Popüler Yeşilçam filmlerinin senaryo rekortmeni Bülent Oran, aynı zamanda 50’li, 60’lı yılların yakışıklı jönlerindendi. Ortaokul yıllarında başlamıştı sinema tutkusu. Hayatını yerli film gibi yaşamış ve bu durum senaryolarına da yansımıştı. Güzel bir yalıda zengin ve “iyi bir ailenin” çocuğuyken, fabrikada çalışan bir kıza âşık olup evi terk ettikten sonra, gecekonduda süren bir yaşam. Bir yandan Hukuk Fakültesinde okurken bir yandan da fabrika işçiliğinden, mürettipliğe, klişe ressamlığına, sokak satıcılığından, öğretmenliğe, mizah yazarlığından sinema oyunculuğuna, senaristliğe uzanan bir serüven.
Bunca serüven içinde jön olarak kendine Yeşilçam’da bir yer edinmişken senaryolar yazmaya başlar. Oyunculuğu zamanla ikinci plana düşer ve popüler Yeşilçam filmlerinin, en çok da aşk filmlerinin, melodramların aranan senaristi olur.
Filmlerin çok iş yaptığı, gişe rekorları kırdığı yıllarda 500’e yakın senaryo yazarak bir rekora da imza atar. Fakat yazdıklarından dolayı “tüccar senarist”, “senaryo fabrikası”, “senaryo manyağı”, “sinemaya ve halka zarar verdi” gibi ağır eleştirilere de hedef olur. Bu eleştirilere karşın, sanat filmi yapmadığını, o dönem sinemasının eğlence sineması olduğunu, seyircilerin kendilerini yönlendirdiğini, bir tür çağdaş masallar yarattıklarını ve yaptıklarından pişman olmadığını söylüyordu. Bülent Oran’a göre o yıllarda sinemanın yönünü seyirciler çiziyordu ve o seyirci, özlemini duyduğu şeylerin rüyasını perdede görmek istiyordu.
Bülent Oran 27 Mart 1923 doğumluydu. Ailesi Çamlıca’daki yazlık evlerine gittiğinde doğumuna henüz iki ay vardır fakat o 7 aylıkken doğar. “Annem de 7 aylık doğmuş, kızım da 7 aylık. Bakırköy’de büyüdüm. Hukuk Fakültesinden sonra bir süre de Sanat Tarihi Bölümüne devam ettim. Ondan sonra ani bir kararla Devlet Tiyatrosu’na girmek için Ankara’ya gittim. İki oyunla katılınıyordu, sınavlara girmek için geç karar verdiğimden ben bir oyun hazırlamıştım. Cüneyt Gökçer hazırlamıştı beni, ‘Antonius’ oyunuyla. O oyundan 10 aldım. İkinci oyunu hazırlamadığım için orada konu verdiler ve doğaçlama yapmamı istediler. Bunu beceremediğim için okula giremedim. Zannediyorum bir erkek ve bir kadın oyuncu alınmıştı. O yıl giren erkek oyuncu zaten Türkiye’nin en büyük oyuncularından Yıldırım Önal’dı, kadın oyuncu da Heyecan Başaran’dı.”
Bülent Oran her şeyi iç içe, bir arada yaşar. Sinema tutkusu ortaokul yıllarında başlamıştır. Bu tutkusuna en büyük teşvik, hatta kışkırtıcılık sonradan Yeşilçam yönetmenlerinden olan arkadaşı Sırrı Gültekin’den gelir. Yakın arkadaşı Sırrı Gültekin, Halil Kamil Film’e artist alınacak diye bir ilan görmüş ve fiyakalı fotoğraflarıyla film stüdyosuna gitmeye ikna etmiştir Bülent Oran’ı. Bilet paraları ancak Yedikule’ye kadar gelmeye yetiyordur. Yedikule’den Şişli’deki film stüdyosuna kadar yürüyerek gelirler. Fakat Bülent Oran çekingendir, “ben içeri girmeyeceğim” der. Sırrı Gültekin girer içeriye, fotoğrafları bırakır ve artist adayı olarak kaydolurlar. Artık rol beklemektedirler. Sırrı Gültekin sonraki yıllarda, Yeşilçam’a girdikten sonra da Bülent Oran’ın fotoğraflarını filmcilere göstermeyi sürdürür, onu ‘artist yapmaya’ kararlıdır. Sırrı Gültekin Şehir Tiyatrosu’na girmiş, oradan da Yeşilçam’a geçmiştir. Bülent Oran o sıralar Hukuk Fakültesinde okuyordur ve tanınan bir mizah yazarı olmuştur.
Bülent Oran’ın sinema serüveni de başlamıştır 40’lı yılların sonunda. Sırrı Gültekin kararlıdır, Bülent Oran’ın fotoğraflarını tanıdığı bütün sinemacılara göstermeyi sürdürür. Küçük rollerden sonra 1952 yılında önemli roller başlar ve “Cennet Yolcuları” filminde kötü adamı oynar. 1953 yılında da Turgut Demirağ, ‘senden kötü adam olmaz’ der ve Mehmet Muhtar’ın yönettiği ilk korku filmi denemesi olan “Drakula İstanbul’da” filminde başrol oynar. Ondan sonra da jön dönemi başlar. Senaryo yazarlığı da 1952 yılında başlamıştır ve ilk imzalı senaryosu Talat Artemel’in yönettiği “Can Yoldaşı”dır.
Kendi senaryolarını sevmesine, savunmasına rağmen banâl ve saçma da buluyordu Bülent Oran. Hepsinin bir mantığı olduğunu düşünüyordu. “Tabii öyle buluyorum. Ben bunları yazıyorum fakat kimsenin gitmediği, en uçtaki sanat filmlerini seviyorum. Kendimi şöyle tanımlıyorum; çok iyi çalışan, müşterisi bol bir aşçı dükkânım var. Ben orada para kazanıp gidip Abdullah’ta yemek yiyorum. Ben bu işten para kazanıyorum. Hiçbir zaman bu işi küçümsemedim, severek yaptım. Beynimden çok duygularımla yazdım. Bu kadar çok yazıp da yorulmamamın nedeni ondan zevk almamdır. Biz o kadar çok saçmalıklar yaptık ki, fakat bunların hepsinin bir mantığı vardı. Birçok şey mantıksız fakat seyircinin isteği doğrultusunda mantıklı. Bizim kendimize göre bir tıp mantığımız var, bir hukuk mantığımız var… Ben hukukta okumuşum, ‘seni mirastan reddediyorum’ diyorum filmde. Bu filmi izleyen bin kişiden ikisi avukattır diyelim. Bu iki avukat der ki; ‘mahfuz hisse diye bir şey var, bunlar bunu da bilmiyor.’ Desin, ne çıkar yani. 998 kişi ondan memnun olacaksa, ben onu yapıyorum. Hastalıklar da hep bellidir. Örneğin, ‘25 gün ömrü kaldı’ denir, nereden biliyorsun. Bu ‘yerli film tıbbı’, ‘yerli film hukuku’. Gözleri açılıyor altından takma kirpikler çıkıyor… İş filmleriydi bunlar. En çok kör filmini ben yazdım, o işin uzmanı benim. Sonunda ben kör oldum. Sol gözüm hiç görmüyor. Bir günde görmez oldu fakat filmlerimdeki gibi bunu dram yapmadım.
Bakın bu Türk sinemasının buluşu değil. Biz Amerikan sinemasını ya da Fransız sinemasını 10-15 yıl geriden izledik. Bütün o kör filmlerini Amerikalılar çektiler. Kör ve sakat filmleri bir dönem Amerikan sinemasını ayakta tutan filmlerdi. Onlar Yeşilçam’a mahsus değil. Şimdi alay ediyorlar. Türk sinemasıyla alay etmek, dalga geçmek bir tür kolay mizah yapmaktır. Örneğin bir tarihi filmde bir kol saati varmış, olabilir fakat herkes bunu söyler. Bu mizah da değil, bir şey de değil, budalalığın kendisi. Mizahın ya da alay etmenin çok daha yoğun yolları var.”
One thought on “Aşk filmlerinin unutulmaz senaristi: Bülent Oran”