Bazı filmleri yazmak zordur. Çok sevseniz de ne yazacağınızı bilemezsiniz. Çok sevdiğiniz bir insanı anlat deseler aslında anlatacak çok şeyiniz olduğunu bilirsiniz. Nereden başlasanız ne söyleseniz de hakkını veremeyeceğinizi ve eksik kalacağını bilirsiniz. Bu, o filmlerin çeşitli biçimlerde okunmaya müsait olduğu durumlarda sıklıkla karşınıza çıkar. Ben de elimden geleni yapmaya ve yazmaya karar verdim. Çünkü bu filmi yazmamak benim için daha yanlış bir karar olacaktı.
1966 tarihli Ah Güzel İstanbul‘un kadrosundaki en küçükten en büyüğe tüm emekçilerin kariyerlerindeki en iyi filmlerden biridir demek mümkündür. Hikayemizin baş kahramanı Haşmet İbriktaroğlu (Sadri Alışık) dur. 40 yaşında, aristokrat bir ailede büyümüş fakat iş bilmezlik ve tembellikten neredeyse sıfırı tüketmiştir. Fazla mütevazi ve amaçsız bir hayata sahiptir. Seyyar fotoğrafçılık yapan, çocukluğunu geçirdiği boğaza nazır yalının önündeki küçük bir kulübede oturup kazandığını içki sofralarında harcayan bohem bir adamdır. Bir gün İzmir’den artist olmak için İstanbul’a gelen Ayşe’nin ona fotoğraf çektirmek istemesi ile hayatının değişeceğini bilmemektedir.
Ayşe 20’li yaşlarında kalabalık nüfuslu işçi bir ailenin yoksul kızıdır ama çok saf olduğu kadar çok da hevesli ve kararlıdır. Haşmet sohbet arasında, kıza şöhret olma vaadinde bulunan yapımcının adını eski bir aktör dostuna (Feridun Çölgeçen) verdiğinde adamın genç kızları ağına düşüren bir kadın tüccarı olduğunu öğrenir. Henüz çok geç değilse Ayşe’ye yardım etmek için yola çıkar. Ayşe’yi kurtarmıştır kurtarmasına ama şimdi başka bir çaresiz durumla karşı karşıyadır. Ayşe’nin ne gideceği ne de kalacağı bir yer vardır. İki yalnız ve ayrı dünyanın insanı aslında aynı olduklarını fark edip ortak bir paydada buluşacaklardır.
Film için diyebileceğim en net kelimeler naif, öğretici, doğal ve şiir gibi olabilir. Filmin temel problemi kültürel yozlaşma ve yanlış batlılaşmayı eleştirmek demek gayet mümkün. Müzik ve sinema dünyası üzerinden örneklendirilen toplumsal yozlaşmayı İstanbul ve kültürümüze atfetmiş adı gibi Atıf usta. Haşmet karakteri görmüş geçirmiş, burjuvaziyi sonuna kadar yaşamış, sindirmiş olmasına rağmen mütevazi hayat gibi tezat bir duruma da kendini alıştırmıştır. Yaşadığı ismi kerametinden menkul kulübe-i ahzan aslında bir İstanbul metaforu gibidir. Boğaza sıfırdır ama dıştan bakınca çürümüştür. İçinde piyano, tarihi tablolar, kitaplar, el işlemesi sırma meşlah bulunduran bu kulübe tıpkı İstanbul gibidir. İçinde bir hazine yatmasına, boğaza nazır olmasına rağmen dıştan görenler için git gide bir viraneye dönüşmektedir.
Haşmet İstanbul’u iliklerine kadar yaşamış olan biri olarak bu acı gerçeğin farkındadır. O yüzden yılgın ve yenilgiyi kabullenmiş bir şekilde boşvermiştir ama yer yer iç çeker bu duruma. Yine de ailesinin namı güzel bir şekilde devam etmekte ve muhitinde saygı gören biri olması ona teselli vermektedir. Mahalle kültürü ve vefalı dostlar filme ayrı bir güzellik katarak filmin samimiyetini, özlenen insan ilişkilerini gösteriyor. Bu nostalji içleri ısıtan cinsten.
Haşmet’in bulunduğu dönemdeki ve gerçekçi sinemaya geçeceğimiz döneme kadar olan karakterlerden önemli bir farkı daha vardır. Kendi hesaplaşmasını ve öz eleştirisini film boyunca yapmaktan kaçınmaz. Her şeyin farkında olan bir adamdır. Kafa sesinin ve sesli düşünmenin kullanıldığı sahneler bu gerçekçi ve doğal yapıyı destekler. Bir zamanlar kolyeler ile süslemek istediği Zambak Düriye (Diclehan Baban) ile randevuevinde karşılaşması uzun zamandır yüzleşmekten kaçındığı İstanbul gerçeğini yüzüne çarpar. Düriye’ye üzülürken aslında kendine de üzülmektedir. Bu pislik çekilmez Düriye dese de elden bir şey gelmemesi onu hüzne boğacaktır sadece.
Kendi deyimi ile bütün ömrü boyunca çalışmadan yaşamanın yollarını aramaktan yorulmuştur. Kısacası milli hastalığımız olan kolay yoldan geçinmek ona da sirayet etmiştir. Haşmet kolay yaşamaya ailesinden gördüğü lüks ile alışmıştır. Bunu araması anlaşılabilir fakat ya Ayşe gibi gün yüzü görmemiş tek yapabileceği fabrika işçiliği olan çaresiz çoğunluğun kolayı istemesi de hak değil midir? Ayşe dergiler ve gazeteler ile yaratılmış olan masalsı gösteri dünyasının gözü kamaşmış hayranı nice genç kızdan biridir. Köyden kaçıp şöhret olmak için İstanbul’a gelip yitip giden nice kızların simgesidir. O kızlara bir öğüt olabilecek bu film, geçebilecekleri evreleri gösterirken kaçınılmaz sonu ve çıkış yolunu da kendince anlatmaya çalışmaktadır. Haşmet İstanbul’u temsil ederken Ayşe sınıf atlamak, yaşamın nimetlerinden faydalanmak isteyen cefakar Anadolu’nun temsilidir.
Haşmet’in muhitinde yaşayan ve onunla evlenmek isteyen farklı tiplerdeki kadınlara dair yaptığı saptamalar da halen günümüze kadar geçerliliğini devam ettiren mesajlar arasında yer almaktadır. Orta halli kadınla evlenmek zordur baba evinde göremediğini kocadan görmek ister, gözü yüksektedir der. Okumuş kadın adamı iğne üzerinde oturtur, han hamam sahibi olgun kadınla evlenen ya jigolo olur ya da köle der. Tüm bunları kafasında resmederken kıyafeti hep aynıdır. Bu da her ne olursa olsun Haşmet’in değişmeyeceğini bildiğinin farkında olmasıdır. Ayşe ile birlikte hayata tutunmak isteme çabaları önce abi-kardeş ilişkisi ile çıkarsız olarak başlar. Birbirlerinden başka kimsenin olmadığını fark ettikleri zaman aralarında bir yakınlaşma olacaktır. Ayşe kötü erkekleri tecrübe ederek iyinin farkına varıp Haşmet’in kıymetini anladığında, Haşmet ise Ayşe’yi sevdiğini kendine itiraf ettiğinde yaş farkı gözetilmeden yeni bir yola girerler.
Ne var ki yozlaşma sadece sinema sektöründe değil aynı zamanda müzikte de başlamıştır. Haşmet eski bir arkadaşının tesadüf etmesi ile şimdinin cover denilen klasik eserleri yeniden yorumlama işine girer. Bir nevi pop müziğin doğuşudur bu. Batılılaşma ve halkı küçük görüp kendilerince eğitmeye çalışan kişilerin modernleşmeyi kendi değerlerini tu kaka edip onlara özenmek ile olacağını düşünmelerini en güzel anlatan sahne meyhanedeki plak çalma sahnesidir. Haşmet tüm bunlara rağmen yeni türde besteler yapınca klasik musikinin böyle yozlaştırılıp yeni bir kalıba sokulmasının karşılığı olarak gördüğü büyük ilgiyi şaşkınlıkla karşılar. Bu adamların şimdi bizi adamakıllı dövmesi gerekmez miydi der.
Haşmet’in niyeti kısa süreliğine piyasadaki boşluktan yararlanıp insan gibi yaşayacakları parayı denkleştirdiğinde Ayşe ile evlenmektir. Ne var ki Ayşe hayalini kurduğu ilgiyi, parayı ve şöhreti görünce bocalar. Haşmet’i bir kenara atmaz ama hırsları ağır basar ve bencilleşir. Haşmet tüm yaşanacakları tahmin etmesine rağmen engel olamaz. Ayşe üzerinde binlerce liralık elbiseler, altında otomobiller olsa da süs için yanında gezdirdiği köpeğine “hoşt lan köpek” diye bağırmaktadır. Ayşe’deki değişimin sadece fiziksel olduğu da belli olacaktır. Onun elde ettiği şöhretin türü ve kaynağı altyapısız, eğitimsiz ve sınırlı yetenekli kişilerin ünlü olmasını betimlemektedir. Kandili sönünce bir kenara atılacak onun gibi bir başkası bu sirkülasyona dahil olacaktır. Ayşe o bolca skandal ve yalan dolu göstermelik dünyaya alışamayacak en sonunda tüm zehrini kusacak ve arınmak için hayatındaki en temiz varlığa ihtiyaç duyacaktır.
Sadri Alışık sanki bu filmde daha bir Sadri Alışık’tır. Ağzından eksik etmediği külü düşmek üzere olan sigarası, Galatasaray Lisesi mezunu olmasına rağmen araya sıkıştırdığı yabancı kelimeleri olmayan tertemiz İstanbul Türkçesi, hüzünlü bakışları, her ne kadar eskimiş olsa da şık olan paltosu ve şapkası kendisini anlatıyor sanki. Eskimiş yıpranmış gibi görünse de sağlam bir kumaşa sahip Haşmet’i harika oynamış. Ayla Algan o kadar doğal ki bir sahnede bile jöndam havasına girmiyor. Oynarken poz kesmiyor, resim verme çabası yok. Dublajda kendini konuşurken hiç tonlama vurgu kontrolüne de başvurmuyor. Atıf Yılmaz’ın rejisi komedi ve dram arasındaki çizgiyi kati olmayan bir şekilde yumuşak geçişlerle sağlıyor, su gibi akıyor. Karakterlerin gelişimi ve duygu geçişleri çok başarılı, olay örgüsü ve hikaye hiç çuvallamıyor.
Filmin müzikleri de filmi ayrı bir yere koymamızı sağlıyor. Yeşilçam’ın alameti farikası olan yabancı stok plakların kullanımı yerine film için icra edilmiş Metin Bükey’in musiki şöleni filme güzel eşlik ediyor. Oyuncular rollerine tip olarak da harika uyum sağlamış. Genç Erdal Özyağcılar’ı fırsatçı bir zampara olarak izlerken, filmdeki bir figürana ses vermesiyle ilk dublajlarından birine şahit oluyoruz. İhsan Yüce kendi sesiyle oynuyor ve sanırım ilk defa bıyıksız olarak karşımıza çıkıyor. Diclehan Baban da Sacide Keskin dublajıyla rolüne oturmuş biçimde çok başarılı görünüyor. Aynı şeyi Feridun Çölgeçen ve onu seslendiren Rıza Tüzün için de söylemek mümkün.
Son kertede yarım asrı devirmiş ve yakın zamanda restore edilerek sinemamıza tekrar kazandırılmış Ah Güzel İstanbul zamansız bir eser. Şiir gibi naif ve duygusal ama melodrama kaçmayan bir şekilde bunu başaran gerçekçi, doğal ve ölçülü bir anlatıma, oyunculuklara sahip olması onun bugün bile hayranlıkla izlenmesini sağlıyor. Sitemiz adına Uçan Süpürge Festivali’ne katıldığım zaman dünya gözüyle Ayla Algan’ı görmüş biri olarak Ah Güzel İstanbul’u izlemeden bile tekrar yaşamış olmuştum. Kendisini saygıyla selamlarken sağlıklı bir yaşam diliyorum. Filmde olup aramızdan ayrılan başta Sadri Alışık ve Atıf Yılmaz olmak üzere bu güzel filmi sinemamıza katan tüm emekçilerimize rahmet diliyorum.
18 Şubat 2021 tarihinde Bir Film konseptinde gerçekleştirdiğimiz Ah Güzel İstanbul (1966) sohbet videomuzla sizleri baş başa bırakıyorum.
Sinematik Yeşilçam YouTube kanalımıza abone olmayı unutmayın. İyi seyirler.
Sinematik Yeşilçam için Hazırlayan: Can Sönmez – Mart 2021