Fantastik Sohbetler

Mesut Kara ile Fantastik Sohbetler

Yönetmen, Yazar ve de Senarist Mesut Kara, Sinematik Yeşilçam‘ın ağabeylerinden birisi. Sadece sitemize verdiği destek değil üretkenliği, dürüstlüğü ve de bakış açısıyla bizlere yol gösterici de olmuştur. Onun daha önce yazdığı ve çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanmış yazılarına Mesut Kara ile Yeşilçam Hatırası adı altında yer veriyoruz. Ancak birlikte farklı bir içerik daha üretelim diye konuştuk ve ortaya Mesut Kara ile Fantastik Sohbetler çıktı. Ara ara kafamıza estikçe bu “Fantastik Sohbetleri” kendisi ile yapacağız…

Bu ilk sohbetimizde Fantastik Türk Sineması tabirinin nasıl ortaya çıktığını irdeledik

Utku Uluer: Son yıllarda Fantastik Türk Sinemasına yönelik yükselen bir ilgi var. Belki bir alt kültüre dönüştüğünü de söyleyebiliriz. Artık filmlerle dalga geçmekten ziyade irdelemek, karşılaştırmak gibi noktalara da yönleniyor insanlar. Peki, 90lardaki bakış açısı tam olarak nasıldı?

Mesut Kara: Bu soruna uzunca bir yanıt vereceğim. Önce Yeşilçam sineması yeniden keşfedildi 90’lı yıllarda. Ardından da sonradan (başta Giovanni Scognamillo ve Metin Demirhan olmak üzere, birçoğumuzun ‘Fantastik Sinema’ olarak tanımlayacağımız) Yeşilçam’ın avantür filmleri, B filmleri keşfedildi.

Biz de Türk Fantastik Sineması’nın keşfine, o yıllarda nasıl bakıldığına geçmeden önce biraz Yeşilçam’ın yeniden keşfi üzerinde duralım.
Yetmişli yılların ilk yarısında Yeşilçam dönemi bitmiş, birçok oyuncu, yönetmen sinemadan uzaklaşmıştı. Televizyonun evlere girmesiyle de, eski Yeşilçam televizyonda sürdürmeye başlamıştı varlığını filmlerle, dizilerle.

Bir avuç inanmış, iyi niyetli, cefakâr sinemacının imkânsızlıklar içinde yoktan var etmeye çalıştığı bir sinemaydı Yeşilçam. Sektör olamamış, artı değerini yaratamamış fakat iyi sinemacılarını, iyi filmlerini yaratmış bir sinema. Büyük paraların dönmediği, sermaye sınıfının hiçbir zaman yüz vermediği, desteklemediği fakat açlığı, yoksulluğu göze almış aydın sinemacıların, sinemayı geliştirmek, daha iyi yerlere getirebilmek için büyük çabalar harcadığı bir sinema. Örnekse Metin Erksan’ın, Halit Refiğ’in, Lütfi Akad’ın (daha birçok sinemacının) yaptığı filmler, iyi niyetli çabalar… Buna rağmen yıllarca aydınlar, sanatçılar tarafından küçümsendi, görmezden gelindi, yok sayıldı dahası alay konusu, mizah malzemesi yapıldı. Onlar için Yeşilçam, gözyaşı döktüren melodramlardan ibaretti sadece ya da “Size baba diyebilir miyim amca”lardan, “N’ayır, N’olamaz”lardan, klişelerden ibaretti. Klişeler ve ucuz eğlence filmleri sanki sadece Yeşilçam’da vardı, Yeşilçam’a özgüydü.

Nazım Hikmet, Attila İlhan, Vedat Türkali, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Selim İleri gibi bir elin parmakları kadar olan aydınlarımız dışında düşmanca tavır alındı Yeşilçam dönemi sinemasına.

Elbette her ülke sinemasında iyi filmler de olacaktır, kötü filmler de. Ticari sinema da olacaktır, sanat sineması da. “Vizontele”ler de yapılacak, “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” da. Yeşilçam döneminde de elbette birçok ‘kötü film’ yapıldı, ticari sinema sanat sinemasına çok az hayat hakkı tanıdı. Buna rağmen o yıllarda “Üç Arkadaş”, “Yalnızlar Rıhtımı”, “Kanun Namına”, “Gecelerin Ötesi”, “Kırık Çanaklar”, “Otobüs Yolcuları”, “Yılanların Öcü”, “Şehirdeki Yabancı”, “Gurbet Kuşları”, “Susuz Yaz” gibi çok önemli filmler yapılabiliyordu. Metin Erksan, Lütfi Akad, Memduh Ün, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi aydın ve öncü sinemacılar, sinemanın gelişmesi için toplantılar yapıyor, sanat sinemasının da seyirciyle buluşabilmesinin yollarını arıyorlardı bütün düşmanca tavırlara rağmen. Sonrasında da örneğin Yılmaz Güney sinemasıyla, yeni yönetmenlerle ve onların yaptıkları iyi filmlerle sürdü bu damar.

Bütün bu tavırlara rağmen Yeşilçam sineması ve o dönemin oyuncuları hep sevildi geniş kitleler tarafından. O yılların kapı pencere kıran filmlerini, galalarını hatırlayanlar bugün de büyük bir beğeniyle izliyorlar o filmleri.

Geçmişi kutsamak ya da inkâr etmek yerine, bugünün dünyasına geçmişin olumlu değerlerini aktarmalıyız. Bu da geçmiş bilincinden soyutlanmış içi boş bir nostalji edebiyatı ile yapılamaz. Sinema o günlerin erdemlerini, değerlerini, insani ilişkilerini son derece “sahici” yansıtmıştı. O yüzden de bu kadar çok sevildi, ilgi gördü. Örneğin birçok kişi için klişe ya da mizah malzemesi olabilir fakat “Paranız sizin olsun, bana annemi verin yeter” diyen Ayşecik’in sesinden, o günlerin naif insani duyguları, yaşama sevinci, gelecek umudu geniş kitlelerce benimseniyor, paylaşılıyordu.

Yeşilçam dönemi sinemasına karşı yeniden bir keşfediş yaşandı son yıllarda. Bunda televizyonda gösterilen ‘eski’ filmlerin payı büyüktü. Belki televizyonlar zamanında çok ucuza mal ettikleri için bu kadar çok film aldı ve gösterdi. Ama zamanla bu anlamını yitirdi. Çünkü önemli olan izleyicinin beğenmesiydi ve izleyici eski Türk filmlerini sahiplendi. O filmlerde kendilerini buldular. Geçmişlerini, yitip giden erdemleri fark ettiler. Bugün yaşanan her türlü insan ve doğa kirlenmesi, geçmiş değerlerin yok olması insanları rahatsız eder hale geldi. Komşuluk ilişkileri koptu, yabancılaşma, yalnızlaşma had safhaya çıktı. Geçmişin insani değerleri özlenir hale geldi. Genç kuşaklar açısından da bu keşif önemli ve sevindiriciydi elbette.

Fakat zamanla bir modaya, “ranta” dönüştürüp, içini boşaltan, içi boş bir nostalji edebiyatına çevirenler de oluştu, en az küçümseyenler ve yok sayanlar kadar zarar vermeye başladı.

Geçmişlerini, yitip giden erdemleri, değerleri televizyonlarda gösterilen Yeşilçam filmlerinde görüp fark edenler Yeşilçam Sinemasını yeniden keşfediyordu. Genç kuşaklar açısından da bu keşif önemliydi.

Fantastik Türk Sineması’nın keşfi de fazla uzun sürmedi. Gösterilen Cüneyt Arkın’lı, Kartal Tibet’li, Serdar Gökhan’lı filmler bilmedikleri bir dünyayı anlatıyordu. Biraz absürt, biraz komik, biraz naif, çokça fantastikti. Gençler Beyoğlu’nda, Kadıköy’de sahaflarda, videocularda o filmlerin kopyalarının afişlerinin, lobilerinin fotoğraflarının peşine düştüler. Bazı film depolarının afişlerinin lobilerinin fotoğrafların sahaflara düşmesi de aynı döneme denk gelir. Karşılıklı etkileşim, arz-talep oluşmuştu.
O günlerde Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü’nün “esefle sunduğu” Cüneyt Arkın filmi Kara Korsan ve “iftiharla sunduğu” Dünyayı Kurtaran Adam gösterimleri yeni bir keşfin başlangıcı oldu.

Fantazyanın kurgusal dünyasında, geriye dönüş yolculuğu başlamıştı. Televizyonlarda gösterilen eski filmler de hızlandırmıştı bu yeni arayışı ve yolculuğu. Dün küçümsenen, horlanan, yok sayılan filmler ve yönetmenleri yeniden keşfediliyordu. Bu keşif başlangıçta bir alaycılığı içerse de zamanla bir sahiplenmeye dönüştü.

Kinema dergisinin Dünyayı Kurtaran Adam ve Cüneyt Arkın özel sayısıyla her şey değişti. Dünyayı Kurtaran Adam bu keşfin dönüm noktasıydı. Efsane, filmin dünyanın en kötü on filmi arasında ilk sıralara seçildiği söylentisiyle başladı.

O günlerde ben, Cüneyt Arkın ve ilk kez filmin yönetmeni Çetin İnanç’ı bulup söyleşiler yapıp Öküz dergisinde yayınlayarak bu keşfe önemli bir katkıda bulunuyordum.

Başlangıçta zamanında büyük kentlerde seyirci karşısına çıkamayan, büyük kentlerin iyi salonlarında yer bulamayan fakat Anadolu’da, taşrada büyük işler yapan bu filmler gençliğin yeni eğlencesi, mizah malzemesiydi. Alaycılıkla, mizahla, dalga geçmeyle başlayan bu keşif zamanla, sevgiye, benimsemeye ve beğeniye dönüştü.

Yeni kültürle yetişen genç kuşağın mizah anlayışını, beğeni seviyesini belirleyen diğer etken de döneme denk gelen yeni anlayışlarıyla yeni mizah dergileri olmuştu. Gırgır’dan Hıbır’lı, Limon’lu, Leman’lı günlere geldiğimizde artık hayat 40’lı yaşların sonuna gelmiş olan bizim kuşağın algılamakta zorlanacağı denli dönüşmüştü.

Bu dönüşüme denk gelen figür tartışmasız Cem Yılmaz’dı. Çıkışının ve mizah anlayışının geçmişin değerlerleriyle, erdemleriyle dalga geçildiği döneme denk gelmesi, karşılık bulması kısa sürede yıldız olmasını, yükselen değere dönüşmesini sağladı.
Burada bir alıntıya yer vererek dönemin anlayışını ve yaklaşımını daha iyi görebiliriz.

“Bugüne kadar ‘söylenmeyen’ her şeyi, Gırgır’ın bir orta sınıf tutuculuğuyla söylemediği her şeyi (başta cinselliği) ortaya ‘foş’edecektir: Yani İtiraf Kültürü. Ama asıl büyü, Türklüğün Parodileştirilmesidir.

Resmi ideolojinin ve iddialı 1930 sonrası ‘Türk Tarih Tezi’nin hamasetine karşı, halk arasındaki utangaç bir inançsızlığı gösteren Türk’ün Aklı (ya kaçarken ya da…) anlayışı, 1994 sonrası Leman’da Ahmet Yılmaz’ın yorumuyla vazgeçilmez bir trüğe dönüşmüştü. Kısa sürede reklamcılar tarafından de keşfedilen (AlaTurca, Cola Turka vb.) Türklüğe gülmek, Cem Yılmaz ile Gora filminde büyük bir gişe başarısı da yakalayacaktır. Cem Yılmaz öğrenci gözünden yapılan “’boşunalığın ve mırıldanmanın’ mizahını geniş halk kesimlerine yaymayı başaracaktır. Geniş kesimler, ilk defa kendi boşunalıklarının ve başkaları tarafından onlara yapıştırılmış ‘beş para etmezliklerinin’ keyfini çıkarmayı öğrenmiş görünüyorlar: Bir kere daha ‘biz adam olmayızın’ dayanılmaz keyfi! Yılmaz’ın mizahındaki diğer koz ise acıklı Türk filmleriyle melodramlarla dalga geçmektir. 1988 yılında Gani Müjde ve Ertem Eğilmez’in Arabesk filmiyle başlayan ve yine Müjde’nin Kahpe Bizans’ı ile devam eden bir sinik alaycılık furyası. Acıya duyarlılığa ve empatiye uzak bu ironik yüzey, daha uzun bir süre devam edeceğe benziyor; bitme sinyalleri verse de.

Ata Demirer ise, Leman ve Yılmaz’ın oluşturduğu stratejiler üzerinden giden ama bunu zaman zaman Gırgır mizahına yakın bir samimiyet ve sıcaklıkla da yapan biri. Bir tür ‘yeni’ mahallenin veledi. Ama söylem aynı: Yurdum İnsanı, durumlar yaratmak ve itiraf kültürü.” (Kıllanan Mizah, Ali Şimşek. Modern Zamanlar, Sayı 7)

Utku Uluer: Açıkcası Cem Yılmaz konusunda biraz ayrılıyoruz. Ben o dönem eleştirel bir yönü bile olduğunu da düşünüyorum. Bunun altını medya boşalttı bunu yaparken de taklit etti. Zaten o dönem pek çok “stand up”çı ortaya çıktı. Cem Yılmaz’ın daha sonra yaptığı filmlerle Yeşilçam’a saygı duruşunda bulunduğunu bile söleyebilirim. Bir de bazı melodramların da bir nevi sömürü sineması olduğunu düşünüyorum…

Mesut Kara: Cem Yılmaz’in sineması değil orada söz edilen, şovları. Sineması için görüşüm olumlu ve önemsiyorum. Hem oyuncu hem de yönetmen olarak.

Soru: Günümüzde Fantastik Türk Sineması bir tür olarak ele alınıyor ancak gelişimi daha farklı. Fantastik Türk sineması tabirini bu gibi filmler için İlk Metin Demirhan ve Giovanni Scognamillo mu kullandı diye merak ediyorum? O dönemin tanıklarından birisi de sensin çünkü…

Cevap: Benim bildiğim ve anımsadığım kadarıyla sanırım ilk Metin Demirhan ve Giovanni Scognamillo duyulur biçimde kullandılar ve sonrasında önemli bir kaynak kitap olan Fantastik Türk Sineması’nı yazıp yayınladılar.

Soru: 60lardan itibaren bu filmleri fantastik olsun diye çekmedikleri aşikâr, sen ne düşünüyorsun bu konuda?

Cevap: Elbette başlangıçta ne Yılmaz Atadeniz, Ne Çetin İnanç ne de türün diğer yönetmenleri bu filmleri fantastik film yapabilmek amacıyla yapmadılar. Biraz zorunluluk, biraz çaresizlik, biraz parasızlık, biraz oluşan furyaya kapılma gibi nedenlerle yapılan filmler bunlar.

Örneğin Çetin İnanç Ö. Lütfi Akad’a asistanlık yapmış, Fransız sineması izlemeyi seven bir yönetmen. Ustası Yılmaz Atadeniz ve Çetin İnanç dönemin ünlü oyuncularıyla, yıldızlarıyla büyük kentlerde iyi salonlarda gösterilecek A sınıfı filmler yapabilme olanağı bulamadıkları için, düşük bütçeli bu filmlere yöneliyorlar, türün ustaları, aranan yönetmenleri oluyorlar. Diğer birçok yönetmen de onların oluşturduğu furyaların peşine takılıyor ya da bütçesizlik, yıldız oyuncu oynatamama gibi benzer nedenlerle bu tür filmler çekiyorlar. Oyuncular da A sınıfı filmlerde oynayamamak ya da parasız-aç kalmamak, sinemadan uzak kalmamak, rastlantılar, yetenekler gibi nedenlerle oynuyorlar bu filmlerde.

Cüneyt Arkın ve Çetin İnanç komik, absürt ya da fantastik bir film yapmak için çekmiyorlar Dünyayı Kurtaran Adam’ı. Hem dünyada Star Wars furyası esiyor hem de yeni ve iş yapacak değişik bir film için bütçeleri yok. İyi bir film yaptıklarına inanarak, büyük hazırlıklar yaparak büyük bir ciddiyetle çekiyorlar filmi. Ortaya bu çıkıyor.

Yine Çetin İnanç bütçesizlikten, yıldız oyuncu oynatamadığından Yılmaz Köksal’la Çeko’yu çekiyor. Film inanılmaz büyük iş yapıyor. İyi bir gelir elde edip ev alabiliyorlar. Yılmaz Atadeniz de Kilink filmleri yaparak para kazanıp ev alabiliyor. Ne Kilink’lerde ne Maskeli Beşler’de ne de diğer filmlerinde fantastik film yapmak gibi bir amacı yok.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir