Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 33 yıllık gazeteci ve sinema yazarını üyeliğe kabul etmedi

Kurulduğu dönemden beri sitemize destek veren, şahsına münasır bir sinema yazarı ve araştırmacı olan, yıllar içerisinde birikimlerinden epey faydalandığım ve de zaman zaman inceleme-araştırma yazılarıyla sitemize de konuk ettiğimiz gazeteci, yazar, belgesel film yönetmeni ve öğretim görevlisi Ali Murat Güven, ülkemizde gazetecilerin en eski meslek örgütü olarak bilinen Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ne “üye” olarak kabul edilmedi.

Ali Murat Güven‘i seversiniz veya sevmezsiniz ancak gazeteciliğin ve/veya haberciliğin temelinde objektif olma zorunluluğu olduğunu düşünenlerden birisiyim. Üye adaylarından talep edilen bütün formel şartlara uygun olması ve başvuru kurallarının tümünü yerine getirmesine rağmen cemiyete kabul edilmemiş. Ben de bu konuda en azından bir söz hakkı olduğunu düşündüm. Çünkü “sürekli basın kartı” sahibi birisinin hem de yayınlanmış iki sinema kitabının yazarı, SGK kayıtlarında basın iş kolu, yani “gazetecilik” mesleğinden emekli ve halen İstanbul Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde de gazeteciliğe ilişkin meslek dersleri veren bir öğretim görevlisi olması konuyu daha da ilginç kılıyor.

“Sinematik Yeşilçam” olarak kararı ve ötesini enine boyuna konuştuk.

Bu röportajın benim açımdan ve de okuyucular açısından önemli bir kaç noktası daha olduğu düşünüyorum. Bunlardan birincisi ortaya çıkan haksızlık ki Türkiye Gazeteciler Cemiyeti muhalif gazeteciler hakkında hassasiyetleri olan bir cemiyet. Günümüzde “onlar ve biz” olarak her şey bölündüğü için haksızlıklara karşı objektif olmamak normalleşmeye başladı. İnsanlar veya gruplar sadece kendileri gibi düşünenlere destek veriyorlar. Bu objektifliği zedeleyen bir durum bence. Ne olursa olsun yanlış olanı eleştirmek artık daha zor… Röportajdaki diğer önemli nokta ise “gerçek ifade özgürlüğü”. Örneğin yakın bir ahbabım olmasına rağmen Ali Murat Güven ile pek çok konuda farklı düşüncelerim var. Mesela Onun aksine SİYAD‘a destek veriyorum ve önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak bu röportajda Ali Murat Güven‘in cevabına “sansür” uygulamadım. Bu tavrın önemli olduğunu düşünüyorum yoksa yazar olarak yazının içinde Ali Murat Güven’in bazı ifadeleri ile hemfikir değilim ama bu onu bağlar bu yüzden bu söyleşiyi bir söz verme olarak görmenizi isterim.

Ayrıca babam Esin Uluer‘in vefat edene kadar Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Üyesi olduğunun da altını çizmek isterim.

Bu gibi konularda her zaman cevap hakkı ve itiraz hakkı bakidir. TGC tarafından açıklama yapılmadığı için biz de bu söyleşiyi sizlerin ilgisine ve de bilgisine sunuyoruz. Oradan bir açıklama gelirse de yayınlarım… Her okuyan kendi açısından yazıda bazı soru işaretleri bulacaktır:
RÖPORTAJ: Utku Uluer

Meseleyi ilk duyduğumda, aynı kulvarda emek verdiğimiz, zaman zaman da meslekî konularda paslaştığımız birisi olarak, yaşadığınız bu ilginç olaya hem şaşırdım, hem de üzüldüm. Bize süreci biraz daha açarak anlatabilir misiniz, tam olarak ne oldu?

Ali Murat Güven: Geçen yılın yaz aylarına girerken, sanırım Haziran başı gibi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ne üyelik için başvurdum ve yaklaşık 9 ay süren bir bekleme sürecinin ardından, Cemiyet yetkililerinin yazılı ya da sözlü herhangi bir bildirimi olmaksızın, yine kendi çabalarımla öğrendim bu “red” kararını…

Üyelik başvurularının ne zaman değerlendirmeye alınacağını sormak üzere geçtiğimiz günlerde TGC’yi bilmem kaçıncı kez telefonla aradığımda, telefona çıkan sekreter hanım, önündeki birtakım evrakları uzun uzadıya karıştırdıktan sonra “başvurumun balotaj kurulu üyelerince reddedildiğini” söyledi. “Pekiyi, bu kararın gerekçesi nedir?” diye sorduğumda ise “Gerekçesini bilemem. Hoş, biz zaten Cemiyet olarak reddettiğimiz kişilere herhangi bir gerekçe de açıklamayız” şeklinde cevap verdi.

Pekiyi, şu anda üzgün müsünüz?

Bir gazeteci ve yazar olarak kesinlikle üzgün değilim. Çünkü, şunu gayet iyi biliyorum ki, ben, üyelik başvurularını değerlendirip karara bağlayan “Balotaj Kurulu” adlı kuruldaki on kişinin her biri kadar gazeteciyim. Hattâ, kıdem ve üretkenlik açısından bazılarından çok daha fazla gazeteci olduğumu da rahatlıkla söyleyebilirim. Bu bakımdan, arkamdaki 33 yıl, cebimde bulunan ve o 33 yılın bir nişânesi olarak Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü’ndeki bir başka meslekî kurulun oy birliğiyle lâyık gördüğü sürekli basın kartım, bu uzun meslekî geçmiş boyunca medyada yapıp ettiklerim, görev yaptığım ciddi ve saygın kurumlar, çalışmalarım nedeniyle aldığım başarı belgeleri, takdirnameler, kazandığım ödüller, yönettiğim departmanlarda yetiştirdiğim gazeteciler, basılmış kitaplarım, şimdiye kadar düzenlediğim kısa, uzun ve belgesel film yarışmaları, hazırlayıp sunduğum radyo-TV programları, 18 yaşından itibaren hamuru medyayla yoğrulmuş çileli bir hayatın ayrı ayrı tanıklarıdır. Kaldı ki zaten benim ailem de gazetecilikle iştigâl eden bir aileydi, 1968’de bu işlerin tam orta yerinde doğdum. Babam ve amcam o dönemde Cağaloğlu’nda bir haber-fotoğraf ajansını yönetiyor, yanında bir de aylık siyasî dergi çıkartıyorlardı. İlkokula dahi başlamadan önce Bâbıali Yokuşu’nu tanıdım. Gazetecilik, bu anlamda benim kaderimdi. Nitekim, o kader çizgisinde ilerleyerek, ben de iletişim fakültesinde okudum, bu alanda lisans ve yüksek lisans eğitimi gördüm.

Velhasıl, meseleye bu cephesinden bakınca, şunu bütün samimiyetimle söyleyebilirim: Red kararını duyunca bir gazeteci olarak kılım bile kıpırdamadı; çünkü özellikle vurguladığım gibi, gazeteciliğimi ve bu meslekteki kıdemimi ne TGC’deki seçici kurulun, ne de bir başka kişi ya da kurumun nezdinde tartışma konusu yapacak değilim. Onlar, aldıkları bu yakışıksız kararla epeyce bir küçülmüş oldular, ben ise bir gazeteci olarak, kendilerinin -etik sorumluluğu böylesine yüksek bir görevde- “tarafsız yaklaşım” sergilemekten ne anladıklarını biraz daha derinlemesine gözlemleme fırsatı buldum, hepsi bu…

Elbette ki, üyelik başvurusunu yaparken, içimde artık son kırıntıları kalmış durumdaki bir idealizmin ite kaka ayakta tuttuğu hafif bir iyimserliğin yanı sıra, ülkenin pençesine düştüğü dehşetengiz siyasal kamplaşma yüzünden bir miktar da olumsuz sezgim vardı. Ki sürecin sonunda altına imza attıkları skandal niteliğindeki kararla, ne yazık ki olumsuz sezgilerimi doğrulamış oldular.

Sonuç olarak, bu reddiyeyi gazeteci kimliğimle gayet soğukkanlı karşıladığımı söyleyebilirim. Çünkü, ülkemiz artık tam da böyle bir siyasal manzaraya sahip…

Öte yandan, bir insan ve bir yurttaş olarak ise red haberini aldığım dakikadan itibaren depresyona girdim. Çünkü, yaptığım bu başvuru, siyasal, etnik ve dinsel ayrışmanın, ayrımcılığın, partizanlığın, ideolojik kamplaşmanın -istisnasız bütün toplumsal cepheler için- tek kelimeyle mide bulandırıcı boyutlara ulaştığı Türkiye’de, benim de ülkemin geleceğine inanmak, güvenmek, onu savunmak adına yaslandığım son etik dayanağımdı. Bu topraklardaki bütün yardımlaşma dernekleri, vakıflar, meslek örgütleri, sivil toplum örgütleri, bünyelerine üye, çalışan ve yönetici kabul etme yetkisine sahip her türlü kurumsal yapı öylesine kamplaşmış, bölünmüş, kendinden olmayanı ötekileştirmiş ve hemcinslerinden öylesine nefret eder bir duruma gelmiş ki, bu sefil duruma zaten son on yıldır gazeteci olarak ziyadesiyle tanık olmaktaydım.

Temelini 1946 yılında çağdaş Türk gazeteciliğinin kurucusu Sedat Simavi ve arkadaşlarının attığı, Burhan Felek gibi bir üstadın yıllarca hayranlık uyandırıcı bir sağduyuyla yönettiği Türkiye Gazeteciler Cemiyeti benim bu noktada “İnşaallah orası kokuşmamıştır, inşaallah orada üye kabûlü siyasal yandaşlık, ideolojik kankalık, dinsel ve etnik kimlikçilik, particilik, hemşehricilik gibi ölçütlere göre değil de çok daha nesnel-rasyonel kurallara göre yürütülüyordur” diyerek kapısını umutla çaldığım bir adres konumundaydı. Üyelik başvurumu yaptığım günden itibaren gelip geçen 9 ay, kendi içinde bir sürü traji-komik olaya sahne olduğu gibi, son aşamada “Sizi üye olarak kabul etmiyoruz” cevabını vermeleri ise bir yurttaş olarak Türkiye’nin geleceğine yönelik son umut kalelerimi de yıkmış oldu. İyice anladım ki, bu ülkenin âhı gitmiş, vâhı kalmış!

Bu konudaki eleştirelliğimi tek boyutlu, tek cepheli algılamayın sakın; her anlamda ve her kesimi kastederek konuşuyorum. Böyle bir çürümeyi, esasen siyasallaşmadan uzak durmaları gerekirken inadına siyasallaşmış, aslî kuruluş ilkelerinden büsbütün uzaklaşmış sağ ve sol tandanslı bütün STK’larda, bütün meslek örgütlerinde gözlemliyoruz. Muhafazakâr bir anne-baba olarak okul birincisi kızınızı ya da oğlunuzu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne götürün, eğer ki eşinizin başında başörtüsü var ise ya da kızın adı Sümeyye, oğlanın adı Muhammed ise o çocuklar ağızlarıyla kuş tutsalar yine de söz konusu dernek ve benzerlerinden tek kuruş eğitim bursu alamazlar. Sosyal sorumluluk projeleri yürütmek üzere organize olmuş bir dernek ya da vakıf düşünün ki, kendisine üç kuruş yükseköğrenim yardımı için başvuran 18 yaşındaki çocuğa “Ailende hacca giden var mı, namaz kılan var mı, annenin ve babanın fotoğrafını getir bize” gibi sorular yöneltiyor.

Ha, hiç merak etmeyin, aynı şey İslâmcı sağın vakıf ve derneklerinde de geçerli… Al birini, vur ötekine… Başkalarının evlatlarını geçiyorum, benim iki kızım, babalarının 35 yıllık mücadelelerle dolu muhafazakâr geçmişi ve okullarındaki onca başarılı konumlarına rağmen böyle yerlerden burs alamıyorlar. Çünkü, her ikisi de klasik lise mezunu, başları açık ve taşıdıkları adlar onları mülâkata alan jürilerde İslâmî bir çağrışım yapmıyor! Öyle yerler biliyorum ki adı “Gençliğe Destek” falan gibi süslü, tarafsız, sözümona kuşatıcı ifadeler içeriyor, ama kapıyı çalan üniversiteli genç, seküler ve demokrat bir ailenin çocuğuysa, eğitim hayatında istediği kadar başarılı olsun, klasik liseden mezun ise avucunu yalıyor.

Günümüzde artık her siyasal kampta gözlediğim bu vahşi tarafgirlik, kokuşma, çürüme emin olun beni aynı düzeyde hasta ediyor. Yaşadığım son tecrübeyle, o yıkıcı virüsün TGC’yi de baştan aşağıya kuşatmış olduğunu gördüm. Mesleğimizin -adlarını iletişim fakültelerinde birer mitoloji kahramanı gibi okuyup hafızamıza nakşettiğimiz- duayenleri tarafından gazetecilerin haklarını koruyup kollamak maksadıyla kurulmuş bir Cemiyet’in şimdilerde büründüğü genel görünüm, marjinal bir sol siyasal partinin genel merkezinden farksız…

Sizin daha önce, bundan 7-8 yıl önce Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) ile de benzer bir sürtüşmeniz olduğunu hatırlıyorum. Yine bir üyelik reddiydi galiba…

Hayır, o bambaşka bir meseleydi, beni daha üyelik başvurusu falan yapmadan önce, gelecekte ezkaza böyle bir adım atarım ve onların da iki ayakları bir pabuca girer diye beni peşinen yıldırmaya ve “babalarının çiftliği” olarak gördükleri derneklerinden uzak tutmaya çabalamıştı SİYAD’ın tepesindeki jakoben yönetim… Uzun yıllardır derneğin perde arkasındaki yöneticisi gibi davranan ideolojik saplantılı bir şahıs, çalıştığı gazetedeki köşe yazılarında iki kez üst üste “kendisini sinema yazarı addeden sıradan bir kalem”, “sinema yazarlığıyla hiçbir ilişkisi olmayan gerici biri” gibi, bir meslektaşın diğer bir meslektaşa söylemesinin en azından ayıp olduğu bazı düşük ifadeler kullanmış, ben de o kişi için savcılığa suç duyurusunda bulunmuştum. Müfteri, savcılıktaki ifadesinden sonra takipsizlik kararı verilince olaydan kendi kendine, kendi çabasıyla yırttığını sandı.

Ama gerçek böyle değildi. Başvuruya bakan savcı, avukatıma, “Mezkur yazılarda direkt olarak şikayetçinin ad-soyadı olmadığı için, benim ilk aşamada usûlen vereceğim karar budur. Ama siz, o yazılarda hakarete uğrayan kişinin bizzat müvekkiliniz olduğunda ısrar edip, konuya ilişkin kanıtlarınızı sunup, dâvâ açılmasında direnebilirsiniz, ilk karara itiraz hakkınız var. İkinci kez başvurursanız da büyük ihtimâlle dâvâ açılması kabul edilir” demişti. Bana ise o dönemde sinema yazarlığından da, SİYAD’dan da, şu dünyada avuç içi kadar bir meslekî oyun alanını aralarında paylaşamayan yığınla ihtiraslı tipten de öylesine yoğun bir tiksinti duygusu gelmişti ki, avukatıma “Bırak ne hâli varsa görsün şu seviyesiz adamın” dedim, konuyu bu şekilde kendim kapattım.

Yoksa, o hakaretlerini mahkemede kendisine güzelce yedirmem işten bile değildi. Ki zaten, bütün bir sinema piyasası onun söz konusu cümleleri direkt olarak beni kastederek kullandığını bilmesine rağmen, savcının karşısına çıktığında, “Şikayetçinin bu sözleri kendi üzerine alınması anlamsızdır. Ben onları ortaya söyledim, şikayetçiye atfen söylemedim” demesi de bu şahsın yürek olarak kaç kalibrelik biri olduğunu fazlasıyla gösteriyordu.

Meslektaşına kamuflajlı bir lisanla küfür ediyorsun, ama aynı adam seni savcılığa şikayet edince, “Ben ona küfür etmedim ki, havaya doğru ıslık çaldım” diyorsun. Savcıya verdiği yanar-döner ifadenin metni halen arşivimdedir, ara ara eski belge ararken karşıma çıktıkça gülüyorum.

Şu kesin bir bilgi ki hayatım boyunca SİYAD da dahil hiçbir meslek örgütüne üyelik başvurusu yapmadım. Bu tür oluşumlar, bana öteden beri meslekî özgürlüğümü kısıtlayabilecek fazla katı birer taahhüt gibi gelmiştir. Böyle bir yapının içine girdiğinde, ister istemez onların borusunu öttürmek zorunda kalabiliyor insan… Ta ki kendisi Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesi olan bir dostum, geçen yaz başında “Yahu Ali Murat, meslekte 35 yılı devirmek üzeresin. Başvursana artık şu Cemiyet’e, senin gibi mesleğin tozunu fazlasıyla yutmuş emektar bir gazeteci mutlaka bu topluluğun bünyesinde bulunmalı, belki ileride o çatının altında genç kuşak gazeteciler için hep birlikte hayırlı işler yapma fırsatı buluruz” diyene kadar…

Doğaldır ki, TGC’nin adını ve yerini o tarihte de biliyordum. Muhabir sıfatıyla birçok kez basın açıklamalarını takip etmeye gitmiştim. Bir de araştırmacı gazeteci olarak, onlara bağlı şekilde hizmet veren Basın Müzesi’nin arşivine birkaç kez işim düşmüştü. Bunun dışında, TGC benim o tarihe kadar kişisel radarımda bulunan, üyesi olmak için içten içe yanıp tutuştuğum bir yer falan değildi. Kanıma giren meslektaş halen Sabah gazetesinin bir mensubu ve o kadar ısrar etti ki “Tamam dostum, yaparım bugünlerde başvurumu” demek zorunda kaldım. Sonra da kafamın rahat olduğu bir günde internetten başvuru formlarını indirip doldurdum, benden istenen her şartı harfiyen yerine getirip, bir dosyaya topladığım bütün o malzemeleri kuryeyle Cemiyet’in Cağaloğlu’ndaki genel merkezine ulaştırdım.

Pekiyi, Cemiyet’in yeni üye kaydederken uyguladığı herhangi bir formel kurala uymamış olabilir misiniz?

Hayır… Ben, takıntı düzeyinde titiz bir adamım, araştırmacı gazetecilikten gelen otomatikleşmiş alışkanlıklarım var. Cemiyet’in başvuru evraklarını tamamlamak da insanın en az bir gününü alıyor. Bu çabam sonradan -dikkatimden kaçabilecek istisnai bir durum yüzünden- boşa gitmesin diye, evrakları doldurmaya dahi başlamadan önce ilk olarak internet sitelerindeki dernek tüzüklerini açtım ve madde madde okudum. Özellikle de “üyeliğe kabul” kısmını… Orada yazılan maddelere bakılırsa, benim yaşım, kıdemim ve şartlarımdaki bir medya mensubu için TGC’ye başvurmak tamamen bir formalite görünümündeydi. Yani, cemiyet üye adaylarından “beş” istiyorsa, bende de üyelik için “on” vardı. O yüzden, reddedileceğim aklıma bile gelmeden bütün formları doldurdum, ertesi gün ilgililere ulaştırdım.

Sonrası?

Sonrası, üyelik başvurumun reddedilmesinden çok daha traji-komik bana göre… Başvuruyu yaptığımda 2018 yazı yeni başlıyordu. Aradan iki ay kadar geçtiğinde konu aklıma geldi ve “Bir arayayım bakayım, kurul toplanmış mı?” dedim kendi kendime… Aradığımda da karşıma, dışarıdan arayanlarla ilişkisi devlet kurumlarının kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki şubelerinde görev yapan, taşrada unutulmuş ve içi geçmiş memurları andıran biri çıktı. “Yaz aylarında bütün cemiyet yönetimi, hem başkan, hem de yönetim kurulu üyeleri topluca yazlığa gider, burada hiç kimse kalmaz. Siz en iyisi bizi ta sonbaharın ortalarına kadar hiç aramayın. Sonbaharda belki balotaj kurulu toplanır ve benim önümde biriken üyelik başvurularını değerlendirir” diye cevap verdi.

Kadıncağıza, “Basın kartları komisyonu ve daha pek çok meslekî örgütte bu tür değerlendirme toplantıları için belirlenmiş periyodik buluşma tarihleri vardır. TGC’nin de böyle net bir takvimi yok mu? Bir yıl içinde en az şu sayıda toplanır, başvuruları şu şekilde karara bağlar, işleri tamamlamak için son tarih şudur gibi… Bizim en kıdemli meslek örgütümüz böyle bir sistemle mi çalışıyor?” diye sorduğumda, “Evet öyle, balotaj kurulunun ne zaman toplanacağı belli değildir. Hiçbir zaman da böyle bir çalışma takvimi yapmayız. Onlar, uygun buldukları bir tarihte toplanır, kararlarını alırlar” şeklinde karşıladı sorumu…

Bu türden bir-iki telefon konuşması sonucunda, TGC gibi, adını yıllar içinde kafamda haddinden fazla büyüttüğümü sonradan anladığım bir meslekî örgütlenmenin arka planındaki arkaik ve laçka düzeni yavaş yavaş fark etmeye başladım. Ki zaten aslî görevi Türk medyasının özgür ve demokratik bir ortamda hizmet verme mücadelesine katkı sunmak, bu anlamda medya, iktidar ve sermaye çevreleri arasındaki geleneksel soğuk savaşı meslektaşlarımız lehine yönetmek olan bir meslek örgütünün, internetin ilk yıllarındaki web 1.0 döneminden kalma izlenimi uyandıran köhne sitesi bile, bu işleri bilenler açısından, orayı nasıl bir kafanın yönettiğini göstermeye yetip artıyor. Biçimsel olarak son derece ilkel ve demode olan site, içerik olarak da medya mensupları ve akademik araştırmacılara en kıytırık medya sitesinden bile daha az literal malzeme sunmakta… Vefat eden gazeteciler için derme çatma bir Türkçe ile yazılmış tâziye ilânları, siyasal iktidarların medya özgürlüğüne yönelik kısıtlamalarını alabildiğine üfürmeci, yasak savıcı bir dille kınayan rutin bildiriler alt alta dizilmiş, başka da dişe kovuğa gelir bir içerik yok.

Üyelik başvurusundan sonra TGC bir şekilde ilgi alanıma girmiş olduğu için, başvurunun sonucunu bekleme döneminde ara ara siteye girip çıktıkça, mesleğimizin şânına yakışmayan bu tür defolar da dikkatimi çekmeye başladı. Hattâ, şimdi hatırladığımda beni güldüren bir saflıkla, “İleride Cemiyet’e üye olursam, bu vesileyle oraya gidip gelirsem, Başkan’a siteyi modernize ettirmeyi ve Türkçe, İngilizce, Arapça olarak en az 3 dilde hazırlatmayı teklif ederim” gibi şeyler düşündüğüm dahi oldu. Dedim ya, saflık işte…

Nihayet, aradan 7 ay geçtikten sonra, sanırım Aralık sonunda, yani kış ortasında TGC’yi bir kez daha aradım ve üyelik başvurularının akıbetini sordum. “Balotaj Kurulu” adı verilen başvuru değerlendirme kurulu halen toplanamamıştı.

Düşünün, “Türk medyasının kalbi” konumunda bir derneksiniz… Merkeziniz İstanbul’da… Derneğin sekreteryasında düzinelerce yeni başvuru birikmiş… Ve tamamı İstanbul’da yaşayan on kişilik balotaj kurulu, takvim yılı biterken hâlâ başvuruları bir karara bağlayamamış durumda…
Öte yandan, tam tarihlerini hatırlayamıyorum ama, aralarda gönderdiğim, gayet ciddi bir dille yazılmış, üyelik başvuruları hakkında güncel bilgi isteyen iki e-postama ise cevap dahi verilmedi.

Sonucu öğrenmem ise Şubat ayının tam ortasında, beni oraya üyelik başvurusu yapmam için kışkırtan gazeteci dostumun, “Ne oldu senin üyelik başvurun, şu iş bitsin de bir yemek yiyip kutlayalım” demesiyle gerçekleşti. Onun hatırlatmasıyla bir kez daha yerimden doğruldum ve Cemiyet’i aradım.

Sonrasını biliyorsunuz zaten, karşıma çıkan Toprak Mahsulleri Ofisi Çaltılıçukur Birim Müdür Yardımcısı edâsındaki çalışan, her zamanki gibi telefonda dakikalarca evrak arayıp durduktan sonra “Siz üyeliğe kabul edilmemişsiniz” dedi. Söylediğini ilk önce anlayamadım ve tekrar sordum. Çünkü, karşımda, formel gereklilikler yerine getirildikten sonra her meslek mensubunun üyeliğe doğal hakkının bulunduğu, bu konudaki bir reddiyenin ancak -tüzükte de belirtildiği gibi- aday kişinin uyuşturucu, alkolizm v.b. kötü alışkanlıklarının olduğunun âşikâr duruma gelmesi, sektörde çok kötü bir şöhretinin bulunması, terör örgütleriyle ilişkilerinin tespit edilmesi, bu tür suçlardan sabıka almış olması, gerçekte basın mesleğinde fikir işçisi olarak çalışmayıp kendisini hileli yöntemlerle öyle göstermesi, basın sigortası ve basın kartı bulunmaması gibi durumlarda geçerli olabileceği, bunun dışındaki her durumda ise kabûlü gereken somut bir üyelik başvurusu durmaktaydı.

TGC, bir “Yozgatlılar Derneği”, “Manisalılar Vakfı” ya da “Bülbül Sesli Kanarya Yetiştiricileri Derneği” değil… Böyle yerlerde, birbiriyle hemşehri olmak ya da örgütlenmenin temel esprisini oluşturan uzmanlık alanına tam anlamıyla vâkıf olmak gibi daha spesifik şartlar aranabilir ki ben de bunu anlarım. Fakat, gazetecilerin refahı, mutluluğu, dayanışması ve meslekî çıkarlarının korunması için kurulmuş, o tarihten bu yana da hep aynı misyonu ifâ ettiği iddiasında olan böyle bir yer, kapısını çalan her üye adayını -eğer ki temel yeterlilikleri yerine getirmişse- üyeliğe kabul etmekle yükümlüdür. Bu konuda istisnâ söz konusu olamaz. Cemiyet’in tüzüğünde de böyle bir keyfîliğin kapısını aralayabilecek esnetici bir ifade bulunmuyor. Tek esneme payı, başvuran kişinin tüzükte sıralı şartları taşımaması ve gazeteci kimliğinden uzak biri olması…

Böylelikle, 33 yıllık aktif bir meslek hayatından, bu alanda lisans ve yükseklisans yapmışlıktan, 23 yıl boyunca sarı basın kartı, son 3 yıldır da sürekli basın kartı taşımışlıktan, yayımladığım kitaplardan, sayısız üniversite, lise ve STK’da verdiğim konferanslardan, düzenlediğim söyleşilerden, yüzlerce radyo-TV konukluğundan, imzamı taşıyan binlerce haber, röportaj, köşe yazısından, artık hesabını bile tutamadığım onca takdirname, plaket, ödül ve teşekkür beratından, nihayet son iki yıldır da Medipol İletişim’de genç gazeteci adaylarına bir dizi meslek dersini veriyor oluşumdan sonra, benim “TGC bünyesinde alelâde bir üye olabilecek kapasite ve liyâkatta biri olmadığıma” karar verdiler.

Bu arada, çok önemli bir hususu aktarmayı da unuttum. Başvuru formlarındaki yığınla soruyu cevaplayıp, yanına bir sürü belge ekleyip, en tepeye de fotoğrafınızı yapıştırmakla kalmıyor; en son sayfada TGC üyesi olan iki gazeteciden “kefalet imzası” alıyorsunuz. Bunu da yapmış ve iki kıdemli üyeden o yönde birer kefalet yazısı almıştım. Heyhat, pek zor beğenen seçici kurulumuz, vermiş olduğu bu kararla kendi üyelerinin kefaletini dahi “Sizi ciddiye almıyoruz” diyerek ellerinin tersiyle itmiş oldu. Diyorum ya, olup bitenleri düşündükçe güleyim mi, ağlayayım mı gerçekten bilemiyorum.

Reddedilmenize TGC bünyesinde tam olarak kim ya da kimler karar verdi, bunu biliyor musunuz?

Bana göre adı bile TGC’yi sarıp sarmalayan o demodeliğin, arkaik kafa yapısının son derece güzel bir dışa vurumu olan “balotaj kurulu” adlı kurul… Hilmi Hacaloğlu, Nuray Özger, Mustafa Bakacak, Azize Şenbülbül, Serkan Ocak, Gülay Oktar, Haşmet Yavuz, Serkut Bozkurt, Serpil Özkaynak adlı üyelerden oluşuyor. Ancak, elbette ki bu tür kararlar, altında Başkan Turgay Olcayto ve dernek genel sekreteri Sibel Güneş gibi üst yöneticilerin imzaları olmaksızın verilemez.

“Balotaj”, çağdaş Türkiye’de, bugünkü iş dünyasında çoktan aşılmış, unutulmuş, bayat bir sözcük… Fransızca’da, “herhangi bir seçimde, adaylardan hiçbiri seçilmek için gerekli sayıda oy alamayınca seçimin yenilenmesi” anlamına gelir. TGC’deki anlamı, yani “kimi derneklerde üyelik isteklerini incelemek ve bu konuda karar almakla görevli kurul” anlamı ise aynı sözcüğün üçüncül, dördüncül anlamını oluşturuyor. Günümüzde, TGC haricinde başka hiçbir meslek örgütünde kullanılmayan, 1940’lardan, 1950’lerden kalma bir tanım… Düşünün, yürütme organlarının adını bile günümüzün diline uyarlayacak mecâli olmayan bir yapı var karşımızda…

Biraz önce de belirttiğim gibi, bu utanç verici tavır beni gazeteci-yazar olarak üzmedi; ancak duygusal, romantik ve hâlâ iyi-kötü idealist bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak çok ciddi biçimde üzdü. Vay benim ülkemin hâline! Vay benim ülkemin yeni yetişen gazetecilerinin hâline! TGC gibi simge bir meslek örgütü bile bu düzeyde bir ideolojik gözükaralığa ulaşmışsa, önümüzdeki yıllarda “Solcu Musluk Tamircileri Derneği”, “Sağcı Garsonlar Vakfı”, “Milliyetçi Minibüsler Cemiyeti”, “İslâmcı Nalburlar Organizasyonu” gibi hastalıklı yapıların ortaya çıkmasına da kimse şaşırmamalı… Nitekim, Türkiye bu sefaleti daha önce de yaşamıştı, 1970’lerde… “Herkesin polisi” olması gereken polis teşkilâtı “Pol-Der” ve “Pol-Bir” adlarıyla ikiye bölünmüştü. Meslektaşları anarşik olaylarda vurulup yere düştüğünde, karşıt görüşten olan diğer polisler onların yaralı bedenini olay yerinden kaldırmıyordu. Sonra da öğretmenler câmiâsı benzer bir şekilde bölündü. Bu gibi faciaların sonunda da 12 Eylül faciasıyla yüzleşmiştik.

Bu sözlerinizden, üyelik başvurunuzun reddini siyasal görüşlerinize bağladığınızı anlıyorum.

Yüzde yüz öyle… Onlara gayet kapsamlı bir başvuru dosyası gönderdim. Ki meslek hayatım boyunca yapıp ettiğim her şeyi, bunların hiçbirini atlamadan içine doldursaydım, o dosyanın ağırlığı 15-20 kiloyu geçerdi. Ben yine özgeçmişimi epeyce bir özetledim, kitaplarımı falan da sunuma koymadım.

Ancak, öyle bir çağda yaşıyoruz ki bir adamın siyasal arenanın neresinde durduğunu internete girip gezinerek 5-10 dakika içinde anlayabilirsiniz. Eh, her ne kadar 50’li yaşlarıma girdikten sonra geçmişteki ateşli siyasal duruşuma göre çok daha sakin, mûtedil ve demokratik bir bakışa evrilmiş olsam da, ardımda yakamı ömrüm boyunca hiç bırakmayan, askerlikte yedek subaylık hakkımı yitirmemden SİYAD’çıların gözükara nefretini toplamama, değişik zamanlarda yaptığım profesyonel iş görüşmelerinden üniversite konferanslarına kadar her yerde mutlaka bir çapak çıkartan 30 yıllık bir milliyetçi-muhafazakâr kimliğim var.

TGC yönetimi de zaten Evrensel gazetesinin Cağaloğlu şubesinden farksız, bugünkü başkan Turgay Olcayto orada yazdığı gibi, bir sürü ideolojik kankasını da Cemiyet yönetimine toplamış. Benim aptallığım, bütün o adam ve kadınların yaşına başına aldanıp, “Bunlar artık böyle ucuz ve basit hesaplar yapma yaşını geçmiş, kişilikleri yerli yerine oturmuş ağırbaşlı gazeteciler, bunların kuracağı bir seçici kurul bu tür seviyesizliklere katiyen imza atmaz” diye düşünmüş olmamdır. Yanılmışım; yıllar önce bana karşı her türlü küstahlığı sergileyen SİYAD adlı sözde meslek örgütüne dahi taş çıkartacak kadar partizan, ideolojik ayrımcı, üyelik konusundaki idarî kararlarını başvuranların etnik, dini ve siyasal kimliği üzerinden veren bir yapıya başvuru dosyası göndermiş olduğumu çok sonraları fark ettim.

Birileri beni bunların partizanlığının ulaştığı son nokta hakkında uyarmış olsaydı, kesinlikle onca zahmete de girmezdim. Medya alanında dünya çapında dostlukları ve bağlantıları olan bir adam olarak, kalbi nefretle dolu bir grup eski moda gazetecinin babalarının çiftliği mantığıyla yönettikleri bir medya derneğine herhangi bir ihtiyacım yok. Ben çağrılı olarak gidip Bükreş’te, Amsterdam’da, Tokyo’da Türk sineması ve medyasını anlatıyorum. Bu başvuru da tamamen belli bir yaştan sonra ortaya çıkan meslekî duygusallıkla ilişkiliydi. Evel Allah, o konuda da ağzımın payını almış oldum.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti  vs Ali Murat Güven

Pekiyi, diyelim ki TGC, haklı görünen bu tepkinizin ardından durumu yeniden değerlendirdi ve size “Bir yanlışlık olmuş. Sizi üye olarak kaydedeceğiz, başvurunuzu tekrarlayın” dedi. Yeniden başvurur musunuz?

Asla… Oradan bakılınca, öyle biri gibi göründüğümü pek sanmıyorum açıkçası… O iş bitti. Beni yakından tanıyanlar, ki siz de artık iyi kötü tanıyorsunuz, karşımdaki kişi ya da grup eleştirilerden bunalıp da bana doğru menfaatime uygun düşen bir adım attığında ilkelerimden cıvıtmayacağımı gayet iyi bilir. Üyeliğimin reddinden bu yana, son birkaç gündür konuyu sosyal medyaya, Ekşi Sözlük’e ve daha birçok adrese taşıdım. Ki bu daha henüz başlangıç… Ömrüm olduğu sürece de olayı sürekli gündemde tutacağım, o kurulun üyelerine bu kararlarını hep hatırlatacağım. Ancak, yapıp ettiğim ve bundan böyle yapıp edeceğim hiçbir şey, onlara geri adım attırıp bu toz dumandan yeni bir ikbâl çıkarma amacını taşımayacaktır. Tek bir amacım var, alttan gelen yeni gazeteciler, kendilerini sektörde nasıl da faşist bir kamplaşmanın beklediğini peşinen bilsin…

Dedim ya, TGC benim için zaten öteden beri hayatımın odak noktasında bir kurum değildi. Saygı duyardım, ama o oluşumla yakından ilgili değildim. Gazetecilerin sendikal haklardan yoksun bir şekilde çalıştığı ülkemizde bazı açıkları kapatabilecek böyle bir yapının var olmasını, meslektaşlarımızın selameti için faaliyet göstermelerini önemserdim. Lâkin, bundan böyle artık beynimde ve kalbimde bir yerleri yoktur. Sergiledikleri tutumdan tek kelimeyle midem bulanmış durumdadır.

Ülkeyi iki katı siyasal kampa ayıranlar en sonunda öyle vahşi bir düzen kurdular ki, sağcı kuş yemi satıcıları sadece sağcı kuş yemi satıcılarının meslek örgütüne girecek, solcular da solcularınkine… Artık, ülkedeki irili ufaklı bütün örgütlenmelerin merkezinde çıkar birliği, meslekî birlik, ülkü birliği değil, ideolojik birlik egemen olmuş durumda… Bu da yurtsever bir adam olarak bana ızdırap veriyor. Çünkü, ben 12 Eylül öncesi dönemde çocuk ve genç olmuş bir kuşaktanım. O yıllara ilişkin acı hatıralar hâlâ olanca rahatsız ediciliğiyle gözlerimin önünde durmakta…

En basit bir meslekî dayanışma örgütünü bile üyelerinin siyasal kanaatleri doğrultusunda dizayn etmek… Aynı gemide bulunan emekçileri yapay adlandırmalarla bölüp parçalamak… Bilinsin ki bu yolun sonu kaostur, felakettir. Kendi diktikleri o faşist bayrak direklerinin altında kalıp can verecekler. Sağcısı da, solcusu da…

TGC’nin önceki başkanlarının isimlerini sayıyorum sizlere şimdi… Sedat Simavi… Burhan Felek… Cevat Fehmi Başkut… Nezih Demirkent… Necmi Tanyolaç… Nail Güreli… Ve Orhan Erinç… Siz hiç bu insanlardan herhangi birinin, hayattaki aslî iştigal alanı gazetecilik olan benim gibi medya emekçilerine bu şekilde hakir görücü bir muamele yapacağına ya da yaptıracağına ihtimâl veriyor musunuz? İletişim Fakültesi’nde okuduğum yıllarda bu isimlerden bazılarından ders aldım ben… Onlar bizim idollerimizdi. Ha, bu kişilerin bir hayat görüşü, bir siyasî kanaati yok muydu? Elbette ki vardı. Ancak, o siyasî görüşü, Cemiyet’in başkan koltuğuna oturdukları anda portmantolarına asmayı da bilecek kadar hakkaniyetli kişilerdi.

Sözlerimi, yıllar yılı hiç unutamadığım, küçük, fakat anlamlı bir hatıramı aktarayım. 1996 yılı Ocak ayı ve ben de Millî Görüş’ün yayın organı Millî Gazete’de dış haberler müdürü olarak görev yapıyordum. Ertesi gün, gazetenin 23. kuruluş yıldönümüydü. Sabah yapılan haber toplantısında, manşetin de buna uygun şekilde dizayn edilmesi kararlaştırıldı. Biraz sonra faks makinesinin bir mesaj çıktısı almakta olduğunu gördüm. Gittim, çıkan sayfayı rulodan kopardım. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti antetli, gayet sıcak ve dostça ifadelerle bezeli bir kutlama mesajı, altında da o günkü başkan –rahmetli- Nail Güreli’nin imzası… Sonradan, o kurumda benden daha eski olan bazı ağabeyler, Cemiyet’in Millî Gazete’yi her kuruluş yıldönümünde mutlaka kutladığını anlattılar.

İşte, öyle günlerden böyle günlere geldik.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir