadan duramayan) Sinan’ın babasını anlamasını, onun eylemlerine hak vermesini seyretmiyoruz, daha acı bir şey var, biz Sinan’ın babasına dönüşümünü, günden güne o oluşunu, ona evrilişini seyrediyoruz. Ki bu topraklarda bir oğul, babaya dönüşmez de ne yapar?

Ahlat Ağacı

Filmde tüm bir baba-oğul ilişkisini özetleyen minicik bir sahne var hatta sahne bile değil, iki saniyelik bir plan bu. Sinan babasıyla çekilmiş bir fotoğrafına bakıyor. Babası çok mutlu, demin kucağında olan çocuğu –her babanın yaptığı gibi- havaya atmış anlaşılan. Müthiş bir kare. Hem bir çocuğun dünyaya gelişini hem de bir ömür boyu sürecek baba-oğul ilişkisini tek başına mükemmelen özetleyen bir resim. Baba, doğa kanunlarının (bu durumda “yer çekiminin”) üzerine düşeni yapacağına inanarak çocuğu havaya atıyor (kendinden uzaklaştırıyor). Beklentisi; er-geç çocuğun kendine (özüne), onu var eden kişiye dönmesi yönünde. Birazdan tehlike bütünüyle geçecek ve tekrar kucaklaşacaklar, sarılacaklar. Babalar, çocuklarını hayatın çetin koşullarına hazırlama dürtüsüyle olsa gerek, bu davranış kalıbını farkında olmadan ömür boyu devam ettirirler ve tecrübelerime dayanarak söylüyorum, çoğu çocuk kendini bir nedenden ötürü kendisinden uzaklaştıran o babaya dönmez, dönemez ya da maalesef döndüğünde artık çok geçtir. Bir balkonda ya da gasilhanede ya da bilmem nerede bunu (kendine) itiraf etmen genelde 20-30 yıl alır. Her oğlun, babasının ölümüyle birlikte ölen bir yanı ve o gün bir daha kapanmamacasına açılan bir yarası vardır. Ben babamı sadece üç-dört defa ağlarken gördüm. İkisini çok net hatırlıyorum. En yakın tarihli olan, kitabım yayınlandıktan kısa bir süre sonraydı. 2013 yılının başları olmalı. Masada oturuyorduk. Kitabı kendisine verdim, bir-iki sayfasını çevirdi ve boğazı düğümlenip ağladı. Konuşamadı. Diğerinin üzerinden 20 küsur yıl geçti. Gaziantep’te köy mezarlığındayız. Siz gidin dedi. Bir mezara kapandı ve tek başına hüngür hüngür ağladı.

Döngü, her zaman olduğu gibi atadan-dededen evlatlara geçer. Erkek evlatlar; tarihsel, sosyal hatta ekonomik koşullar nedeniyle farklı sorumluluklar üstlenir, bu sorumlulukları bir kenara bırakıp hayallerinin peşinden gitmeleri zordur. Toplum, bu karşı konulmaz hissi bir şekilde baskılar ve yok etmeye çalışır yine de hemen herkes hayatı boyunca en az bir kez gitmeye yeltenir. Herkesin, en çok da aile babalarının kendine sakladığı hayalleri vardır ve her zaman önce hayaller ölür. Ahlat Ağacı, o hayallerin ölümünün bir dökümünü çıkartıyor. Nuri Bilge Ceylan, film boyunca hep şu soruyu sordurtur: İdris ganyandan parayı vursa ne yapacaktır? Nedir onun hayali? Bunu hiç öğrenemeyiz, küçük imalarla araya kaynar gider bu soru. Nedir onu büyük para aramaya/bulmaya iten dürtü? Ahlat Ağacı’nda buna dair küçücük bir replik var. Enfes bir detay. Anne; “gittiğini de görmedik” gibisinden bir laf eden oğlu Sinan’la sohbet ederken, “Öyle deme. Hani bir seferinde çekip gitmişti ya.” der. İdris üç günlüğüne ortadan kaybolmuştur sonra geri dönmüştür. Ama olsun, denemiştir. Sinan da dener. Ve onunki de olmaz. Döngü devam eder. Yine de hiç denememiş olmaktan yeğdir. Benim büyükbabamın da böyle bir denemesi olmuş. Hayali, hep İstanbul’a gitmek ve orada yaşamakmış. 70 yıl önce Güneydoğu Anadolu’da yaşayan biri için büyük ve ulaşılması güç bir hayal. Ama 1952’de, evli ve küçük bir oğlu varken bir gün tek başına çekip gitmiş büyükbabam. İş de bulmuş o koca şehirde. Çok mutluymuş artık. Biraz toparlanınca ailesini de yanına aldıracakmış. Kendi babası (üvey babası) İstanbul’daki patronuna mektup yazmış, gönderin onu, burada ailesi var, perişan oldular diye. Sizin anlayacağınız, allem etmişler kallem etmişler, büyükbabamın İstanbul hayalini elbirliğiyle söndürmüşler. O da onlarca yıl bu hayalle yaşamış ama 40 yıl sonra bu hayalini gerçekleştirmiş. 40 yıl! Evet, şu an naaşı Gaziantep’te bir köy mezarlığında ama benim büyükbabam son yıllarının hatırı sayılır bir bölümünde İstanbul’da yaşadı. Ben işte onu biraz da bu yüzden çok severim ve saygı duyarım.

A’ya soruyorum ahlat ağacı deyince aklına ne gelir? Sonuçta D’nin tarlasında ahlat ağacı var, sizin tarlanızda var. Köyün her yerinde var. “Kendiliğinden çıkar o. Kayalıklarda bile çıkar. Çok dayanıklıdır. Dikenlidir. Üstüne çıkamazsın. Meyvesi tatlıdır, ben tadını severim.” diyor. “Başka?” diyorum. Çok önemli bir şey söylüyor: “Meyvesi dalında iken tatlı değildir, onu toplarsın, serersin, bekleyince tadı gelir. Dalından toplandığı gibi yiyemezsin.” Bu sefer B’ye soruyorum, ahlat ağacı sende ne çağrışım yapıyor? Şöyle diyor: “Ahlat, yaban armudu biliyorsun, çöğür de derler. Meyvesinin tadı yavandır. Susuz yerde çıkar. Üzerine normal armut aşılarlar, biz de aşılattık çünkü gövdesi ve kökleri çok güçlüdür. Dayansın diye.” Bu arada A, B’ye müdahale ediyor. “Tadı yavan değil, toplayınca yenmez hemen o. Bekleyeceksin.” Anlamışsınızdır. A, annem, B, babam, D de rahmetli dedem (annemin babası). Sağ olsun, Ödemiş’teki zeytinliğimizdeki ahlat ağacımıza normal armut aşılayan da dayım. Ahlat Ağacı’nı bugüne kadar izlediğim çoğu filmden ayıran da bu özelliği. Bir ölçüde beni ve/veya ailemi anlatıyor oluşu. Kendimden bu kadar çok şey bulduğum film azdır. Bugüne kadar Big Fish (Büyük Balık, 2003), Babam ve Oğlum (2005) ve Manchester by the Sea (Yaşamın Kıyısında, 2016) gibi birkaç film bunu başarabildi. Benim şahsi yolculuğumla Sinan Karasu’nun yolculuğu yer yer tesadüfi aşan ölçülerde kesişiyor. Onu ne kadar iyi anladığımı kelimelere dökmem imkânsız. Sadece kabaca benzerliklerimizi sıralayıp atmosferi vermeyi deneyeceğim.

Yaklaşık yirmi yıl oluyor. Bir dönem aramın pek iyi olmadığı babamın okuduğu bölümde okuyup, onun yaptığı mesleği yapmaya başlıyorum ama aklımın bir köşesinde yazar olmak var. Üniversiteden beri ufak tefek önemsiz şeyler yazıyorum. 10 yıl kadar sonra pes ediyorum ve ya herru ya merru diyerek büyükşehri terk edip memlekete dönüyorum. Bizim kitapları da kaldırmışlar tabii ki. Neyse, Allahtan atmamışlar, buna da şükür. Döndüğüm yer, Sinan gibi düşünüp “diktatör olsam atom bombasıyla patlatacağım bir yer” değil belki ama orada kalanlar/yaşayanlar için mesafeli duygular taşıdığım da bir gerçek. Zordur kaçıp kurtulmaya çalıştığın bir yere geri dönmek. Aynen Ksenophon’un Anabasis’indeki “Onbinler” gibi hissediyordum. Hayallerimiz vardı. Bizim olmayan bir savaş için gurbete gitmiştik ve bizim olmayan bir savaşı kaybetmiştik. Şimdi geri döndük. Karşılaştığımız şeyler ve gördüğümüz muamele daha kötü oldu. Gittiğimiz kenti mağlubiyetlerimizin başkenti olarak görme gafletinde bulunduk ama daha büyük gaflet, geldiğimiz yeri mağlubiyetlerimizi temize çekme yeri olarak görmemizdi. Kişi, içindeki eski “ben”i öldürmeden yeni “ben”i doğuramazmış. Bilmiyorduk, öğrendik. Ahlat Ağacı bunu anlatıyor.

Evet, ben de arada hiç kimsenin, sevdiklerimin bile okumadığı önemsiz bir kitap yazdım. Benim için önemliydi, yazdım. Hepsi o. Benim de onu bazılarına okumayacağını bile bile imzaladığım da çok olmuştur. Tutulmayan sözler, uzatılmayan yardım elleri, yarım kalmış projeler/hayaller ve bir şekilde dışa vurulan öfke ki genelde dile/belagate vurur. Sinan’da da öyle olmuş. Öfkesi büyük. Sinan amacına ulaşmak için değerlerinden taviz verip sistemle (belediye başkanı, kumcu vs.) uzlaşmaya çalışmış (benim onu yapmaya cesaretim yoktu) ama sonu yine hüsran olmuştur. Ülkemizde yüzlerce gencin hemen her gün yaşadığı sıradan bir olay. Kişinin kendisini, çevresini, ülkesini ve her şeyi ama her şeyi (kutsal olanlar dâhil) sorguladığı ızdıraplı yalnızlaşma süreci. Necip Fazıl’ın deyimiyle, “Camdan keskin, kıldan ince” kılıçların “bir zehirli kıymık gibi beynimizde” olduğu bir aşama. Düşüncenin yolculuğu. Kişinin yeniden var olması, kendini yeniden var etmesi. Dönüşüm, tekâmül…

Ahlat Ağacı 4

Tabii bu değişim/evrim tek başına yaşanan, yaşanması gereken bir süreçtir, bir nevi inziva ve “sessiz bir testereye benzeyen zaman” gerektirdiği açıktır. Filmde bir kar yağışından sıçranan ve tek sahnede bitirilen “askerlik” işte bu amaçla kullanılır. Çevreniz kalabalık olsa da “yalnız” olabilirsiniz. Sinan gibi. “Yalnızlık zor değil mi ya Ebu Zer?” demişler, “İnsanlar daha zor!” diye cevap vermiş Hazret. Sinan askerdedir. Annesinin anlattığı şeyin özünü kavramasına yetecek kadar uzun bir kar yağışı olur. Düşünüp taşınmak, kar yağışıyla eğretilenir. Tefekkür, Bressoncu eksiltmeyle yansıtılır. Daha iyi anlatılamazdı.

Sinan hikâye boyunca dört rüya görür. Ruh hâlini anlatan ilk rüya, yaşadığı kentin simgesi hâline gelmiş tarihi bir yapının içinde kapana kısılmasıdır. Hemen öncesinde Sinan’ın geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek ile ilgili bağlarını kopardığı gösteren bir detay vardır. Bence o kısım da rüyaya dâhil olabilir. Agresif bir tavır sergileyen ve öfkeli bir dile sahip olan Sinan, daha demin kendisini yürüyüp geçen ve ilerleyen yazar Süleyman’ın önünde –zaman dizgesi anlamında mantıklı olmayacak şekilde- aniden belirir. Onunla konuşur, özür diler. Süleyman çok sinirlidir. Öfkeli bir şekilde Sinan’a çıkışır. Eve gidip dinleneceğim, şimdi Nobel verseler gidip almam der taşralı yazar. Aslında Süleyman, çaktırmadan Sinan’a nasıl yazar olunurun dersini vermektedir. Kimseye eyvallahı olmadan, kimseye temenna etmeden yazar olunur ve hayatta hiçbir zaman tek bir gerçek yoktur. Yazar, kendi gerçeğini zamana dikte ettiren kişidir. Yazar olmak, alışılageldik kalıpları yıkmaktan ve her şeye rağmen var olmaktan geçer. Yazar olmak, Steve McQueen’in Papillon (Kelebek, 1973) filminin son cümlesindeki gibi “Hey piçler, ben hâlâ buradayım (hayattayım).” diye dünyaya haykırmaktır. Süleyman Sinan’a bunu öğretir. Konuşmanın bitiminde Sinan bir heykele dokunur. Heykel kırıktır. Kentin (kenar mahallesiyle şehir merkezini birleştiren) tarihi köprüsü üzerindeki heykelin kırık kısmını suya atar. Uzaklaşır. Kökleriyle ve kentle barışık, sudan verim almaya (balık tutmaya) çalışan avcı yani halk(ı), Sinan’ı polise ihbar eder. Peşine polis takılan Sinan, merkeze dönüp ahşaptan/ağaçtan yapılan Truva atının (heykelin) içine girer. Tarih ve kültür yine de Sinan’ı saklayıp bağrına basmıştır. Polis kapıya dayanır. Sinan büyük bir korku ve tedirginlik yaşar. Polis içeri ha girdi ha girecektir. Bu sahneyle birlikte Sinan’ın öğretmen olma hayaliyle birlikte “atanamayan öğretmenlerin buluşma yeri” şeklinde tabir ettiği polislik (çevik kuvvet) hayalinin de bittiğini anlarız. Geriye sadece tek bir seçenek kalmıştır: Yazar olmak ve bunun için ne gerekiyorsa yapmak!

Sanırım Thomas Jefferson söylemişti: “Hiç kimse kalabalığa sırtını dönmeden orkestrayı yönetemez.” Sinan o gün bunu anlar. Önündeki dağları aşmalıdır. Sinan ilk başlarda çekinerek de olsa dedesinin Kur’an’ını rahmetli nenesinin ardiyedeki dolabından çalıp satmıştı. Bu sefer daha büyük bir herze yer ve babasının iyi para ettiğini öğrendiği emektar av köpeğini satar. Halbuki filmin başlarında babası ile “onu hiçbir zaman yargılamayan yegâne varlık” olan köpeğinin etle tırnak olduğunu ondan duymuştuk. Milyon verseler satmaz diyen oydu. Sinan’ın kitabını yayınlamak için önce dedesinin sonra babasının kutsallarını yok sayması, (simgesel anlamda) onları çiğnemesi bir zarurettir. Bizim gibi ataerkil topraklarda erkek evlat, dedeyi ve babayı aşmadan bir şey olamaz, bir varlık gösteremez. Sinan, kendinden önceki değerleri bütünüyle yok sayarak eserini ortaya koyar. Eseri, o yüzden satmaz. Bu yılki İstanbul Film Festivali’nde seyrettiğimiz Dovlatov’da (2018) müthiş bir replik vardı. Brejnev döneminde, bohem bir hayat süren muhalif sanatçıların bir partisinde bir karakter (devrimci arkadaşlarını eleştirmek maksadıyla) şöyle bir cümle sarf eder: “Burası Batı değil, Doğu. Burada yeni, eskinin yerini almaz, onun içinde erir ve başka bir şeye dönüşür.” Harikulade bir tespit. Sinan’ın annesiyle sohbetinden sonra bu manada bir değişim başlar. Annesinin zamanında nasıl birine aşık olduğunu duyan Sinan, yavaş yavaş babasını anlamaya, tanımaya başlar ve aklında bir soru işareti belirir. Faydasız (işe yaramaz) görünen babası acaba göründüğü gibi olmayabilir mi?

Bu noktadan sonra Sinan’ın zihnindeki değişim, geçiş niteliği taşıdığını düşündüğüm, oya gibi işlenmiş üç önemli rüya sahnesiyle birlikte verilir. İlk rüya sahnesinde, Sinan’ı babasının köpeğini kovalarken görürüz. Onu yakalamak (babasını anlamak) istemektedir. Bu sahnede Sinan’ın; hem babasının değerlerine dönüş emaresi gösterdiğini (yaptığını yanlışın farkına varıp hatasını telafi etmek) hem de artık yargılamak ve yargılanmak istemediğini anlarız ama bu mümkün olmaz. Köpek suya atlar ve ortadan kaybolur. Sinan için kurtuluş/arınma yok gibidir.

Asker dönüşü kitabının tek bir tane bile satmadığını öğrenen Sinan, kitabı annesinin ve kız kardeşinin bile okumadığını öğrenir. Burada geçen “Sen bir ara başlamıştın ama…” lafını ben de kendi hayatımda birkaç kez işittiğimi itiraf ediyorum. Arkadaşlarına da sormasına gerek yok, onlar da okumamıştır. Sinan’ın verdiği onca emek, onca zaman boşa mı gitmiştir yani? Askerlik boyunca düşündüğü, düşlediği şeyler âdeta boşa çıkmıştır, bu hayattaki amacını yitirmiş gibi hisseder. Kendi gerçeğinin uçucu bir hâl almaya başladığını duyumsayan Sinan büyük bir yıkıma uğramıştır. Tıpkı Robert Bresson’un son bir umut ışığı bekleyen Mouchette’si gibi hayalleri, umutları yerle yeksan olmuştur. Her şeyin başladığı yerde bitmeli her şey diye düşünür ve intihar etmek için köyüne gider. Muhtemelen dedesinin evindeki zindan gibi bir odada yaşamaya başlayan babasına usulen bir ziyarette bulunup tepedeki arazideki damın yanında bulunan ve kitabına ismini veren ahlat ağacında kendini asacaktır. Hem “uyumsuz, yalnız ve şekilsiz” bir hayata “uyumsuz, yalnız ve şekilsiz” bir ağaçta son vermekten daha edebi daha şiirsel ne olabilir ki?

Sonra bence filmin zirvesi olan sahne gelir. Sinan babasının kaldığı odaya girer, babası ortalarda yoktur, sağa sola bakar. Bu oda, tamamıyla ayrı bir analizi hak edecek denli mükemmel tasarlanmıştır. Sinan, benim de mi sonum böyle sefil olacak diye düşünür. Yine mi parası yok diye babasının cüzdanına göz atar ve beyninden vurulmuşa döner. Cüzdanda –her zaman olduğu gibi- beş kuruş yoktur, at yarışı kuponu da yoktur ama babası, oğlunun kitabıyla ilgili bir gazete kupürünü saklamıştır. Nuri Bilge Ceylan, Bresson’un Mouchette’den esirgediği yardım elini Sinan’a uzatır ve film birdenbire, inancı ve umudu aynı potada eritmek şeklinde tezahür eden Tarkovskiyen bir damar yakalar. Sinan’ın boğazı düğümlenmiştir. Tabii bizim de…

Sinan üstüne çöken ağırlığın etkisiyle uyuyakalır ve rüyasında ahlat ağacındaki beşiğinde babasının bebekliğini görür. Dedesinden duyduğu şeyler ve babasını ağacın dibinde gördüğü hatıra imgesel olarak birleşir. Dedesigil az ileride tarlada çalışırken babası İdris’in her yerini karıncalar sarmıştır. Sinan’ın babasını affettiğini ve onu günahlarıyla sevaplarıyla kabul ettiğini anlarız. Sinan uyanır. İçinde belli belirsiz bir yaşam enerjisi vardır. Babasının yanına gider. Damın önünde bir köpek görür. Aman Allahım, babasının yeni bir köpeği vardır. Ne kadar güzel bir haberdir bu böyle! Sinan ilk arınmayı yaşar. Babası adına sevinmiştir. Ardından babasıyla karşılaşır. Birbirlerine pek sıcak davranmazlar. İdris, oğlunun kabul etmeyeceğini bildiği için teklif etmez ama yapacağı bir iş olduğunu söyler, bir yerden hayvan yemi olarak kullanacağı saman balyalarının alınıp getirilmesi gerekiyordur. Sinan film boyunca ilk kez gönüllü olarak babasını memnun edecek bir şey yapar ve hadi beraber getirelim der. Babası şaşırır, sevinir ama pek belli etmez. Filmi henüz bir kez izledim, emin değilim ama gittikleri yer, babasının oğlunu havaya attığı (eski) köy okulunun enkazına benziyordur. O imgeden, baba ve oğul karşılaşması için taşların örüldüğünü anlarız. Sona yaklaşıyoruzdur. Derken tüm Nuri Bilge Ceylan filmografisinde en çok sevdiğim ve bence sinema tarihinin zirvelerinden biri olan sahne çıkıp gelir.

Baba-oğul balyaları dama getirip indirirler ve oturup sohbet etmeye başlarlar. Sinan’ın aklında az da olsa soru işaretleri vardır. Babasını kitap hakkında konuşturmaya çalışır sanki, senin odana uğradım der, belki de gazete kupürünü ima ederek. Baba konuyu değiştirir. Sinan kuyuyu sorar. İdris çok uğraştığını ama olmadığını söyler. Başaramamıştır ve anlaşılan artık pes etmiştir. Babası (Sinan’ın dedesi) haklı çıkmıştır. Muhtemelen köylüler bile onunla alay etmektedir. İdris, son derece sakin ve hüzünlü bir tonla “Bari bu konuda haklı çıksaydık.” der (ve ben orada ağlamaya başlarım). Hem İdris su olmadan damın orada ne yapacak ve ne kadar dayanabilecektir ki? Sinan, bir anda babası eğer ganyandan hayal ettiği parayı kazansaydı, ne yapacağını anlar. Haklı çıkacaktı. Sadece o. Haklı çıkmak. Ne kadar basit ve önemli bir gereksinimdir haklı çıkmak. Hayatı boyunca çuvallayan ve hayatı boyunca bundan dolayı yargılanan İdris Öğretmen bir kez olsun ısrar ettiği bir şeyde haklı çıkacaktı. Kuyuda da, ganyanda da inadının sebebi buydu. Yanlış da olsa doğru bildiği, büyük bir kararlılıkla herkese ve her şeye rağmen üstüne gittiği bir şeyde haklı çıkacaktı ama hem doğayla (kuyu, su) olan ilişkisinde, hem hayvanlarla (yarış atı, köpek) olan ilişkisinde hem de insanlarla (kayın valide, kayın peder, öz babası, oğlu) olan ilişkisinde çuvallamıştı. Hepsinde kaybetmişti. Artılarıyla eksileriyle bir insandı o. Basit bir insan.

Sonra Sinan daha fazla dayanamaz ve cevabını ölesiye merak ettiği o malum soruyu sorar. “Kitabı okumuşsun?”. “Okumam mı ya, başucu kitabım o benim” der İdris. Defalarca okuduğunu, bazı yerlerde kendisine yapılan göndermelerin gözünden kaçmadığını söyler. Anlaşılan Sinan, babasının hatalarını da satır aralarına gizlemiştir. Tabii böyle olacak der babası. Gençler bir önceki nesli eleştirecek ki daha iyi yerlere varabilelim. Sinan, kitabının amacına ulaştığını, işlevini yerine getirdiğini anlar. Kitap, okuyucusunu bulmuş ve amacına ulaşmıştır. Sinan’ın o bitmek tükenmek bilmez onaylanma isteği sonunda kabul görmüş, kendi gerçeğini yani kendini kabul ettirmeyi başarmıştır. Mutluluktan geberiyordur ama belli etmez. Çok rahatlamıştır. Tıpkı daha önceki rüya sahnelerinden önce olduğu gibi yoğun duygu durumu nedeniyle üzerine bir ağırlık çöker ve uyuyakalır. İçindekileri döken babası da rahatlamıştır. O da uyur. Sonra baba uyanır. Sağa sola bakar nerede bu oğlan diye. İşte o an bizi korkunç bir görüntüyle sarsar Nuri Bilge Ceylan. Sinan, babasının kazdığı kuyuda kendini asmıştır.

Ahlat Ağacı 1

Sinan’ın kendini asması, yönetmenin bizi ters köşe yapmak amacıyla bulduğu bir yöntem değildir, izlediğimde bunun bir rüya olduğunu ve ne manaya geldiğini hemen anladım. Bu belki de sadece bizim gördüğümüz son rüya sahnesi, eski Sinan’ın öldüğünü ve artık yeni bir Sinan’ın doğduğunu imlemektedir. Artık hayatta yeni bir amacı/ülküsü olan Sinan uyanır ve işe koyulur. Baba duyduğu sesi takip eder, kuyunun başına gelir ve çekinerek içine bakar. Sinan, babasının yarım bıraktığı işi/görevi/amacı büyük bir azimle devam ettirmektedir. Sinan; babasıyla (kökleriyle), doğayla (toprağıyla) ve gelenekle barışmış ve yeni bir mücadele alanı elde etmiştir. Yeni bir hayat gayesi vardır artık. Dedesinin ve babasının açtığı yolda ilerleme kararı almış ve artık filmin başında açılan parantez kapanmıştır. Her şeyin başladığı yerde bitmiştir her şey. Çember tamamlanmıştır. Oğul babanın yerini almamış, bilakis, kendi özelliklerini de içinde eriterek babaya dönüşmüştür çünkü burası Batı değil, Doğu’dur.

Ertan TUNÇ (2018)

Not 1:
Uzun tuttum kusura bakmayın, böylesi epik bir filmi üç-beş paragrafla geçiştiremezdim. Bu yazıda filmin politik ve sosyal yönlerine değinmekten kaçındım, daha çok baba-oğul ilişkisi üzerinden bir analiz yapmaya gayret ettim, başka bir yazıda onları da anlatırız yoksa sadece piyangocuyla olan sohbetten ayrı bir yazı çıkar, o başka. Yazı daha derli toplu olsun diye konu sayısını azalttım ama yine de filmin yapısına uygun bir yazı tasarladım. Biraz uyumsuz ve şekilsiz oldu, idare edin.

Not 2:
Son bir not da Nuri Bilge Ceylan abimize gelsin. Senaryoda bir konuda hata yaptığınızı düşünüyorum. Sinan Karasu gibi bir yazarın, herkese ve her şeye rağmen, çektiği onca çileden sonra zar zor yayınladığı ilk kitabını birine ithaf etmemiş olması düşünülemez. Bu imkânsız. Eminim senaryo çalışması sırasında üzerinde düşündünüz, belki finaldeki dramatik sürprizin şiddetini azaltır diye belki de zaten bu çocuk hiç kimseyi sevmiyor ki, kendi ağzından da bunu veriyoruz diye küçük ama önemli bir detayı atladınız ya da belki –pek ihtimal vermiyorum ama- çektiniz ama kurguda attınız. Ben yine de naçizane fikrimi yazayım. Sinan Karasu’nun Ahlat Ağacı kitabının birisine adanmamış olması kabul edilemez. Filme adını veren kitap, babaya (İdris’e) ya da taşralı yazara (Süleyman’a) adanmalıydı. Bence burada sizi yanıltan şu oldu. Bir kitabın birine ithaf edilmesi için, kitabı kaleme alan kişinin, ithaf ettiği kişiyi sevmesi ve/veya saygı duyması ya da ondan bir beklentisi olması gerektiği yanılgısına düştünüz ama küçük bir şeyi gözden kaçırdınız. Bir ithaf bazen “Senin de fırsatın vardı yapamadın. Şartları zorlamadın.” ya da “Sana rağmen bak ben ne yaptım?” deme şeklidir yani kimi zaman basit bir ithaf, –tıpkı Bir Zamanlar Anadolu’da’da savcı ile doktor arasındaki intihar diyaloğunda geçtiği gibi- bir intikam alma biçimidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir