Geçenlerle Şule (Ateş), merhum Ellen’in (Stewart) İstanbul’da sahnelediği, Mustafa’nın (Avkıran) “Rüzgar Tanrısı”nı, benim “Deniz Tanrısı”nı, Zişan Uğurlu’nun da “İnaras”ı oynadığı Bir Hitit Efsanesi/Rüzgar Tanrısı ile Deniz Tanrısı’nın Savaşı oyunun dökümanlarını gönderdiğinde, en son oyunun castında görmüştüm Levent’in (Güner) ismini. Levent Güner de “Hupasias”ı oynamıştı.
Levent, GSF Sahne ve Görüntü Sanatları Böl.’nden dönem arkadaşımdı. Bugün aradığında Zeyneb (Taşcı) telefonda söyledi öldüğünü, kalp krizinden ölmüş. Geçen sene ilk gençliğimim bir döneminin en yakın arkadaşı Oğuz’un (Oğuzhan Tercan) ölüm haberini aldığımda çok tuhaf olmuş, çok etkilenmiştim. Hayatının daha sonraki evrelerinde Oğuz’dan çok daha önemli olmuş arkadaşlarım, hatta sevgililerim de ölmüştü. Ölümleri, hala zaman zaman kesif hissettiğim ıssızlıklar yaratmıştı ama Oğuz’un ölümü farklı bir etki yaratmıştı. İlk gençliğin, ya da ilk gençliğin en yakın şahidinin de artık yok olması gibi, tam doğru metaforu kurup anlatamıyorum, sevgili Hümeyra’nın şarkısındaki gibi “Her şeyi söylemek mümkün/Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum/Anlatamıyorum” ya da Zeren’in sözlerindeki gibi “Dilimin ucunda kelimeler”, ama bir türlü çıkarıp yazamıyorum.
Levent, ilk gençliğimin Oğuz gibi yakın bir arkadaşı değildi, ama yine de ilk gençliğime ait idi. Zeyneb’in telefonunda ölümünü duyduğumda, dönmedolap hızla inerken içinizden bir şey boşalır gibi olur ya, işte öyle hissettim. Ölümle seneler önce, aylarca her an olabilirliğimi barındıran bir hastalıkta barışmış, zihnimde normalleştirmiştim ölümü ama kendi kuşağından tanıdıklarının ölümü, bir manada kendi ölümünün izdüşümleri gibi oluyor. —
Levent Güner de Devlet Tiyatrosu kadrosuna girdiğinde stajyerlerini Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nun açılışında geçirenlerdi. Yeni mezun aktörlerin bölge tiyatrolarına atanmaları kafamda hep soru işaretidir. Bir taraftan dublajdı, televizyondu vb’lerine bölünmeden sadece tiyatroya odaklanabilmek, çok daha faza piyeste, merkezde kurtlar sofrasında alma ihtimali çok daha düşük olan roller oynama fırsatı gibi müspet, bir taraftan yeni başlayan bir aktörün, tam da ihtiyacı oluğu dönem merkezdeki çok daha fazla sayıda ve çok daha çeşitli tarzlarla, sahnede usta-çırak alâkalanmasıyla, tiyatro haricinde de sanat ve kültürle temas imkanını kaybetmek gibi menfi.. Mezun olur olmaz Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’na atananlar arasında alkolizme kayan arkadaşlarım olmuştu. Şimdi yazarken emin olamadım Levent, Diyarbakır’a atananlardan mıydı, yoksa stajyerliğini Ankara’da mı geçirmişti?
Levent’le İstanbul Devlet Tiyatrosu’na gedikten sonra daha fazla görüşür, oturur sohbet eder olmuştuk. Ben bugüne kadar BİLSAK Tiyatro’nun İşte Baş, İşte Gövde, İşte Kanatları harici, Sevim Burak piyeslerinin Burak’a münasip sahnelenişini görmedim (TC harici rejiler dahil), Vüsat O. Bener’in ismini Franz Schubert’in lied’inden alan Ihlamur Ağacı, benim hep alâkama celb etmiş, neden hiç sahnelemez diye düşündüğüm, sevdiğim minor bir absürd farsdı. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda, dublaj dönemimden tanıdığım merhum Nur Bey’in (Subaşı), reji dramaturjisi üzerine çalışmış olduğum Ihlamur Ağacı’nı sahneye koyduğunu duyduğumda hem sevinmiş, hem de tedirgin olmuştum. Üstelik piyeste o dönen dikkatimi çeken aktörlerden Gılman Peremeci de oynayacaktı. Yüksel Aymaz’ın usta işi ama Ihlamur Ağacı için biraz fazla şatafatlı ışık tasarımına rağmen, Nur Bey’in Ihlamur Ağacı benim için Sevim Burak metinlerini sahnede gördüğüm tarz bir sükt-u halâl olmuştu. Piyes hala vizyondayken bir gün Levent’le oturmuş piyese dair konuşuyorduk, uzun uzun bence metne yaklaşımda nelerin hatalı olduğunu anlatıyordum, birden manasız gelmiş susmuştum. Levent “uzun uzun atıp tutuyordun, neden sustun?” demişti. Susmuştum, çünkü en başta burada ve şimdi tiyatronun ne olduğuna dair Levent’le tasavvurlarımızın çok farklı olduğunu fark edivermiştim. Hep temasın çok önemli olduğuna inanmış, -halâ da inan-, biri olduğum halde birden elmaları ve armutları toplamaya çalışıyormuşum gibi gelmiş, konuşmaya mecalim kalmamıştı.
Zannederim bu Levent’le bu tasavvur farklılığımız çok daha eskilerden beri vardı, şimdi yazarken aklıma geldi, Levent, oynadığım, ortak okul arkadaşımız Şahika’nın (Tekand) Gergedanlaşma’sını seyretmişti, daha sonra piyese dair konuşurken “iyi de, ne bu şimdi?” deyişini hatırladım birden. — Şimdi yazarken düşünüyorum, ben Levent’i biraz ilk geçliğinin daha yakın arkadaşlarından ressam Cem Başarır’a benzetirmişim biraz. Cem seneler önce Kanada’ya yerleşmişti, halâ sergiler açıyor, seyrek İstanbul ziyaretlerinde haberleşiyoruz artık. Levent de, Cem gibi uzun boylu, jönsü fizikliydi, en azından gençliğinde. Yeşilçam ve çevresindeki medya senelerce hatalı kullanmakta ısrar etmiş olsa da, zaten “jön” de, Türkçeye Fransızcadan geçmiş “genç” manasındaki “jeune” kelimesiydi. Levent de Cem gibi, uzun boylu jönsü fiziğinin dahlinde, ona tezat çocuksu bir naifliği vardı. İlk feature filmi, Kürt aşk destanı Mem û Zîn’in çekiminden dönmüş, henüz filmin post-rodüksiyonu devam ederken bir konuşmamızı hatırlıyorum. Levent çok heyecanlıydı, sinema için çok umutluydu, “dilerim” tarzı bir kelimeyle geçiştirmiştim. Yeşilçam’ın klasik evresi bitmiş ama henüz Post-Yeşilçam evresine geçilmemiş bir ara dönemdi. Belki ben daha realisttim, sektörde sözlerin ekseriyetle suya yazılmış yazı gibi, atide geçerliliğini muhafaza etmeyen, sadece ana dair olduğunun daha farkındaydım. Mazlum’la (Çimen) o dönem bir kaset de yapmışlardı; dandik akustik gitar da çalardı Levent, dandik mandik çalardı…
IMDb’ye baktım, maalesef Levent’in sinemaya dair heyecanı, hayalleri işlememiş: sadece Mem û Zîn (Ümit Elçi/91), Manisa Tarzanı (Orhan Oğuz/94), Aylaklar (Altuğ Savaşal/95), Böcek’de (Elçi/95) oynamış. Dizilerde oynamış ama ben seyretmedim. Dizi kültürüm hayli zayıf, bir kaç senede bir, bir dizi takip diyorum, onu da CevCev’e söylersem, O, gününde “dizin başlıyor” diye kanalını açarsa.
Levent hakkını kazanır kazanmaz emekli olmuştu. İstanbul’daki son konuşmamızda, tiyatroya, genelde oyunculuğa karşı heyecanını, umudunu kaybetmişti. Annesinin ölümü de etkilemişti, İzmir’e yerleşecekti, kardeşi de İzmir’deydi galiba. Daha sonra, İzmir’e yerleştikten sonra da bir kez sokakta karşılaşmış, ayaküstü konuşmuştuk; heyecanlıydı, bir tekne alıyordu, artık teknede yaşayacaktı… Eğer bir “after world” varsa mutlu ol orada Levent.
Editörün notu: Bu yazı Mehmet Atak tarafından Facebook için yazılmıştır. İzniyle yayınlanmaktadır.