Türk ve Batı Sineması’nda Çocuk Bakıcıları

Bazen bir melek, bazen de şeytan: Türk ve Batı Sineması’nda Çocuk Bakıcıları

ALİ MURAT GÜVEN

Çocuk bakıcıları”, ya da bizim toplumsal kültürümüzdeki daha yerleşik adlarıyla “dadılar / mürebbiyeler”, gerek Batı, gerekse Türk Sineması’nda, “komedi”den “gerilim”e kadar uzanan zengin bir türler yelpazesi içinde hemen her dönemin vazgeçilmez beyazperde kahramanları arasında yer alagelmişlerdir.

Bu popüler figür, yerli ve yabancı sinemasal anlatılarda karşımıza kâh hikâyenin vitrindeki kahramanı olan çocuğa / çocuklara ilk hayat bilgilerini kazandıran, sevgi ve merhamet timsâli, gıpta edilesi birer kişilik; kâh kötülüğün cisimleşmiş ifadesi görünümünde câni ruhlu biri olarak çıkabiliyor. Senaryolardaki ele alınış biçimleri her ne kadar böylesine birbirinden uzak ve uç yaklaşımlar sergilese de, Batılılar’ın duruma göre “babysitter”, duruma göre de “nanny” sözcüğüyle tanımladıkları bu mesleğin erbaplarının sinema sanatı için her koşulda renkli bir malzeme sundukları ise yadsınamaz bir gerçek…

İncelememizin ilk cephesini oluşturan Türk Sineması’nda “çocuk bakıcılığı” olgusuna şöyle en genel perspektiften bir göz attığımızda, söz konusu mesleğin ulusal sinema tarihimizde özellikle “komedi” türü yapımlarda sıklıkla gündeme gelen; aynı şekilde çoğunlukla da olumlu özelliklere sahip kurmaca karakterlere temel teşkil ettiğini görmekteyiz.

Türk Sineması, bu topraklardaki hâkim din ve geleneklerden beslenen köklü bir alışkanlığın da etkisiyle, dadılara / mürebbiyelere karşı öteden beri alabildiğine saygılı bir tutum içinde olmuştur. Çünkü, bir çocuğu -kendisiyle çeşitli nedenlerle yeterince ilgilenemeyen anne-babasına destek olmak amacıyla ev ahalisine katılarak- bebeklik çağlarından itibaren bakıp büyüten, ona en kalıcı hayat bilgilerini kazandıran insanlara bizim kültürümüzde -mistik bir boyutu da olan- ayrıcalıklı bir önem atfedilir. Bu saygılı yaklaşımda ise İslâm dininin yetim olarak doğan peygamberi Hz. Muhammed’in (S.A.V.) bebeklik döneminde, annesinin sağlık sorunları nedeniyle önce amcası Ebû Leheb’in cariyelerinden Suveybe, ardından da Ben-i Sâ’d kabilesinden Halime-i Sâdiyye adlı iki ayrı kadın tarafından emzirilmesinin sonucunda kitlesel bilinçaltına yerleşmiş olumlu hatıraların izleri söz konusudur. Nitekim, babasını hiç görmeyen, annesini ise 6 yaşındayken kaybeden Hazret-i Peygamber de sonraki dönemlerinde kendisine sahip çıkıp onu öz çocuklarından hiç ayırt etmeksizin merhametle büyüten amcası Ebû Tâlib’in eşi için “O, tıpkı benim annem gibiydi” ifadesini kullanmak suretiyle, çocuklar ile bakıcıları arasında oluşan bu duygusal yakınlığı bir anlamda kutsamıştır.

Türkler, “süt annelik”, “mürebbiyelik”, “dadılık” gibi insancıl boyutları öne çıkan aile içi hizmetlerin çok sonraları Osmanlı saray kültüründe de yaygın bir şekilde yer bulmasından dolayı, bu tür mesleklere günümüze kadar hiç eksilmeyen bir hürmet çerçevesinde yaklaşmış, dahası aileye sonradan dahil olan böylesi konuk fertleri toplumsal hayatta “yarı annelik”, “cici annelik” gibi sevimli nitelemelerle taltif etmişlerdir.

Toplumun bakışı bu yönde ilerleyince, ülkenin -aşağı yukarı yüz yıldan bu yana var olan- sinemasının da aile içinde yüksek bir saygınlık elde etmiş kişilere bakışı farklı bir istikamet çizmemiş, çocuk bakıcıları beyazperdede aynı düzeyde hürmet ve kabûl gören figürlere dönüşmüştür.

Yalnız, şunu da altını çizerek belirtmek gerekir ki, mürebbiyeler, bizim sinemamızda, televizyon dizilerimizde, dahası tiyatro ve edebiyatımızda, bakıp büyüttükleri çocuğa / çocuklara yönelik duygusal zaafları nedeniyle şu ya da bu oranda “parmakta oynatılan” bir kimlikle tasvir edilegelmiştir. Ebeveynlere karşı duyulan çekingenlikten ziyade, ailenin yıllarca katıksız bir fedakârlık eşliğinde bakılıp büyütülmüş küçük ferdine / fertlerine “asla kıyamamak”tan kaynaklanan bir zaafiyet hâlidir bu ve özellikle komedi filmlerine de pek güzel malzeme olur.

Türk sinema filmlerinde çocuk bakıcıları sorumluluğunu üstlendiği çocuklar üzerinde katı bir otoriter baskı kuran soğuk mizaçlı insanlar yerine, hemen hemen bütün örneklerde son derece yufka yürekli, evde çıkan sorunlar karşısında bütün tarafları ayrı ayrı idare etmeye çabalayan, iyi niyetlerinden dolayı da anne-babayla çocuk arasında sık sık sıkışıp kalan çaresiz figürler olarak ele alınırlar. Onların izleyenlere çoğu kez tebessüm ettiren bu sevimli çaresizlikleri de senaristlere ve yönetmenlere komedi sinemasının temel esprilerinin kullanılabilmesi için sağlam bir zemin hazırlar.

Türk Sineması, çocuk bakıcılarını öyle çok kesin bir çizgi çizerek salt “kadın” cinsiyeti çerçevesinde kategorize etmez. Özellikle 1960’lar ve 70’lerde örneklerine sıklıkla rastladığımız salon komedilerinde, çocuğun ev içindeki temel eğitimini veren kişiler öncelikli olarak kadın kimliğiyle karşımıza çıkmakla birlikte, müzik, resim ve diğer sanatsal becerileri kazanması için çırpınan eğitmen kadro içinde sıklıkla erkekler de yer alır. Hafızalarımızı esaslı bir şekilde zorladığımızda, anılan dönemin unutulmaz aktör ve aktristleri arasında yer alan Mürrüvet Sim, Nevzat Okçugil, Adile Naşit, Mualla Sürer, Şaziye Moral, Cevat Kurtuluş, Hulusi Kentmen, Vahi Öz, Ahmet Kostarika, Nubar Terziyan, Necdet Tosun, Feridun Çölgeçen, Sami Hazinses gibi merhum sanatçıların hep tatlı bir kargaşa ve telaş ortamında, bakıcılarının ya da eğitmenlerinin kendilerine yönelik sevgilerini, bunun doğurduğu insanî zaafı çok erken fark etmiş afacan çocuklar tarafından oradan oraya koşturulup durduklarını hatırlamaz mıyız?

Yeşilçam geleneği içinde, eğitim için kendisine (üvey annelik ve üvey ninelik de dahil olmak üzere) bir nedenle teslim edilmiş küçük çocuklara zalimâne tavırlar sergileyen yarı-mürebbiye tipi ise daha bir istisnâ olup, bu gibi anti-kahramanlar da genellikle Lale Belkıs ve Aliye Rona gibi aktristler tarafından canlandırılmıştır. Ancak, klasik Yeşilçam’ın senaristleri, küçük çocuklara gaddarca yaklaşan, onları sevgiden yoksun bırakan bu tür taş kalpli bakıcı / üvey akraba tipini kesinlikle olumlamaz, böylesi çocuk düşmanı karakterleri izleyiciye kötü birer örnek olarak teşhir ettikten sonra hikâyenin finalinde ne yapar eder, sergiledikleri olumsuz tavırlar nedeniyle onları hem toplumsal arenada, hem de aile çevresinde mutlak bir yenilgiye uğratır. Bunlar da Türk sinema tarihi içinde izleyicinin her dönemde görmeyi iştahla beklediği, gördüğünde ise “Hak yerini buldu” yaklaşımıyla yüreğine su serpilen bilinçli birer hezimet tasviridir. “Sezercik”, “Ömercik”, “Yumurcak”, “Ayşecik” gibi, baş rollerinde çocuk yıldızların yer aldığı, 1960’lar ve 70’lere damgasını vurmuş düzinelerce dönem filminde benzer türden sevimsiz, fakat son aşamada kötü kalplilikleri yüzünden mutlaka kaybeden karakterler pek çok kez boy göstermiştir.

Bizde, mürebbiyelerin çocuk eğitimindeki hayatî rolüne komedi ya da melodram sinemasının yüzeysel kalıplarının ötesinde, biraz daha derinlemesine yer veren eserler ise sinemadan ziyade edebiyat alanında göze çarpmaktadır. Ki bu alanda da ilk akla gelen örneğin, Halit Ziya Uşaklıgil’in (1866-1945) uzun aralıklarla iki kez televizyona uyarlanmış ünlü romanı “Aşk-ı Memnû” (Yasak Aşk) olduğunu söyleyebiliriz.

İlk olarak 1899-1900 yılları arasında Servet-i Fünun Dergisi’nde tefrika edilerek yayımlanan “Aşk-ı Memnû”, ana karakterleri içinde bir mürebbiyeye yer veren ilk Türk romanı olarak kayıtlara geçmiştir. Romanın önemli figürleri arasında yer alan Matmazel de Courton, soylu bir Fransız ailesinden gelmektedir. Ancak, ailesi sonradan yoksul düşmüş olan bu orta yaşlı kadın, sahip olduğu incelikli burjuva görgüsünü romanın baş karakteri Adnan Bey’in iki çocuğu, Nihal ve Bülent’in eğitimlerinde kullanmaktadır. Baştan aşağı İstanbul’da geçen ve trajik bir sona sahip olan hikâyede Bayan Courton, roman boyunca aile içi çatışmalar ve ahlâksızlıkların orta yerinde sıkışıp kalan, çevresinde tanık olduğu sevimsiz olaylara rağmen çocukların eğitimi noktasında motivasyonunu yitirmemek için var gücüyle direnen ciddi ve onurlu bir gayrımüslim kadın kimliğinde tasvir edilir.

1975 yılında Halit Refiğ tarafından TRT Televizyonu için siyah-beyaz olarak beyazcama uyarlanan “Aşk-ı Memnû” dizisinde söz konusu rolü Türk sinemasının değerli aktristlerinden Çolpan İlhan üstlenmiştir. Ayrı rol, dizinin 2008-2010 yılları arasında Kanal D için yapılan renkli ve özgün hikâyeye göre epeyce serbest uyarlamasında ise Zerrin Tekindor tarafından canlandırılmıştır.

Sonuç olarak, gerek Türk Sineması, gerekse Türk Televizyonculuğu’nun, değişik meslek gruplarını ele alırken, toplumsal hassasiyetin doruk noktaya çıktığı bazı meslekleri çoğu kez “komedi” kisvesi altında sulandırdığına tanık olmakla birlikte, “çocuk bakıcılığı”, “mürebbiyelik” ya da “dadılık” olarak adlandırdığımız meslek grubuna ise ilk dönem örneklerden günümüze kadar daima belli bir hürmet çerçevesi içinde yaklaştığını söylemek pekâlâ mümkün…

Bu saygılı tavır, neredeyse gelmiş geçmiş bütün senarist ve yönetmenler arasında âdetâ gizli bir konsensus yapılmışçasına titizlikle korunurken, aralarında Yücel Çakmaklı ve Mesut Uçakan’ın da yer aldığı “millî sinema” akımı yönetmenlerinde ise geleneksel değerlere yönelik böylesi bir özenin, anılan mesleğin temsilcilerinin kimi yapıtlarda birer “azize” mertebesine çıkartılmasına kadar uzandığını da görmekteyiz. Profesyonelce çocuk büyütme işinin melodram kalıpları içinde idealize edildiği bu tür örnekler de hiç kuşkusuz ki hem toplumun o mesleklere azamî düzeyde saygı duymasına vesile olması, hem de o meslekleri icrâ edenlerin özgüveninin, öz saygısının gelişmesi anlamında son derece olumlu bir yaklaşımın ürünleridir.

Sinema ve televizyonun öncelikli misyonu, belli mesleklerin mensuplarını aşağılamak, onların arasında yer alabilecek en uç düzeydeki olumsuz örnekleri cımbızla çekip çıkartarak, bu gibi olumsuz örnekler üzerinden aynı mesleğin istisnasız bütün mensupları hakkında kamuoyunda antipati oluşturmak değildir. Bu tür bir düşmanca tavırdan sosyolojik anlamda herhangi bir yarar umulamaz. Senaristler, bir mesleğe ilişkin olarak ille de simge karakterler oluşturacaklarsa, bunu ele aldıkları mesleğin pozitif kahramanları üzerinden yaptıklarında elde edilecek toplumsal yarar hiç kuşkusuz ki diğer türlü bir yaklaşımdan çok daha üstün olacaktır. Çünkü, işini iyi yapan, dürüst, çalışkan, ahlâklı, kalpleri insan sevgisiyle dolu kahramanları hayat yolundaki mücadelelerinde her daim haklı ve galip çıkartan pozitif bir sinema anlayışı, o karakterlerin gerçek hayattaki karşılığı olan insanları da benzer davranışları sergileme noktasında çok güzel motive etmektedir. Bu, yalnızca çocuk bakıcıları için değil, polisler, hemşireler, askerler, öğretmenler, doktorlar, mühendisler ve daha pek çok mesleğin erbabı için de geçerli bir sonuçtur. Kötü insanlar ve bunların yaptıkları kötülükler, son kertede kınayıcı ve reddedici bir perspektiften ele alınıp kitlelere de bu şekilde aktarıldığı zaman, insanlar da ırkları, dinleri, yaşları ve eğitim durumları her ne olursa olsun, “idealize edilen bir kötü” ile “reddedilen, kınanan bir kötü” arasındaki ayrımı kolaylıkla yapabilmektedirler.

Avrupa ve Kuzey Amerika sinemasında çocuk bakıcılığı

Çocuk bakıcılığı” mesleği, Batı Sineması’nda tıpkı Türk Sineması gibi “komedi” ağırlıklı hikâyelerin en gözde motiflerinden biri olmakla birlikte, Batılılar’ın bu mesleği zaman zaman bizim sinemamızda hemen hiç gündeme gelmeyen çok farklı bir perspektiften ele aldığını da gözlemlemekteyiz. Hem Avrupa hem de ABD yapımı korku filmlerinde son derece rahatsız edici bir “gerilim unsuru” olarak gitgide artan bir sıklıkla karşımıza çıkmaya başlayan bakıcılar, hiç kuşkusuz ki söz konusu mesleğin küresel ölçekte algılanış biçimine de ciddi anlamda zarar vermekteler…

Ana akım Hollywood sineması, çocuk bakıcılarını, bizim sinemamızın tam aksine, “aile ortamına zorunlu nedenlerle dahil olmuş birer yabancı” olarak görür ve gösterir. Dahası, bu yaklaşımından en küçük bir rahatsızlık da duymaz. Bakıcının ev içindeki konumu, sahip olduğu yetkiler ve üstlendiği sorumlulukların sınırları ilk günden itibaren çok kesin hatlarla çizilmiştir. Yattığı yer, ebeveynlerin yaşam alanından çok uzaktadır. Sofrası, yemek zamanı ve mekânı olarak diğerlerinden ayrıdır. Çocukla kurabileceği ilişkinin çerçevesi de bellidir. O, ileri endüstri toplumlarında iş hayatına birlikte atılmayı sağlıklı bir rekabet atmosferinin olmazsa olmazı olarak gören yeniçağ anne ve babaları için -tıpkı eve döşenen bir yangın ya da hırsız alarmı gibi- zorunluluklar nedeniyle destek alınan bir ev içi enstrümandır. Kendisiyle fazla yüz göz olunmaz, ailenin meselelerine çok da müdahil olmasına izin verilmez.

İşin vahim tarafı, Hollywood sinemasının betimlediği mürebbiye tipi de bu soğuk konumlandırmayı mutlak bir teslimiyet içinde kabûllenir, kendisine çizilen sınırları zorlayacak hiç bir girişimde bulunmaz.

Sinemasal hafızamızda şöyle iri bazı kulaçlar attığımızda, Batı Sineması’nda, bir ailenin ebeveynleriyle, o aileye ve ailedeki çocuğa / çocuklara çok uzun yıllarını vermiş yaşlı bir bakıcı arasındaki ilişkilerin, onca uzun bir beraberlikten sonra hâlâ ne denli resmiyet esaslı ilerlediğine ilişkin bir sürü anlamlı örnekle karşılaşmamız mümkündür. Özellikle de bu tür bir disiplinin monarşik / sınıfsal köklerinin çok güçlü olduğu Britanya’dan gelen filmlerde sözünü ettiğimiz ilişki biçimi tavan yapar. Orada mürebbiyeler, işleri evi derleyip toparlamak değil de çocuğu derli toplu tutmak olan ikinci bir “hizmetçi”dir. Dolayısıyla, sınıfsal konumunu çok iyi bellemek durumundadır.

Hem Avrupa hem de ABD sinemasının iyiden iyiye içselleştirdiği bu tutumun ülkemiz sinemasında ise tam bir karşılığının bulunmaması hiç de tuhaf değil… Çünkü, aç birinin karşısında oturup şapur şupur yemek yemekten fena hâlde rahatsız olan, evlerindeki “cici anne”yi mekân içindeki en uzak ve kötü odaya ya da müstakil evin dışındaki ayrı bir kulübeye itelemeyi vicdansızlık olarak algılayan Türkler için günlük hayat içindeki bu tür yaklaşımlar da -en azından çoğu kez- antipatik ve kabullenilemez birer davranıştır.

Ancak, dediğimiz gibi, hayatın pek çok alanında olduğu üzere ev içi hizmet düzeninde de belli bir “sınıfçı” mantığı doğal kabul etmek, Batı’nın kendi örfleri, gelenekleri ve nihayet deforme olmuş din algısının doğal bir sonucu… Ki, anılan yaklaşımın ABD tarihinde, zencilerin uzunca bir süre boyunca köle olarak alınıp satılmalarından, daha pek çok alanda olduğu gibi çocuk bakıcılığında da istihdam edilmiş olmalarından kaynaklanan bilinçaltı bir karşılığı var. “Herkesin haddini bilmesi” esasına dayanan bu yaklaşımda, bakıcı her ne kadar aileye doğru olanı empoze etmeye çalışsa da son karar yine anne ve babanındır. Mürebbiye ne ebeveynlere ne de çocuklara belli bir doğruyu dikte edemez, yalnızca ebeveynlerin kendisine dikte ettiğini uygular. Bunu yapmadığı takdirde kapı dışarı edileceğini de iyi bilir.

Çağımızda, Batı ülkelerinde “Au Pair” adı altında yürütülen iş koluna orasından burasından bulaşmış herkesin ezbere bildiği bazı kurallar bulunmaktadır. Başka bir ülkeye belli bir süreliğine (ve çoğu kez dil öğrenme amaçlı olarak) gidip, gönüllü bir ailede düşük bir ücret karşılığında çocuk bakmak anlamına gelen “Au Pairlik” mesleğinde, genç kızlardan oluşan adayların önüne her şeyden önce gidilecek ailenin yaşam tarzını madde madde sıralayan bir kurallar manzumesi konulur. Bu şartname, yatılı kalınacak evde saat kaçta yatılıp kalkılacağından hangi günler ve saatlerde televizyon izlenebileceğine, evdeki buzdolabı açıldığında hangi rafın bakıcının olduğundan, dolaptaki hangi meyveden kaç adet yenilebileceğine kadar -Doğu toplumları açısından sindirimi hayli zor- bir dizi katı kuralı barındırmaktadır. Ki bu kurallara uyum sağlayamayacağınızı hissettiğinizde, bunu da aracı kurumun yetkilisine açık yüreklilikle ifade ettiğinizde, Au Pair olma şansınızı zaten peşinen kaybetmişsiniz demektir. Ancak, bakıcı olarak gideceğiniz yabancı ev içindeki konumuzu ve sınıfınızı önceden bilip, buna sıkı sıkıya bağlı kalacağınızı yazılı olarak taahhüt ettikten sonra böylesi bir göreve aday gösterilebilirsiniz. Baştan yapılan bir uzlaşmanın sonrasında, ilerleyen zamanlarda çıkabilecek yeni yeni sorunlarda da kapının önüne konulma riskiniz her zaman geçerlidir.

Batı’nın toplumsal düzeni gibi, ürettiği filmler de aynen bu çerçevede bir çocuk bakıcılığının yansımalarıyla doludur. Diziler ve filmlerde, bakıcı rolündeki karakterlere (çocuk açısından çok yararlı olabilecek, fakat ailelerin işine gelmeyen, alışılmışın dışında bir öneri getirdiklerinde) ebeveynler tarafından tatlı sert bir üslûpla “ayar verilir”; onlar da başlarını önlerine eğip bu önerilerinden vazgeçerler.

Özellikle, 1980’lerden sonra çekilen Hollywood filmleri ve dizilerinde “dadı-ebeveyn” arasındaki ilişkilerin resmiyet tonunun gitgide daha fazla arttığı gözlenirken, klasik dönem Hollywood’unda ise bu ilişkilerin -tıpkı Türk sinemasında olduğu gibi- komediye daha dönük ve daha bir sempatik olduğu gözlemlenir. Özellikle de Walt Disney şirketi yapımı aile filmlerinde birbirinden sevecen ve maharetli dadılara rastlamak mümkündür. Disney’in 1960’lardaki gedikli yönetmenlerinden Robert Stevenson’un imzasını taşıyan “Mary Poppins” (“Sihirli Dadı”, 1964), İngiltere’de, soğuk mizaçlı bir bankerin mutsuz çocuklarını çekip çevirmek üzere göreve çağrılan, tılsımlı güçlerle donanmış genç bir dadının serüvenlerinin anlatıldığı popüler bir yapım olarak öteden beri sempatiyle hatırlanır.

Aralarında 5 Oscar’ın da bulunduğu 12 önemli ödül kazanan “Mary Poppins”, baktığı yaramaz çocuklar üzerinde sistematik bir çabayla denetim kurmasını iyi bilen, yerine göre son derece müşfik, yerine göre de otoriter bir dadı figürünün beyaz perdede boy gösterdiği ilk hikâyedir aynı zamanda… Ve bu film sinema tarihinde öylesine silinmez izler bırakmıştır ki 1964 tarihli özgün çevrimden uzun yıllar sonra, 2005’te Kirk Jones yönetiminde “Nanny McPhee” (“Sihirli Dadı McPhee”) adlı bir benzeri; 2010’da da yine aynı filmin devamı olan Susanna White imzalı “Nanny McPhee and the Big Bang” (“Sihirli Dadı McPhee ve Büyük Patlama”) filmlerine giden yolu açmıştır.

İngiliz-Amerikan ortak yapımı olan bu filmlerin dışında, Hollywood’dan yine deli dolu dadıların hikâyelerini anlatan “Kindergarten Cop” (“Anaokulu Polisi” / 1990 / Yönetmen: Ivan Reitman), “Mrs. Doubtfire” (“Bayan Doubtfire” /1993 / Yönetmen: Chris Columbus), “The Pacifier” (“Komando Dadı” / 2005 / Yönetmen: Adam Shankman) gibi yapımlar da çıkmıştır ki bu ikinci grubun en temel özelliği, hikâyesi içinde bir çocuğa ya da çocuk topluluğuna bakıcılık yapan kişilerin “erkek” oluşudur. Bu da “sabır” denilen erdemle arası pek iyi olmayan erkek cinsinin çok keskin bir sabır gerektiren böylesi durumlarda yaşadığı şaşkınlıklardan beslenen daha farklı bir mizahın kapılarını açmaktadır.

İster kadın isterse de erkek olsun, komedi kalıpları içinde büyük ölçüde kabullenilebilir olan “sakar / acemi dadı” figürlerinin, sıra korku-gerilim hikâyelerine gelince büyük ölçüde form değiştirdiğini, giderek zararlı bir içeriğe büründüğünü de sözün burasında özellikle vurgulamak gerekiyor. Böylesi iletilerin topluma yaydıkları itici mesajlara rağmen dadıları gerilim filmlerinde kullanmayı gitgide daha fazla seven Batı Sineması, bu tür anti-kahramanların en sevimsiz örneğini de çağdaş korku klasikleri arasında yer alan 1976 tarihli “The Omen”de (“Kehanet” / Yönetmen: Richard Donner) ortaya koymuştu. İncil’de, dünyanın sonuna doğru yeryüzüne geleceği bildirilen “Anti-Christ” (Deccal) adlı insan görünümlü kötücül varlığın çocukluk yıllarını ele alan ve gördüğü yoğun ilgi üzerine sonradan da üç ayrı devam filmi daha çekilen ”The Omen”, gelecekte “Deccal”e dönüşecek küçük Damien Thorn’u kendisine düşman çevrelerden koruyup kollamak ve ilahî misyonuna uygun bir şekilde yetiştirmekle görevli Bayan Baylock ile tanıştırmaktaydı bizleri… Küçük çocuğun dehşet verici gerçek kimliğini fark eden din adamlarının onu ortadan kaldırma çabalarını durdurmak için varını yoğunu ortaya koyan bu şeytanî kadın, muhtemelen sinema tarihindeki “en sevimsiz dadı” olarak da hafızalara kazınacaktı.

Korku-gerilim sineması, “The Omen”den sonra, kimi zaman baktığı çocuğu ebeveynlerine karşı bir “silah”a dönüştüren, kimi zaman da içine sızdığı evde herkes için potansiyel bir tehlike oluşturan “sadistik dadı” figürünü pek çok kez kullandı. Üzülerek belirtmemiz gerekiyor ki bugün geriye dönüp bütün bu kanlı ve gerilim yüklü sinemasal anlatılara tekrar baktığımızda, insanoğlunun ortak hafızasında bakıcıların hâlet-i ruhiyelerine yönelik güçlü bir tereddüt, onların güvenilirliğine ilişkin yoğun bir önyargıdan başka bir şey kalmamış durumda… Bu da sinemanın olumsuz yönde işleyen güdüleme kudretine işaret eden son derece rahatsız edici bir sonuç…

Son kertede ise şunu vurgulamak gerekiyor:

Kadın ve erkeğin çocuklarını büyütmeyi öteleyerek iş hayatında birlikte yer alması”, çağımızda kapitalizmin çekirdek aileye dayattığı bir zorunluluğa dönüşmüş durumda… Evet, ne yazık ki zorunluluk; çünkü metropol hayatında yalnızca erkek ya da yalnızca kadının emeği, en mütevazısından bir ailenin bile temel gereksinimlerini karşılamaya yetmiyor. Bundan dolayı, her iki taraf da sabahın erken saatlerinden gecenin ilerleyen saatlerine kadar, ister istemez evlerinden kopuk bir çalışma hayatının içinde debelenmekteler…

Bu zorunluluğun bir de “ev içi iktidarda eşit söz sahibi olma” hırsını kışkırtan, böyle bir seçeneği kadın özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olarak gören / gösteren feminist söylem cephesi var ki, genç çiftler, ekonomik durumları itibarıyla birlikte çalışmaya ihtiyaç hissetmeseler bile, özellikle kadınlar kendilerini daha iyi hissedebilmek adına evin iç yönetimini, annelik misyonunu bütünüyle geri plana itip “kariyer”i alabildiğine kutsadıkları yeni bir hayat modeline doğru itiliyorlar. Bu yeni aile modelinin ise ne Batı’da ne de ülkemizde, gelenekle ya da gerçek ihtiyaçlarımızla uzlaştığını ileri sürebilmek mümkün değil. Fakat, modernite aile konusunda da artık kendi söylemi ve geleneğini kitlelere var gücüyle dayatıyor. Kadın, en Doğu’dan en Batı’ya kadar dünyanın her yerinde, yalnızca çocuklarını huzurla büyütmeye ve evini ayakta tutmaya odaklandığı geleneksel bir aile düzeninin onun açısından “hayatı ıskalamak” olduğunu vaaz eden saldırgan bir söylemle karşı karşıya… Üstelik, bu söylemin çekirdek aile üzerindeki yönlendirici etkisi her geçen gün biraz daha fazla artmakta…

Gidişât bu yönde olunca, çocuklar için gün içinde ebeveynlerden uzak kalınan bu yeni büyüme modeli de ister istemez bir “istinâ” olmaktan çıkıp adım adım “hâkim model” konumuna yükselmekte… O model, ailenin çocuk üyesinin daha sütten kesilir kesilmez gözünü evde bir dadının dizinin dibinde ya da kreşte açmasının doğal bir durum olduğunu savunuyor. Çocuğun, okul öncesi döneminde ve daha sonrasında, kendilerine ödenen belli bir ücret karşılığında anne ve babasının yerini doldurmaya çalışan bazı insanlarla yakın ilişkide bir hayat yaşamasının bu çağın kaçınılmaz bir gereği olduğu düşüncesi belletiliyor sorunun bütün taraflarına…

Devlet mekanizması bu gidişâtı aslen en doğru olan tarafa, yani çocuk yaştaki ferdin anne ve babasının koruyucu -kollayıcı şemsiyesi altında yaşaması yönündeki sağlıklı bir çizgiye doğru çekemiyorsa; özellikle anneleri aile içi şiddet, hak mahrumiyetleri, kronik gelirsizlik v.b durumlar karşısında hukukî ve ekonomik bakımdan tam bir güvence altına alamıyorsa, o zaman bu yeni durum karşısında da en azından tatminkâr bir alternatif strateji geliştirmesi gerekiyor.

O strateji de nedir? Anne ve babanın çocuğun gelişim sürecinde üstleneceği “rakipsiz” rolü -özellikle duygusal paylaşım anlamında- bire bir tekrarlayamasa bile, en azından almış olduğu yüksek kalitedeki eğitim itibarıyla bu rolün biçimsel gereklerini kusursuzca yerine getirebilen “uzman bir bakıcılar kuşağı”nın temellerini atmak…

Yeryüzündeki hiçbir bakıcı, bir çocuğa anne ya babasının sevgisini sunamaz. Onun sunabileceği sevgi ne kadar içten olursa olsun, tıpkı bir hala, bir teyze, bir nineninki gibi, bambaşka formda bir duygusal paylaşımdır bu…

Ancak, madem ki çocuklarımızı, hayatlarının temelinin atıldığı böylesine hassas bir süreçte hiç tanımadığımız bir takım insanların ellerine emanet etmek zorunda kalıyoruz; o durumda en azından söz konusu kişilerin meslekî açıdan ehil olmalarını beklemek de hakkımızdır. Kendisi, bu iş için kurulmuş okullar, kurslar ya da hizmet içi eğitim programlarında çok iyi yetiştirilmiş uzman bir çocuk bakıcısı, eline âdetâ bir oyun hamuru gibi teslim edilen çocuğun dünyasını da -dört dörtlük olmasa bile- dört üçlük bir yetkinlik içinde, hem maddî hem de manevî açıdan doldurmayı başaracaktır. Nitelikli bir bakıcının bu düzeyde bir yetkinlikle doldurmayı başardığı bakım ve eğitim sürecinden geriye kalan açığın da -koşullar her ne kadar zor olursa olsun- anneler ve babalarca çalışma hayatının dışında kalan zaman diliminde sergilenecek kimi fedakârlıklarla önemli ölçüde kapatılabileceğini düşünmekteyiz. En azından, çocuğun gelecekteki hayatında büyük çaplı travmalara yol açmayacak kadar bir eğitim kalitesi ve sevgi akışı tutturabilmek mümkün…

Yeni çağın çalışma düzeninde çocuk bakıcıları çekirdek ailenin kaderi üzerinde gitgide hayatî bir rol üstlenirken, sinema ve televizyonun da bu hassas sürece mümkün olduğunca olumlu paslar atması, bir tercihten öte, giderek ahlâkî bir sorumluluğa dönüşüyor. Kendisine profesyonel meslek olarak “çocuk bakıcılığı”nı seçmiş olan kadın ve erkekler, mesleklerinin sinema ve televizyon anlatılarında en üst düzeyde önemsendiğini, yaptıkları işin her seferinde altı çizilerek, saygıyla anıldığını gördüklerinde, hiç kuşkusuz ki bu tür gösterileri birer “ciddiye alınma” referansı şeklinde algılayacak ve toplumun vitrin işlerinden birini yaptıkları ön kabulüyle mesleklerine yüksek bir heyecanla, daha bir içtenlikle asılacaklardır. Öyle ki sırf bu amaca yönelik olarak, yani bakıcılığın toplumsal önemini vurgulayan diziler ve filmler çektirmek, gerekirse bunların bizzat devlet tarafından finanse edilmesi bile uzun vâdede kamuya dönük büyük yararları olabilecek girişimler arasında zikredilebilir.

Özellikle, Türkiye gibi, çocuk bakıcılığının genelde eğitimsiz ve çaresizlikten dolayı “kısa dönemli / geçici bir iş” olarak algılanıp yürütüldüğü az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde, bir çocuğun hayatına daha bebeklik çağlarından itibaren -tıpkı bir ilkokul sınıf öğretmeni gibi- hükmetmenin, sanılanın çok ötesinde değere sahip “profesyonel bir uğraşı alanı” olduğunu kitlelerin belleğine nakşetmede, özelde sinema ve televizyon, genelde de medya artık her zamankinden çok daha yüksek bir sorumluluğa sahiptir.

* * *

Çocuk bakıcılığı’ mesleğine ilişkin

EN POPÜLER 10 FİLM

  1. MARY POPPINS / Yapım Yılı ve Ülkesi: 1964, ABD / Yönetmen: Robert Stevenson / Oyuncular: Julie Andrews, Dick Van Dyke
  1. MRS. DOUBTFIRE / Yapım Yılı ve Ülkesi: 1993, ABD / Yönetmen: Chris Columbus / Oyuncular: Robin Williams, Sally Field, Pierce Brosnan
  1. KINDERGARTEN COP / Yapım Yılı ve Ülkesi: 1990, ABD / Yönetmen: Ivan Reitman / Oyuncular: Arnold Schwarzenegger, Penelope Ann Miller
  1. NANNY McPHEE / Yapım Yılı ve Ülkesi: 2005, ABD-İngiltere-Fransa ortak yapımı / Yönetmen: Kirk Jones / Oyuncular: Emma Thompson, Colin Firth, Angela Lansbury
  1. NANNY McPHEE AND THE BIG BANG / Yapım Yılı ve Ülkesi: 2010, ABD-İngiltere-Fransa ortak yapımı / Yönetmen: Susanna White / Oyuncular: Emma Thompson, Maggie Gylenhaal, Ralph Fiennes
  1. THE NANNY DIARIES / Yapım Yılı ve Ülkesi: 2007, ABD / Yönetmenler: Shari Springer Berman, Robert Pulcini / Oyuncular: Scarlett Johannson, Laure Linney, Paul Giamatti
  1. MR. NUNNY / Yapım Yılı ve Ülkesi: 1993, ABD / Yönetmen: Michael Gottlieb / Oyuncular: Hulk Hogan, Sherman Hemsley, Afa Anoai
  1. THE NUNNY / Yapım Yılı ve Ülkesi: 1965, İngiltere / Yönetmen: Seth Holt / Oynayanlar: Bette Davis, Wendy Craig, Jill Bennett
  1. THE SPY NEXT DOOR / Yapım Yılı ve Ülkesi: 2010, ABD / Yönetmen: Brian Levant / Oynayanlar: Jackie Chan, Amber Valletta, Billy Ray Cyrus
  1. THE PACIFIER / Yapım yılı ve Ülkesi: 2005, ABD / Yönetmen: Adam Shankman / Oynayanlar: Vin Diesel, Brittany Snow, Max Thieriot

 

Yazan: Ali Murat Güven’in izniyle yayınlanmaktadır. Bazen bir melek, bazen de şeytan: Türk ve Batı Sineması’nda Çocuk Bakıcıları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir