Göç etmenin bir eylem olarak zorunluluktan kaynaklananan bir umut arayışının yanıtıdır. Göç teması Türk Sineması’nda iki önemli alt başlık içerisinde incelenmiştir. Başlıkları oluştururken örneklendirdiğim eserlerimizde özellikle komedi filmlerimizi hariç tutarak dramatik açıdan önemli bulduğum filmlere yoğunlaşmayı tercih ettim.
Birinci kısım 1950’li yıllarda Türkiyenin politik sistemi ve ekonomik kalkınma modelinin değişimiyle beraber seçilmiş bölgesel ilerlemeye yönelmesiyle oluşan taşra-büyük kent arası göç bölümüdür.
İkinci kısım ise 1960’lı yıllarında öncelikle işçi göçüyle başlayan ve bir önceki sayımızda değinmiş olduğum Almancılık temasının her yeni jenerasyon ve ülkenin mevcut şartlarının değişimiyle gelişmiş uluslararası göç bölümüdür.
Taşradan Büyük Kente Göç:
Taşradan büyük kente göçün 1960’lı yılların sonundaki önlenemez yoğunluğu 1970’li yılların başlangıcıyla beraber kendi altkültürünüde oluşturmaya başlar. Bugün Türkiye’nin bir parçası olan arabesk müziğin o dönemde verilmeye başlanan ilk örnekleri, göçle beraber şehre yerleşen ’yolunu şaşırmış’ milyonların kendini ifade tarzından henüz uzaktır. Yeni yeni filizlenmeye başlamış gecekondu mahalleleri, o dönem İstanbul’unun dış çeperlerinde emek yoğun insan gücü ihtiyacına karşılık verecek birer insan silosu işlevi görmektedir.
1970’li yılların ilk yarısında yönetmen Ömer Lütfi Akad tarafından gerçekleştirilen Gelin (1973), Düğün (1974) ve Diyet (1975) üçlemesi göç edenlerle beraber oluşan kültürünün gelişiminin de bir anlatımıdır.
1975 yılıyla beraber ise Dünya Petrol Krizi’nin yarattığı ekonomik durgunluk ve Soğuk Savaş koşullarının sonucu olarak tırmanmaya başlayan politik kutuplaşma, dünya şartlarında stratejik önem taşıyan tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de oldukça keskin bir yol ayrımına gidişin başlangıcıdır.
Göç edenlerin ekonomik statü açısından en alttakiler olarak kabul edilişi, bu noktadan hareketle gecekondu bölgelerinde güçlenmeye başlamış sol ideoloji, taşradaki feodal düzenin yaratmış olduğu sınıf farklılıkları ve eğitim olanaklarının kısıtlı oluşu, sosyolojik açıdan yepyeni bir toplum modelinin oluşumunun kapısını aralamıştır. Artık arabesk müziğin ana teması kaderciliğe doğru evrilmeye başlar ve göç temalı filmlerin kurgusunun saç ayağını oluşturan esas oyuncularda arabesk şarkıcılardan seçilmeye başlar.
Açıkçası 1975 yılı sonrasında Türk Sineması’nın köyden kente göç teması altında kadercilik ve acı temalarına dayanan seri üretimi haricinde toplumsal açıdan en önemli örneği 1978 yılında verilir. Orhan Aksoy yönetiminde başrolünü Levent Kırca ve Ayşegül Atik‘in paylaştığı Taşı Toprağı Altın Şehir, 1975 – 1980 dönemi arasında Türk Sinemasının kara mizah açısından taşradan büyük şehre göçün en önemli örneğidir.
Yoğun göçün getirmiş olduğu sosyolojik sonuçlara benzer yaşam modellerini ele alan sinemamız, ülkemiz ve 20. yüzyıl dünya tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olan 12 Eylül 1980 darbesiyle yepyeni bir alana açılmıştır.
Uluslararası Siyasi Göç:
1980 darbesiyle beraber Türkiye’de yeni ve zorunlu bir göç modeli daha oluşur. Artık sadece ekonomik sebeplerle değil, siyasi mülteci olarak yurtdışına göç başlamıştır.
Maalesef darbe şartlarının yaratmış olduğu sıkı ortam ve hayata geçirilememiş projeler sebebiyle maalesef 1980’li yıllarda politik temalı olarak göç etme eylemini anlatan bir örnek bulunmuyor.
Gidenlerin ardında kalan ülkemizde ise 1970’li yılların ikinci yarısıyla beraber gelişimini sürdürmüş gecekondu kültürü, darbe ortamıyla beraber tüm yıkıcılığıyla uygulanmaya başlanmış neoliberal ekonomik sistemin sonucu olarak varoş kültürüne doğru evrimine başlar.
1980 ve 1990 yılları arasında önceki 10 yılın briketten yapılmış tek katlı gecekonduları öncelikle apartmanlara ve ardından mahallelere doğru evrilir. Aynı şekilde önceki 10 yılın ekonomik statü olarak en altta kabul edilen insanları artık sermayeden pay almaya ve hatta elindeki sermayeyi katlayarak büyütmenin yollarını öğrenmeye başlamıştır. Bugün bakıldığında 1980’li yılları toplumsal açıdan tanımlayan iki önemli tabir vardır. Köşe Dönücülük ve İşini Bilmek.
Bu dönemde arabeskin devlet televizyonundan toplumun nerdeyse her hücresine çoğunluk olarak işleyişi kaçınılmazdır. 12 Eylül ve neoliberal ekonominin yarattığı toplum mühendisliğinin meyvesi ne taşralı ne de büyük şehirli olmayan yeni sermaye sahipleridir.
Yeni sermaye sahipleri ve 1960’lı yıllarda Almanya’ya yerleşmiş olarak işçilerin haricinde 1980’li yılların bitişiyle mevcut ekonomik sistemde payını alamamış insanlar için yurtdışı yeniden bir umut kapısı halini alır.
Geride Kalanlar:
Yazımın ilk cümlesinde belirtmiş olduğum gibi Göç etmek, bir umut arayışının yanıtıdır ve 1990 yılında Xavier Koller tarafından çekilen Umuda Yolculuk, Yeşilçam döneminin İtalya ve Amerika etkilenimli kombin filmciliğinin yanında kendine has bir çizgiyle ilerlemeye çalışmış ulusal film yolculuğumuzun İsviçreli bir yönetmen tarafından ele alınışıdır.
Umuda Yolculuk’un Türkiye’de gösterime girdiği 1990 senesindeki televizyon fragmanlarını hatırlıyorum. Tünel ve tren sahneleri arasında Mehmet Ali’nin yüzünden kesitleri çocuk oyuncu olması ve sinemaya yaşıtlarımın ötesinde bir ilgim olmasından kendimle özdeşleştirdiğimi hatırlıyorum.
Kaçak göç ve yabancı düşmanlığı bugünde Avrupa’nın ana meselelerinden birisi. Bu konuyu siyasi sebeplerden öte olayın sosyolojik ve ekonomik boyutu üzerinden tarafsız bir şekilde ele almaya çalışan yönetmenin bu çabası ise takdire şayan.
Sinematik Yeşilçam için hazırlayan : Gökay Gelgeç – Haziran 2021