Kaybetme Korkusuyla Siccin ’e Hapsolmak

Siccin banner

Trajedilerin aslında sadece ve sadece kaybetme korkusu ile tetiklenmesi, gelişmesi, korku filmi adını versek de korku kavramının özünde kaybetme korkusu üzerine şekillenmesi filmin başarısının anahtarı olmalı.

Korku sineması ile yüzeysel anlamda alakalı yazarınızın türe hâkimiyeti ne kadar korktuğu ile doğru orantılı, ki zaten korku filmlerini kafası işten güçten, günden, hayattan çok yoğun olduğu zamanlarda sadece biraz adrenalinle günlük keşmekeş dışına odaklanmak için izler. Elbette türün sinema tarihi içerisinde köşe taşı olmuş eserlerine “aman hiç korkunçlu değilmiş” veya “izleyeyim de kafam rahatlasın” demeyecek kadar da haddini bilir.  Yanı sıra stresten, korkarak kaçma hasretliği yaşayan yazarınız izlediği hemen hemen (sinema sanatı açısından bir makas işlevi yoksa) her filmden sonra ağız burun büken türden bir izleyici. Ne cinler ne periler istedi de korkutmadı kendisini…

Bu kısa yazar tanıtım paragrafından sonra yazarınız çok etkilendiği Siccin serisine dair duygularını paylaşma ihtiyacından kendini alamadı. Gerek yerli gerekse yabancı korku filmi türüne hiç hâkimiyeti olmadan ve gerçekte de ne inleri ne cinleri ve hatta büyücüleri hiç korkunç bulmayan izleyici kategorisinden Siccin serisini kültleştirecek kadar sevdi. Sevmekle beğenmek arasındaki fark da bu noktada önemli sanırım, sevmek için bazen çok beğenmek de gerekmiyor veya beğenmek için sevmek şart değil, bir filme veya duruma, kişiye hatta bir nesneye hangi pencereden baktığımızla ilgili olabilir kimi zaman. Kusur bulmaksa maksat her zaman bulunur veya güzellikleri görmekse bu da her daim mümkün. Korku seansları ilgi alanı dışında olduğundan yazarınız Siccin serisinin her filminden sonra sosyal medyada sinefillerin, eleştirmenlerin yorumlarını takibe alacak, seriyi sevmekte ne kadar standart ya da aykırı bir hal içerisinde olduğunu kavrayacaktı ki beğenen/seven ve beğenmeyen/sevmeyenlerin birbirleri ile çelişkili/tutarlı yorumları filme dair yazma arzusunu harekete geçirdi.

Kendime dair bu kadar güzelleme yapmamın sebebi duygularımı dile getirmeyi çok istediğim halde türe dair hiç hâkimiyetim olmamasından kaynaklı kendimi gülünç duruma düşürür müyüm endişesi ama yine de yazacağım, tüm samimiyetimle yazacağım zira bu korku serisinde ana unsurun cin, büyü ve büyücü korkusu ötesine geçip, hepimizin içinde, derinlerinde yer etmiş kaybetme korkusu oluşu filmi kulvarında içselleştirmeme sebep oldu. Ancak ve öncelikle serinin bütünü için söylemek isterim ki, mesaj yerine ulaşmıyor. Alper Mestçi’nin mesaj kaygısını çok incelikli buluyorum ancak filmleri korku filmi meraklıları, iyi bir sinema filmi görmek isteyenler izliyor, ki bu kitlenin içinde büyüyle haşır neşir kaç kişi vardır? Büyü/büyücülük ile iç içe geçmiş olan bireylerin de sinema ile çok alakadar olduğuna ihtimal vermiyorum. Dolayısıyla bana; “bak büyü en büyük günah” mesajı vermenin çok anlamı yok, bu sebepledir ki final açıklamaları yersiz kalıyor, karakterlerin derinliği, göz dolduran görüntü çalışmaları, başarılı yönetmenlik, sıkı oyunculuk performansları olan bir film bizim için yeterli. Konuya tersinden baktığımda da; bana büyü yapılmış olma ihtimaline karşı aldığım mesaj, cinci hocaya gitmenin faydalı olacağı yönünde. Bu noktada da yine cincilere/büyücülere itibar eden seyirci modelinin yüzde kaç oranda olduğu kişisel olarak merak ettiğim bir diğer ayrıntı. Sinematik olarak ne kadar başarılı bulsam da bu cinci hocadan medet teşvikinden pek hoşlanmadığımı dile getirmek isterim.

Seri boyunca beni etkileyen unsurlardan biri Alper Mestçi’nin korku sineması ve edebiyatına olan ilgisi ve türden aldığı ilhamı kendi eserine hiç göze batmayacak, izleyiciyi rahatsız etmeyecek ama zaman zaman çağrışımları ile tebessüm ettirecek, zaman zaman takdir ettirecek güzellikte işlemiş olması. Yazarınız sinemada korku türü ile çok alakalı olmasa da edebiyatta oldukça alakalı, bu ayrıntıyı da es geçmeyelim, Cürmü Aşk’ta Pet Sematary rüzgarı hisseden bir ben miyim? Yanı sıra korku unsurları, efektler, ışık çalışması, mekân, dekor, mizansen, ses kullanımı, müzik seçimi, oyuncu yönetimindeki başarı vs. her şey bir yana hikâyelerindeki dramatik yapı, öyküleme hali ve izleyeni finalde derin bir burukluğa iten trajedi, izleyicinin hafızasında yer edecek denli incelikli. Final demişken, Alper Mestçi’nin her seferinde finalde başından beri olanı biteni açıklama derdine düşmesinden de ne yazık ki rahatsızım, nihayetinde serinin son filminde Orhan’ın neler yaptığını Sedat’ın o kilitli kapının ardında şahit olduğunu gördüğümüzde anlamıştık, hikâye orda bitse izleyici olarak muhtemelen donakalmış ve dakikalar boyu boşluğa bakar halde kalabilirdim. Alper Mestçi finalde biraz sıkıntılı bir dile sahip lakin belirtmeliyim ki; Siccin serisi dışında bir A. Mestçi filmi izlemedim, genellemem seriye özeldir.

Serinin ilki fazlasıyla etkileyici bir Exorcist güzellemesi adeta. Özellikle Ceyda karakteri seçimi, makyajı, mimikleri ile Linda Blair’e el verir derecede şaşırtıcı. Exorcist gibi, sinema sanatında her listeye ilk sıralardan girecek film için “yerel harmanlı güzelleme” temalı bir yarışma yapılsa Siccin’i kişisel olarak birinciliği hak edecek tek film olarak görüyorum. Yanı sıra Pınar Çağlar Gençtürk’ün performansı, özellikle hocayı beklerken kendi kendine sayıkladığı sahnenin üzerimde etkisi çok büyük, perdeden tek adımla yanına oturup belki sarılmayı istetecek denli duygu dünyama işledi. İzleyiciyi sıçratmayı hedefleyen efektler bu yoğunlukta olmasa, bunun yerine karakterlere daha yoğun bir içsel yolculuk yaptırsa filmi daha etkileyici kılabilirdi ama bu haliyle de takdiri hak ediyor. Film sonrası yaptığım okumalarda izleyicide gördüğüm ortak fikir, yerli korku sinemasının genel başarısızlığı içerisinde yerli/İslami unsurlarla Mestçi’nin kulvarında başarılı bir eser ortaya çıkardığı yönünde idi. Yanı sıra aynı unsurların kullanımı bolca eleştiri de almış, korku filmi için İslami unsurlar şart mı gibi… Ancak Exorcist’i yere göğe sığdıramazken Siccin’e bu yönde yapılmış eleştiriyi haksız bulduğumu söyleyebilirim zira dünya sinemasında da kendi toplumunda yaygın dinin unsurlarını kullanan ve sevdiğimiz hatta bazılarını kültleştirdiğimiz, hazırladığımız listelerde üst sıralarda yer verdiğimiz bolca film var.

Siccin serisinin ikinci filmi, serinin en o kadar da sevmediğim/beğenmediğim filmi oldu. Bir sinema filminde en hoşlanılmayacak gaflete düştüğü için. Duygu sömürüsü!

Evlat acısı üzerinden özellikle Birol’un babasının abartılı hali, anneye olan sert tavrı fazlasıyla uzamış, uzatılmış. Seyircinin duygularına dokunayım derken sıkıcı bir hal almış, merhamet duygularımızı harekete geçirmekten çok ciddiye almamamıza sebep olmuş. Olayın gerçek bir hikâyeden alındığı yönündeki söylemlere de bu kadar ağırlık verilmesi biraz nahoş zira böyle bir şey olmadığı yönünde de fazlasıyla bilgi alışverişi bulmak mümkün, ki yazarınız gibi metafizik olayları pek de mantığa/gerçekliğe uygun bulmayan seyirci için itici olmasına bile sebep olmuş. Hoşlanmadığım bir başka hal ise duygu sömürüsü gafleti kadar makyaj, ses, patlama, zıplama efektlerinin fazlasıyla abartılmış olması, özellikle o cinli harabe ev sahnesi… Hikâyede de “hadi canım” dedirtecek açıklar var, annenin öyle fütursuzca o cinli, terkedilmiş eve girişi, 41 dikişli bebeği öyle kolayca hatta ne bulacağını tam da bilmeden bulabilmesi, bulduktan sonra başka hiçbir araştırma yapma gereksinimi duymadan doğruca hocaya koşması gibi. Bu arada 41 dikiş büyüsü diye de bir şey varmış bunu da öğrenmiş olduk, korkunçmuş ancak esasında korkunç olan tek şey kardeşin kardeşe kötülüğü, yaptığı büyü çerçevesinde değil, niyetindeki kötülüğünde…  Zaten seriyi özel yapan da insan karanlığına dokunuşları, serinin ilkinde Öznur’un da hapsolduğu ihtiras gibi…

Serinin son ayağı görmek istediğim forma daha çok yaklaşmış, evet makyaj ve ses bombardımanı yine çokça yoğun ama bu defa karakterlerin bilinçaltına doğru yolculuğa da davetiye var. Mestçi’nin bu yönde sinemasına daha derinlere kulaç atarak devam etmesini dilerim zira bu potansiyele sahip olduğunu gösterdi. Bir filmden, filmin bütününden veya kimi sahnelerinden çok etkilendiğimde her daim düşündüğüm ilk şey, benim bu sahneye atfettiğim anlamı acaba yönetmen de öyle düşünerek mi çekti olur. Ben bir ana, bir repliğe bolca anlamlar yüklerken yönetmen ne düşündü bilemem, belki de anlamlandırmalarımız hiç örtüşmüyor ama sanırım bu noktada esas olan yönetmenin niyetinden ya da düşündüğünden çok, bana (izleyiciye) ne hissettirdiği, ki Siccin Cürmü Aşk birçok sahnesi ve karakterleriyle fazlasıyla sarsıcı.

Cürmü Aşk, yazarınızı neden bu denli derinden etkiledi?

İlk olarak karakterlerini daha derinleştirdiği, bilinçaltlarına izleyiciyi daha çok yaklaştırdığı için… Cürmü Aşk’ın en çok etkileyen anı da Deniz Gündoğdu’nun kısacık sahnesi oldu. “Senin de kaderin/Kader’in” sözleriyle başlayan bedduasının Orhan’ın hayatına girişi ve Orhan’ı dönüştürmesi ile belki de bir insanın acıyla dudaklarından dökülecek sözlerin büyüden daha tehlikeli hadiselere yol açabileceğini hissettirdiği için… İlerleyen zamanda belki Siccin serisi bedduanın büyüden daha tehlikeli/etkili olduğu, kalpten geçen niyetlerin karmik etkisini de kapsamına alan, psikolojik gerilime dönüşen, insanın karanlık noktalarına daha sert temas eden hikâyeler üzerinden devam eder.  Beri yandan Adnan Koç’un oyunculuk performansı ile Orhan’ın izleyiciyi ele geçirmesi, Cem Uslu’nun yine Sedat’a içtenlikle can verdiği oyunculuğu, Sedat’ın kardeşi, oğlu, annesi ile karakteristik benzerliği, Orhan’ın, annesinden aldığı sahip olma dürtüsü ile babasından aldığı şefkatli yapıyı kendinde harmanlayan evlat hali filmin önemsediğim ayrıntıları arasında.  Her şey bir yana Alper Mestçi’nin (kişisel olarak) hissettirdiği samimiyeti… Salt korkutma hedefinden sıyrılmış, samimi ve sinema tutkunu, iyi niyetli, sanatsever, korku sineması ve edebiyatına hâkim olduğunu da hissettirmesi… En azından yazarınızın bir korku filminden beklentilerini karşıladı…

Cürmü Aşk’ı özel yapan biraz da (kişisel olarak) İspanyol korkularından aşina olduğumuz ve sevdiğimiz (El Orfanato, El Espinazo del Diablo, La Cara Oculta gibi), bir korku filminde olmasına şartlandığımız hayaletlerin, cinlerin finalde drama dönüşen hikâyede ikinci planda kalmasıyla, hikâyenin izleyiciyi korkutmaktan öte acıma, merhamet gibi duygularla sarsması. Orhan’ın acısını, parçalanan dostluğun Sedat’ta açtığı yarayı hissetmeyen var mı, Orhan’a belki başta öfke biriktirirken hikâye sona erdiğinde merhamet etmeyen var mı?  Trajedilerin aslında sadece ve sadece kaybetme korkusu ile tetiklenmesi, gelişmesi, korku filmi adını versek de korku kavramının özünde kaybetme korkusu üzerine şekillenmesi filmin başarısının anahtarı olmalı. Fakat yukarıda da bahsettiğim gibi uzatılmış ve gereksiz açıklamalara düşmüş finalinden pek hoşlanmadığımı yinelemeliyim. Sedat’ın Kader’i bulduğu an film bitmeliydi belki, sonrasında gelen geri dönüşler, açıklamalar filmin o ana kadar ki büyüsünü az da olsa zedeledi. Alper Mestçi neden hikâyesini açıklama gereği duyuyor bilmiyorum ama bilmeli ki biz hikâyelerini dinlemeyi, izlemeyi seviyoruz ve sonunu bizim hayal gücümüze bırakmasını diliyoruz ya da sadece ben diliyorum…

Son tahlilde, bir korku hikâyesine değil trajediye şahitlik ediyor olmak, klişe korku unsurlarından değil insana dair dürtülerden ürperiyor olmak yazarınız için seriyi özel yapan ayrıntılar. Siccin serisinin devamı gelir mi gelmez mi bilmem ancak yönetmene başarılarının devamını dilerim…

Yazan: Nesrin Yavaş (bu yazı daha önce sineterspektif dergisinde yayınlanmıştır. Nesrin Yavaş‘ın izni ve bilgisi ile yayınlanmaktadır.)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir