Başlığın açılımı oldukça uzun, kapsamı, içeriği çok geniş. Damgalı Adam, Yalnız Adam, Yarınsız Adam, Yıkılmayan adam, Asılacak Adam, Bitmeyen Adam, Sert Adam, Babaların Babası, Vatandaş Rıza, Gırgır Ali, Komiser Cemil, Komiser Kemal, Kanun Adamı ve bütün bunların toplamında Dünyayı Kurtaran Adam.
Ve tabii ki Horasan’dan Gelen Bahadır, Kolsuz Kahraman, Malkoçoğlu, Alpaslan’ın Fedaisi Alpago, Hacı Murat, Malkoçoğlu, Ringo Kid, Yüzbaşı Kemal, Zengin ve Serseri, Hacı Murat, Köroğlu, Osmanlı Kartalı, Adsız Cengâver, Battal Gazi, Kara Murat, Kılıç Aslan, Korkusuz Cengâver, Altay’dan Gelen Yiğit, Kılıç Bey, Kartal Bey, Ölüm Savaşçısı ve bütün bunların toplamında ‘türün’ Son Savaşçı’sı.
ADINI UNUTAN ADAM
Kabalcı Yayınevi’nin sinema dizisinden 2001 yılında yayınlanan Cüneyt Arkın imzalı Adını Unutan Adam kitabının arka kapağında şunlar yazılıydı: “Bir yerlerde Steve Arkın, George Arkın, başka bir yerde Fahrettin, çok uzaklarda Lee Arkın, yakında Cüneyt Arkın… Benim ‘adım’ bile yok.’
Cüneyt Arkın, “Sevdalı Bir Artiz’in Anıları’nda kaybettiği adının izini sürüyor. Amerikan generallerine ok ve yay eşliğinde ‘rahat, hazır ol’ talimi yaptıran, yedi metre yüksekliğe sıçrarken parende atıp iki el ateş eden, tek başına bir orduyu devirip Emel Sayın’dan temiz bir sopa yiyen, acil servis ve film setleri arasında mekik dokuyup ölümle oynayan bu adam kimdi?
Yeşilçam, Neriman, Kemal Sunal, ‘gözleri ömre bedel’ Türkan Şoray, sokak çocukları, Cemal Süreya, kadınlar, bin bir yüz ve aralarından tedirgin bir yüz: Adını Unutan Adam.”
Anılarda uzun, sonu belirsiz bir yolculuğa çıktığı ve Doktor Fahrettin Cüreklibatır’ı aradığı kitabın önsözünde de şunları yazar Cüneyt Arkın: “Korkunç bir inatla acılar biriktirmişim. Biraz zor gelse, biraz korksa, çocukluğundan başka hiçbir şeyi olmadığı için hep çocukluğuna kaçıp sığınan bir genç adam. Memleketin, insanın, hayatın ‘hakikatleri’nden kopuk, bencil bir sanatçının sayıklamaları. Oysa ne günler yaşıyorduk. Hayatın duygusunu, heyecanını, şiirini bitirmiştik. Öylesine büyük yalanlar, kandırmacalar içinde yaşıyorduk ki ‘insana giden yolları’ kaybetmiştik. Umursamazlık, vurdumduymazlık, bananecilik, bencillik yüreklerimize çöreklenmişti. Hırsızlığın, namussuzluğun, rüşvetin, alçaklığın ve ihanetin hükmettiği bir sistemin kölesi olmuştuk.”
Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler-Starlar kitabının giriş yazısında şöyle yazmıştım yıllar önce (1998’de): “Henüz televizyonun evlere girmediği, yazlık ve kışlık sinemaların olduğu yıllardı. (…) İnançlı sinemacıların, her biri doğal yetenek olan oyuncuların olanaksızlıklar içinde ortaya çıkardıkları filmler halk tarafından beğeniyle izleniyordu. Melodramlarda ağlayan izleyici macera filmlerinde ‘esas oğlanın’ kötü adamı dövdüğü sahneleri, filmin kahramanını alkışlıyordu. İzleyici Kral Ayhan Işık’ı, Çirkin Kral Yılmaz Güney’i, Malkoçoğlu Cüneyt Arkın’ı, Karaoğlan Kartal Tibet’i alkışlarken, kötü adamlar yuhalanır, ıslıklanırdı.”
FAHRETTİN CÜREKLİBATIR’DAN CÜNEYT ARKIN’A
Yeşilçam’ın yaşam öyküleriyle, sinema serüvenleriyle efsaneleşen oyuncuları vardı. Birbirinden çok farklı bu öyküler içinde öne çıkanları Cahide Sonku, Sezer Sezin, Ayhan Işık, Türkan Şoray, Yılmaz Güney, Cüneyt Arkın olarak sayabiliriz. Bu yazdıklarımıza (sonraki halkalarda) eklenecek başka isimler de vardır elbette. Örneğin Turhan Seyfioğlu, Belgin Doruk, Muhterem Nur ya da kamera arkasının sinema emekçileri….
Biz Cahide Sonku, Sezer Sezin, Suavi Tedü, Turan Seyfioğlu, dönemine yetişemedik. Gençliğini 70’lerde yaşayan bizim kuşak daha çok Yılmaz Güney’ci ya da Cüneyt Arkın’cıydı.
Dr. Fahrettin Cüreklibatır 1964 yılında Halit Refiğ’in yönettiği Gurbet Kuşları filmiyle sinemaya başlıyor ve adı Cüneyt Arkın oluyordu. İlk dönemler romantik rollerde oynasa da kısa sürede vurdulu, kırdılı serüven filmlerinin en popüler oyuncusu olmuştu. Alain Delon’la, Burt Lancester’la, John Wayne’le kıyaslanıyordu oyunculuğu. 70’li yıllarda politik tavırlı filmler de çekti.
Cüneyt Arkın’ı önemli bir filmde ilk kez oynatan Halit Refiğ bir konuşmamızda şunları söylemişti: “Ben Gurbet Kuşları’nda Cüneyt Arkın’ı oynattığımda, onun sonradan Malkoçoğlu, Kara Murat olacak cevherinin farkında değildim. Sinemaya çok uygun bir fizyonomisi vardı. Daha sonra Cüneyt Arkın, kendisindeki o cevheri herkesten daha iyi bildiği için at binmeyi, kılıç, kalkan kullanmayı, akrobasiyi öğrendi, atladı zıpladı kendini geliştirdi ve bu cevheri ortaya koyabileceği filmler yapılması imkânını sağladı. Dolayısıyla ben, Cüneyt Arkın’ı ilk defa oynatırken onun cevherinin ancak bir kısmının bilinci içerisindeydim. Cüneyt Arkın o Cüneyt Arkın’ı tamamen kendi çabasıyla, becerisiyle ve azmiyle kendi yaratmıştır.”
Çocukluğu Eskişehir’de geçen sanatçı askerliğini yaparken Halit Refiğ’in dikkatini çeker. Oldukça yakışıklı ve istekli bir gençtir. Halit Refiğ o sırada Eskişehir’de Şafak Bekçileri filmini çekiyordur. Cüneyt Arkın’ı da oynatmak ister fakat bu gerçekleşemez. Aradan epey zaman geçmiştir, bir gün Halit Refiğ’in kapısı çalınır. Halit Bey kapıyı açtığında karşısında Dr. Fahrettin Cüreklibatır’ı bulur. Yani Eskişehir’de genç bir yedek subayken rol teklif ettiği genç adamdır bu gelen. Askerliğini bitirmiş filmlerde oynamaya karar vermiştir. Halit Refiğ Gurbet Kuşları filmindeki önemli rollerden birini ona oynatır.
Bu arada adı da Cüneyt Gökçer’in Cüneyt’i ve Arkın Yayınları’nın sahibi Ramazan Arkın’ın Arkın’ından türetilen Cüneyt Arkın olmuştur. Filmde oldukça başarılıdır Cüneyt Arkın. Arka arkaya filmler gelir ve ünü dünya çapına yayılır. İlk zamanlar salon filmlerinin romantik jönünü oynar. Atletik yapısı ve hareketli sahnelere olan yatkınlığı ve becerileriyle avantür filmlerin en önemli yıldızı olur kısa zamanda.
Çok yönlü sinemacılardandı Cüneyt Arkın. Öykücü, şair, senaryo yazarı, yönetmen, oyuncu… Farklı zamanlarda sohbet edebilme, söyleşi yapma olanağı bulmuştum Cüneyt Arkın’la. Sinema öncesi dönemde hikâye ve şiirler yazıyordur. Bu konuda kendini Cemal Süreya’nın ve İkinci Yeni’nin öğrencisi sayıyor. Söyleşilerimizden birinde şunları söylemişti:
“Bozkırda büyüdüm, üç ay bostan bekçiliği yapardım. Çok uzaktan bir kara tren geçer, ona koşardım. Yalnızlığımı azaltacak bir şeydi o. Otlar, bozkır hayvanları, yıldızlar, güneş, kuşlar dostumdu. O bozkırın hüznü, kederi yalnızlığı insanın içini öylesine zenginleştiriyor ki, hissediyorsunuz, tefekküre dalıyorsunuz. Ben daha çok hikâye yazdığım için, şiirlerimi Erde Us adıyla yayınlıyordum. Varlık’ta epey çıktı.”
Cüneyt Arkın’ın Fahrettin Cüreklibatır olarak öyküsü, 1937 yılının Eylül ayında Eskişehir’de başlar. İlk anıları ablasının melankolik şarkıları, babasının akşam üstleri bahçeyi sularken içtiği rakıya karışan kızgın toprağın, güneşin ve çiçeklerin kokusu olur. Topuklarına kadar uzun saçları olan annesinin gizli gizli ağlamaları da ilk anı’msamaları arasındadır.
Sonraki yıllarda sinema serüvenindeki çizgisini de, dünya görüşünü de belirleyen belki de çocukluğunun kış gecelerinde dinlediği menkıbelerdir. Kahramanlık üzerinedir bu menkıbeler. Kanatlı bir atı olan bir kahraman hep vardır. Ve dünyanın neresinde olursa olsun bir sıkıntısı, acısı olan insanlara yardıma koşar. “Ve Battal Gaziler, Köroğlu hikâyeleri…”
‘Resmi internet sayfası’nın Cüneyt Arkın’ın kendi kaleminden biyografisi bölümünde ortaokul, lise yıllarını şöyle anlatır Cüneyt Arkın: “Eskişehir Lisesinde başka bir dünya bulmuştum. Kitaplar, kitaplar… Sait Faik, Orhan Veli, Panait Istrati. Ara sıra yazıyor, dergilere gönderiyor ve boyumdan büyük hayaller kuruyordum. Üniversiteye kadar tam bir bozkır hayatı. Çok az toprağımız vardı. Ağılımız vardı. Sinemaya bile çok zor giderdik. Ablam beni, Eskişehir’de Sakarya caddesindeki sinemaya götürür ve tembih ederdi. ‘Beşe çeyrek kala çıkacaksın’. Filmin finalini seyredemezdim. Sonraları bir mercek buldum. O kopan filmlerden ayna ile merceğe ışık verir ve gösteri yapardım. Oynadığımız oyunlar da, dinlediğimiz masallardan, menkıbelerden aklımızda kalan savaş oyunlarıydı.”
Üniversite sınavlarına girmek, sonrasında okumak için İstanbul’a gelir. Tıpkı ilk filmi Gurbet Kuşları’ndaki gibidir gelişi; Haydarpaşa Garı, valizi, yatak ve yorganıyla. Sirkeci’de bir otel de kalır. Ertesi gün imtihana girecektir.
“Ders çalışıyorum. Bir ara kapı açılıyor ve bir adam geliyor. Biraz sonra biri daha, az sonra biri daha. Odada dört yatak var. Biz de dört kişiyiz. Hiç tanımadığım, bilmediğim üç adam. Gece yarısı biri ‘ışığı kapa’ diyor. ‘Ağabey, ders çalışıyorum’ diyecek oluyorum, bir başkası kalkıp düğmeyi çeviriyor. Zifiri karanlıkta yolumu bulup aşağıya iniyorum. Elime bir mum tutuşturuyorlar. Mumun ışığında ders çalışırken kendi kendime yemin ediyorum: Doktor olunca hastanenin ışıklarını hiç söndürmeyeceğim.
Sabah imtihana girdim. Sonra neticeleri aldık. Üçüncüydüm kazananlar arasında. Sıkıntılı şartlarda müthiş bir mücadele veriyorduk iyi öğrenci olmak için. Altı kişi bir araya gelip Akdeniz Caddesindeki 74 numaralı apartmanda bir kat tutuyoruz. Derslere sarılıyorum, boş vakitlerimde hep ‘Nasıl geçineceğim?’ sorusuna cevap aramakla geçiriyorum.
Eğlence ve içki yoktu hayatımızda. Devamlı çalışıyor ve o dönemde çıkan Varlık dergisini alıyorduk. Kendi paramızla Erek diye bir dergi çıkardık. Cemal Süreya, Erdal Öz, Muzaffer Buyrukçu, Kemal Özer’le tanıştık. Ben hikâyeler ve şiirler yazmaya başladım.
Diğer arkadaşların okulları bitti. Ben Balo sokağında bir bodrum katına taşındım. Rutubet içinde, insanların ayaklarını görebildiğim bir pencere, o kadar. Ancak bu dönem benim için en verimli zamanlar oldu. Çok güzel hikâyeler yazdım. Sonra Bülent Ecevit’in de yazdığı Pazar Postası çıktı. Hem siyasi, hem edebi ve fikri bir dergiydi.” (kendi kaleminden biyografisi)
Eskişehir’de Şafak Bekçileri filminin çekiminde Halit Refiğ ile tanışması, sonrasında Refiğ ile İstanbul’da karşılaşma ve ilk film; Gurbet Kuşları. Filmde oldukça başarılıdır Cüneyt Arkın. İlk filminden kazandığı parayla ancak üç ay idare edebilir. Sonra yine açlık günleri.
“Yeşilçam’da belki iş verirler diye yazıhane dolaştığım günlerden birinde Aziz Sarıkaya’ya uğradım. Belki bir iş verir diye düşünmüştüm ama yanılmışım. Odasında olduğu halde bana kendisini ‘yok’ dedirtti. Bozuk bir moralle, cebimde iki buçuk lira olduğu halde, Taksim’den Karaköy’e kadar yürüdüm, vapura bindim. Yorgundum, ama son paramı tüketmeye gönlüm razı gelmiyordu bir türlü. Kadıköy’ den, Suadiye’deki kayınpeder evine yürüyerek gittim.”
İlk zamanlar salon filmlerinin romantik jönünü oynar. Fakir müzisyen, şoför vb. Atletik yapısı ve hareketli sahnelere olan yatkınlığı ve becerileriyle avantür filmlerin en önemli yıldızı olur kısa zamanda. Halit Refiğ’e göre Cüneyt Arkın “değeri ancak John Wayne, Burt Lancaster, Toshiro Mifune ve Alain Delon ile kıyaslanabilecek, Türk sinema tarihinin en önemli ve başka benzeri bulunmayan bir sinema oyuncusudur.”
Medrano Sirki’nde çalışır, orada atlara bakar ve karşılığında binicilik dersleri alır. Cambazlardan parende atmasını öğrenir. Cüneyt Arkın’ın o dönem sinemasına yönelik önemli bir tespiti vardır: “O dönemde Türk sinemasında başrol oyuncuları gerçek tipler değildi. Ama çevresindeki insanlar yaşıyor. Bütün yardımcı rollerdekiler, hepsi yaşıyor. Biz başrolcüler gerçek dışı.”
O sıralarda Suat Yalaz’ın çizgi romanından Karaoğlan filmi yapılmak isteniyor. Ben de o zaman piyano çalan, keman çalan romantik bir jönüm. Ama gene bir Kıbrıs filminde, Remzi Jöntürk’ ün teklifiyle biraz avantür koyduk. Bayağı tuttu ve iyi yapıldı. Ben de ona güvendim, Karaoğlan’da oynarım diye düşündüm.”
Halit Refiğ gibi önemli bir yönetmenin Gurbet Kuşları gibi önemli bir filmiyle doktorluktan sinemaya geçiş yapıp Cüneyt Arkın’a dönüşen ve sonrasında “Adını Unutan” ve sinema efsanesine dönüşen adam ilk filmiyle aynı yıl (1964) on dört filmde oynar. Salon filmlerinin romantik jönü olmuştur.
Sonrasında Medrano sirkinde at binmeyi, akrobatik hareketler yapmayı öğrenir. Yetmez karate çalışır, kavga, yüksek atlama çalışır, silah kullanır, kılıç kuşanır. Kişisel çabalarıyla yakışıklı ve romantik jönden bir başka Cüneyt Arkın daha yaratır. Artık avantür filmlerin de aranan, ‘en önemli’ yıldızı olma yolu da açılmıştır önünde.
“Ben sinemaya başladığımda çok basit hareketler vardı. Biz o zaman parendeler attık, havalarda uçtuk. Biraz dinamizm getirdik sinemaya. O sıralarda Suat Yalaz’ın çizgi romanından Karaoğlan filmi yapılmak isteniyor. Ben de o zaman piyano çalan, keman çalan romantik bir jönüm. Ama gene bir Kıbrıs filminde, Remzi Jöntürk’ün teklifiyle biraz avantür koyduk. Bayağı tuttu ve iyi yapıldı. Ben de ona güvendim, Karaoğlan’da oynarım diye düşündüm” diyordu Cüneyt Arkın.
MALKOÇOĞLU, KARA MURAT, BATTAL GAZİ
Her şey belki de Karaoğlan’la başlar. İlk Karaoğlan filmi Karaoğlan Altay’dan Gelen Yiğit’tir. 19 Mayıs 1965 günü Akşam gazetesinde “Karaoğlan’ı beyaz perde de canlandıracak bir genç aranıyor” başlıklı ilanla duyurulan yarışmayı Kartal Tibet kazanır. Kartal Tibet çizgi romanın yaratıcısı ve sonrasında sinemaya uyarlayan Suat Yalaz’ın düşündüğü oyuncudur. Suat Yalaz’ın kapısını çalanlar arasında o yılların romantik jönü Cüneyt Arkın da vardır. Suat Yalaz “senden Karaoğlan” olmaz diye geri çevirir Cüneyt Arkın’ı. Bu reddediş yeni bir Cüneyt Arkın’ın doğmasına yol açar.
Karaoğlan Altay’dan Gelen Yiğit öylesine tutar ki o yıllarda bir furyayı da başlatır. Gişede büyük hâsılat elde eden ilk filmin ardından Yeşilçam’da bir çığır açar ve ardından taklitleri başlar oluşan furyada.
Bu esnada başka bir gazetede Malkoçoğlu adlı başka bir çizgi roman yayınlanmaya başlamıştır. Malkoçoğlu, Süreyya Duru’nun yönetmenliğinde kendini Yeşilçam’da bulur. Karaoğlan Yeşilçam’dan çekilirken, yerini başrolünü Cüneyt Arkın’ın oynadığı Malkoçoğlu alıyor, Tarkan ve Kara Murat ise sırada bekliyordur.
Cüneyt Arkın’lı Malkoçoğlu serisi Ölüm Fedaileri’nde biterken günlük gazetelerde tefrika edilen çizgi romanların tarihsel kahramanları Yeşilçam’da yer almayı sürdürür. Tarkan maceralarını tamamlayıp Yeşilçam’dan çekilirken bu kez yerini Kara Murat alır. Fatihin akıncısı Kara Murat’ın ilk sinema macerası Natuk Baytan’ın yönettiği Kara Murat Fatih’in Fedaisi’dir. Film yine çok büyük bir ilgiyle karşılaşır ve devamı gelir.
Tarihi filmlerin dekoru Bizans’tır. Bizans da surlar, kaleler yani kaçınılmaz olarak Rumeli Hisarı, saraylar, zindanlar ve kavga sahnelerinin çokça yaşandığı meyhaneler demekti.
Yeşilçam’ın kalıpları kaçınılmaz olarak tarihi filmlere de yansır. Bizanslılar Battal Gazi’nin eşini öldürüp oğlunu kaçırır; köy basıp yaşlıları kılıçtan geçirir, kızlara, kadınlara işkence eder, tecavüz ederler. Zindanlardaki tutsak Türklere acımasız işkenceler yaparlar. Sonuçta Kahpe Bizans hep kahpe kalır.
‘ULUSAL GERÇEKÇİLİK’TEN ‘DÜNYAYI KURTARAN ADAM’A
“Türk sinemasının bir özelliği var. Yapılan filmler Türkiye’nin yaşadığı, sosyal, kültürel, siyasal geri planlarını daima barındırmıştır. Yani halk hangi sosyal, siyasi, ekonomik sorunları yaşıyorsa bu filmlere de yansımıştır. Ondan sonra Türkiye’de hayat çok hızlanmaya başladı. Meseleler çok arttı. Belli sorunlar çıkmaya başladı. Ondan sonra biz, o tür, yani sokakta, evde, işte insanlar nasıl yaşıyorsa ne sorunlarla karşılaşıyorsa onları anlatan, onlara cevap arayan filmler çekmeye başladık. Mesela Cemil ve Cemil Dönüyor, Adalet filmlerini Amerika’nın bize müziğiyle, markalarıyla gelip sonra sinemasıyla kültürümüzü vurduğu, yaraladığı o dönemlerde çektik.”
Filmlerdeki Cüneyt Arkın güçlüdür, iyilerin, güçsüzlerin dostudur, kötülerden hesap sorar. Kimi zaman geri çekilir, kendi halinde bir adam olur ama ‘kötüler’ rahat bırakmaz. O da ‘gerekeni’ yapar. “Halk istiyor, seni kahraman olarak görmek istiyor. Çünkü sen kahraman olduğun zaman senle özdeşleşiyor. Günlük hayatta gösteremediği kahramanlığını sinemada seninle beraber yaşıyor.”
Sözü Dünyayı Kurtaran Adam’a getirdiğimde “Dünyayı kurtardık fakat patronu batırdık o filmle” diyordu gülerek. “Şimdi aslında o bir dalga geçmeydi. O zamanlar uzay filmleri başlamıştı. Biz o zaman bu işle bir dalga geçelim dedik. Fakat efekt olayımız, teknik olayımız yoktu. Hazırlıksız girmemiz nedeniyle, biraz da prodüksiyonu çok yaydık, toparlayamadık ve efekt olayımızın olmaması nedeniyle istediğimiz gibi dalgamızı geçemedik.”
Yeşilçam sineması ve seyircisi salonlardan çekilmiş, televizyona taşınmıştı seksenli yıllarda. Filmlerle birlikte sanki iyiliklerde çekiliyordu hayattan. Sonu belirsiz bir maceraya sürükleniyordu dünya.
Kötüler, tüm insani değerleri ve insanları ezmeye girişmişken tanklarıyla, silahlarıyla bir adam dünyayı kurtarmaya kalkışmıştı sessiz sedasız. Hepimizin çok yakından tanıdığı, sevdiği bu adamın dünyayı kurtarma çabalarından habersizdik o günlerde. Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü’nün “esefle sunduğu” Cüneyt Arkın filmi Kara Korsan ve iftiharla sunduğu Dünyayı Kurtaran Adam gösterimleri yeni bir keşfin başlangıcı olur.
Kinema Dergisinin Dünyayı Kurtaran Adam ve Cüneyt Arkın özel sayısıyla her şey değişir. Dünyayı Kurtaran Adam bu keşfin dönüm noktası oldu. Dünyayı Kurtaran Adam ilk ve en önemli kült filmimiz olmuştur böylece.
Dünyayı kurtaran ilk ve tek kahramanımız Cüneyt Arkın değildir. Çok öncesinde de dünyayı kötülerin elinden kurtarmaya çalışan süper kahramanlarımız vardı. Birbirinin benzeri kahramanlarımız değişse de, anlatılan öyküler birbirine benzer. Formül aynıdır: Dünyayı mahvetmek isteyen bir kötü adam ve dünyayı kurtaran kahramanlarımız.
Mesut Kara 2014