Farkında mıyız bilmiyorum ama Türkiye’de her zaman gayesi alışılmışın dışına çıkmak olan ufak bir kitle vardı. Moebius’un çizimleriyle büyüyen çizgiromancılar özgün sürreal eserler vermeye, Pink Floyd takipçisi müzisyenler kendi saykodelik ezgilerini yakalamaya hep hazırdılar. Lakin çağımız zor bir çağ ve sizden para etmeyen, hayranı zorlayan işler yapmanızı istemiyor, bilakis önünüzü tıkıyor. Türkiye’de popüler kültür, risk alınmasındansa güvenli sularda yüzen, kendinden evvel kazanç sağlayan sistemlerin takibi üzerinden işlemeyi seçti. Nice nitelikli sanatçının tutunabilmek için kaliteden ödün verişi temelde bundandı. Steril ve berrak çizgilerin hakim olduğu bir çağda okurunu tekniği ile kasıtlı olarak yoran, ondan takip için emek talep eden, karanlık hikayelerin çizeri Galip Tekin bile bugün edindiği popülerliği yirmi senelik bir köşede bekletilme cezasının ardından edinebilmişti.
Öte yandan son yıllarda iletişim araçlarının yoğun kullanımı şüphesiz bir şeylerin geçen yüzyıldan daha farklı ilerlemesini sağladı. Yeni kuşak alışılmışın dışında işler yapıldığında alacağı cezayı biliyordu, ancak buna engel olacak kadar teknolojiyle de işli dışlıydı. Türkiye’de Gezi Parkı Eylemleri zamanında yaşanan birkaç kırılmadan biri de ülkenin bireylerinin çağın teknolojisine, kültürüne ve estetik kaygılarına aslında ne denli hakim olduğunun keşfedilişi idi. Çok sesliliğin sadece tekrarla sınırlı kalmadığı, kendi içinde sanatsal üretime kapı açtığı bu kritik kırılma noktası olmadan yakın dönemdeki çoğu işi değerlendirmemiz mümkün değil.
Can Evrenol’un Baskın’ı işte bu noktada karşımıza, kendinden önceki kuşakların hep yapmak istediği ama imkan yaratamadığı bir hayalin vücut bulmuş hali olarak çıkıyor. Baskın bazı açılardan özgün, bazı açılardan vasat ancak varolabilmesinin önemi her şeyin ötesinde olan bir eser. Vizyon döneminde maddi ve manevi karşılığını hak ettiği kadar alamaması ise hüzünlü ancak beklenilebilir bir durum.
Evrenol’un aynı adlı kısa filminden uyarlanan Baskın, beş polis memurunun devriye sırasında ziyaret ettikleri terkedilmiş bir bölgede başlarına gelen kabusvari olayları anlatıyor. Temel olarak kısa film versiyonu ile aynı olay örgüsüne sahip olan uzun metraj Baskın, süresini verimli kullanarak bu sefer karakterlerine de elden geldiğince yoğunlaşmaya ve kısa versiyonuna kıyasla daha derli toplu bir finale erişmeye çalışıyor.
Filmin bütününe baktığımızda beş kişilik polis ekibinin “ava giderken avlanan avcı”ya dönüştüğü, bu sürecin kasten muğlaklaştırılmış birkaç rüya sahnesi ile güçlendirildiği, sonlara doğru ise kafa karıştırıcı, kısmen zayıf ancak hikayeyi bir yere bağlayan bir finalle de kapandığı bir taşra korkusu seyrediyoruz. Baskın’ı değerlendirirken çok dikkatli olmakta fayda var. Filmi Türkiye standartlarına göre değerlendirmek isabetli olmayacağı gibi Amerikan korku sinemasının geniş havuzunda da kıyas yarışına haksızca sokamayız. Korku sinemasının güncel örneklerini takip etmeye çalışan biri olarak ben Baskın’ı izlerken belli açılardan Amerikan korku sinemasının kodlarının iyi çalışılarak uygulandığı kanaatine vardım, lakin aklıma tamamen başka bir coğrafyadan, Belçika’dan çıkma bir korku filmi olan Calvaire geldi. Fabrice Du Welz’in 2005 yılında vizyon yüzü gören filmi Calvaire’de genç bir müzisyen fırtınalı bir akşamda taşrada kaybolur ve kendini hiç de tekin olmayan bir pansiyonda, garip kasaba halkı tarafından çevrelenmiş bir şekilde hayatta kalmaya çalışırken bulur. Calvaire da aynı Baskın gibi taşraya duyulan korku üzerine bir filmdir ve aynı onun gibi kendi özgün, korku sineması için bakir kalmış taşrasını tanıtma çabası taşır. Bu durum ise ister istemez zorlayıcıdır, film bazı yerlerde şaşılası derecede rahatsız edici anlara sahipken kimi anlar boşlukta kalır. Baskın da buna benzer bir sıkıntıyı yer yer yaşıyor, hatta finaldeki acelecilik de belki buna bağlanabilir; ne var ki bu tarz aksaklıkların benzer projelerde kaçınılmaz olduğu düşünülürse iki filmin de en az hasarla süreçlerini tamamladıkları söyleyebiliriz.
Baskın, hikayesindeki bir takım sıkıntıları akılda kalıcı görselliği ile kapatan bir film. Burada hem sıcak ve soğuk renklerin kamerada stil sahibi bir şekilde kullanımı hem de filmin korku öğesi ‘tarikat’in tasarımı övgüyü hak ediyor. Dünyaca ünlü video oyun serisi Silent Hill’in estetiğinin etkilerini taşıyan tarikat, Seyithan Özdemir ve Mehmet Cerrahoğlu’nun fiziki özellikleri ile kendi özgün yapısını bulmakta.
Biraz da filmin başlangıcıyla alakalı konuşmakta fayda var. Baskın’ın ilk dakikaları beş memurun bir lokantada ilk cinsel deneyimleri üzerine konuşmalarını içeriyor. Cinselliği ve cinselliğin tabu konu başlıklarını direkt yüzümüze çarpan bu ilk kısım tek başına bakıldığında açıkçası çok bir anlam ifade etmeyen, sadece filmin belirli bir yaş ve olgunluk grubuna hitap ettiğinin mesajını veren bir “şov” olarak okunabilir. Ne var ki bu sahnede antipatimizi ustalıkla kazanan Yavuz karakterinin filmin finalinde başına gelenler, açılış sahnesinin aslında bir amaca hizmet ettiğini gösteriyor. Gerçekçi ve gerilimli bu sahne, doğaüstü bazı öğelerle de hesaplı bir şekilde besleniyor. Birkaç cümle de olsa bu meseleye değinmeyi de gerekli gördüm.
Peki tüm bunlar değerlendirildiğinde Baskın’a nasıl bakmalıyız? Aslında herhangi bir korku filmine nasıl bakıyorsak öyle. Akıcılığı ve tutarsızlığı aynı anda barındıran, ancak bundan ötürü seyirciyi kaybetmeyen, bilakis cezbedebilen ve ona birkaç adet akılda kalıcı an verebilen her korku filmi amacına hizmet etmiş korku filmidir. Ötesine geçebilenler zaten efsane olarak anılırlar. Baskın bir efsane değil, ancak yurtdışındaki çoğu nitelikli muadili ile karşılaştırılmayı hakeden bir film. Hatta belki de büyük paralar kazanmayı değil, korku müdavimi bir kitleye ulaşmayı hedeflediği için Türkiye’de büyük ses getirmedi; zira Türkiye’de böyle bir kitle olmasına rağmen eldeki nüfus bir filmi maddi olarak ayakta tutacak kalabalıklıkta değil.
Evrenol bu ilk uzun metraj projesinin ardından Ev Kadını (2017) isimli bir uzun metraj projeye daha imza attı, 2018 yılında ise Netflix için çektiği Hakan: Muhafız dizisi ile adından söz ettirdi. Baskın’ın genç yönetmen için mühim bir itici güç olduğu anlaşılabiliyor. Filmin kendini gerçekleştirmeyi arzulayan Can Evrenol gibi çizgi dışı başka sanatçılara da motivasyon kaynağı olmasını dilerim. Bir şeyler üretme derdiyle filmi izleyen seyirci harcanan emeği görecek, belki işin zorluğundan ürkecek, ancak büyük ihtimalle bir şeylerin yapılabilirliğine dair umudu da büyüyecektir. Keşke Baskın kendisine benzeyen işlere maddi olarak ön ayak olabilecek, bir ekol yaratabilecek etkiyi de erişebilseydi; ancak Türkiye’nin bugünü böyle bir etkinin doğmasından çok uzakta. Eğer gelecekte üretim şartlarının daha az sancılı olduğu bir dönemimiz olursa Baskın o zaman tekrardan keşfedilecek, varoluşunun değeri belki daha iyi kavranacaktır.
Yazan: Yigilante Kocagöz 2018
One thought on “Baskın : Karabasan (2016)”