Geçtiğimiz haftalarda bir yavru köpeğe uygulanan vahşetin üzüntüsünü henüz atlatamamışken bir de iki küçük çocuğun arka arkaya katledilme haberleri sonrası yeni bir travmayı daha bünyelerimize eklemiş olduk. Sanırım bir süre daha bu tip haberler hem basında hem de sosyal medyada gözümüze gözümüze sokulacak gibi gözüküyor.
Habire şu soruyu soruyoruz kendimize: “Biz hangi ara bu kadar “şiddetsever” toplum haline geldik?… Acaba hep mi böyleydik yoksa sonradan mı bu hale evrildik?…” Fay hattı 12 Eylül zamanı kırılan Türkiye hızlı bir şekilde liberalleşirken diğer yandan da globalleşme çabaları içerisinde şuurunu kaybeder hale geldi… 1990’larda özel televizyon kanallarının açılmasıyla birlikte “aza” kanaat etmekten sıkılan insanlar “çoğu” daha çok isteyince ve de kısa sürede kavuşunca her şey mübah sayılmaya başlanıldı…
Sizce kendimizle yüzleşme vaktimiz gelmedi mi? Yaşar Kemal , Kemal Tahir, Vedat Türkali gibi çok önemli yazarlar bu topraklardan çıkmış olmasına rağmen maalesef okumayı sevmeyen bir ülkeyiz… Kitapları geçtim doğru düzgün gazete bile okumuyoruz ki, hoş tabii okunabilecek kaç gazete var şunun şurasında? Artık okumaktan ya da araştırmaktan aciz sadece duyduğuna inanan, sanalla gerçeği artık ayırt edemeyen insanlar çoğunlukta (Müslüman olduğunu iddia edip Kuran-ı Kerim’in tek bir ayetini anadilinde okumayan ya da Atatürkçü olduğunu iddia eden ama Nutuk hakkında hiç bir fikri olamayan insanlar da buna dahil). Hal böyleyken Televizyon karşısında vakit geçirme saatleri de bir hayli arttı… Televizyon her eve fütursuzca girerken yayıncılık konusunda daha çok sorumluluk olması gerekir diye düşünüyorum ama teoride ve pratikte karşılaştırma yapınca maalesef orada büyük sıkıntılarla karşı karşıyayız…
Özel televizyon kanalları yayına başladığından beri hala Türkiye’de ilkeli bir yayıncılık anlayışı oturmuş değil. Dunning-Kruger sendromlu yöneticilerin tamamen deneme yanılma yöntemiyle ya da ordan burdan gördükleri şeyleri taklit etmeye çalışmakla yetindikleri yayıncılık anlayışı toplum üzerinde çok ciddi olumsuz etki yarattı…
2000 sonrası Mehmet Ali Erbil’in zamanında kadınlar matinesini andıran programlarında ucube varyetelerine alkış tutulduysa ve uzun süre ekranları işgal ettiyse belki de ordan düşünmeye başlamak lazım… Erbil’den sıkılan tv kanalları sorasında 3-4 farklı kanalda aynı dönem evlilik programlarına başladı… Oraya katılan insanların da evlenmekten ziyade ekranda kendini göstermek adına yaptıkları her türlü zırvalık, beyin fonksiyonlarının yitirilmiş olduğunu gösteren hal ve tavırlarla insanların aklına, duygularına tecavüz edildi… O programların sunucuları rüyalarında göremeyecekleri paraları banka hesaplarına yatırırken tv yöneticileri de aynı şekilde memnundu. Çünkü neoliberal anlayışın hüküm sürdüğü ortadoğu ülkesi Türkiye’de para her şey demekti… Mesela tüm dünyada çok tutulan bir format var. “Yemekteyiz” adlı program yaklaşık 10 senedir Türkiye’de kesintisiz bir şekilde yayınlanıyor. Bir insanı tanımak istiyorsanız onu en iyi yemek masasında tanırsınız. O yüzden bu program sosyolojik açıdan bakıldığında size en iyi doneleri verecektir. Biraz da cast seçimi özellikle yapılıyor olsa da insanların birbirlerine tavırlarının, toplumun bireyler arasındaki iletişiminde ne kadar acınası hale geldiğini rahat bir şekilde görebiliyorsunuz…
Gelelim tv dizilerine… Bilmem kaç ülkeye şu kadar dizi sattık bu kadar ciro yaptık diye yapım firmalarının birbirine hava attığı güzide dizilerimize. Yeşilçam sineması; dostluğu, fedakarlığı, ailenin önemini anlatır, kötülük yapan insanlar mutlaka ama mutlaka finalde cezasını bulurdu…
Şimdi burada tek tek isim vermeye gerek yok muhakkak ki hepiniz benden daha iyi biliyorsunuzdur hangi dizinin konusunun, oyuncularının vs nin ne olduğunu… Zaten derdim de belli başlı bir kaç diziyi hedef almak değil aksine genel anlamda gelinen durumu analiz edip kendimce aktarmaya çalışmak…
Bu nasıl ikiyüzlü bir anlayıştır ki sigara ya da tütün mamülleri içilemiyorken veya dekoratif aksesuar olarak fonda duran bir şarap şişesi mozaiklenirken ya da elde bira bardağı karartılırken makineli tüfekler, tabancalar her sahnede insanların gözüne gözüne sokuluyor? Kirli sakallı, kravatsız koyu renk takım elbise giyen aynı tiplemedeki adamların ellerinden düşmeyen silahlar ve havalarda uçuşan mermiler neden sakıncalı görülmüyor? Alkole veya sigaraya özendirmek yasak ama tabancayla kovboy gibi dolaşmak serbest mi? Şu anda gelinen durum 20 milyona yakın ruhsatsız silah var bu ülkede ve trafikte kırmızı ışıkta yol vermedi diye çıkan bir tartışmada bir taraf diğer tarafa kurşun yağdırabiliyor ve maalesef ki mahkemeye çıktığında da doğru düzgün ceza bile almadan ölen öldüğüyle kalıyor ve de ateş sadece düştüğü yeri yakıyor.. Ya da bir kaç ay önce 18-19 yaşlarında bir velet sokak ortasında bu satırları yazan bendenize kabadayılık yapma pervasızlığına kalkışabiliyor? Büyüğe saygı, sokakta gelen geçene itlik yapılmaz gibi kavramlar nereye uçtu?
Diğer taraftan hemen hemen her dizide kadına uygulanan şiddet artık normalleştirilmeye başladı bu ülkede… Kadınlar bu durumu sosyal medyada ya da sokakta dile getirmeye çalışsa da maalesef vurdum duymaz bir millet olduğu için bir sonuca ulaşamıyor… 2 sezondur devam eden bir dizide çok eşli bir adamın, kumaların birbiriyle olan ilişkileri ve “komik” maceraları yüksek izlenme oranına sahipse biraz tüketen tarafa da mı bakmak lazım acaba?…
Şimdi bir de şu var: “Halk bunu istiyor”. Kim bunu diyorsa biliniz ki kendi kapasitesizliğini, yeteneksizliğini ve de vizyonsuzluğunu örtmek için uydurduğu bir kılıftır bu. Pardon da siz “Black Mirror” ya da ne bileyim “Sense8” gibi özgün diziler ürettiniz de biz mi izlemedik? TRT 1987 yılında “Kavanozdaki Adam” diye bir dizi yaptırmıştı… En azından o yıllarda böyle şeyler de denendi bu ülkede… Ya da yakın tarihe bakarsak İkinci bahar, Süper Baba gibi diziler de yapıldı bu ülkede… Ama sizler işin kolayına kaçtığınız için kapasite de olmayınca suçu tüketiciye atmayı tercih ediyorsunuz…
Gözlemlediğim kadarıyla herkes mutlu hayatından… Mesela örnek vermek gerekirse Erkan Petekkaya adlı bir oyuncu var… Bu oyuncunun son 10 yıldır oynadığı dizilere bakın hemen hemen her dizide ve hatta nerdeyse her sahnede kadınlara daimi olarak bağıran, hakaret eden, yüksek sesle tartışan roller dışında başka bir şey göremedik.. Bu onun kabahati değildir elbet. Bu aynı tip modeli ve sahne akışını dayatan tv drama müdürleri ve yapımcıların ona uygun görmesidir… Buna benzer çok fazla örnek verilebilinir tabii ama biliniz ki bu mafyatik ya da kadına şiddet içerikli “özendirici” dizilerin yurtdışı satışları çok da parlak değildir… Türkiye gibi geri kalmış bir kaç ortadoğu ülkesi dışında başka ülkelerde pek rağbet görmemektir… Bu sene yıldızı parlayan varoş kültürünü yücelten bol Türkçe Rap şarkılarıyla süslenmiş bir “semt” dizisi ise sadece tek bir Güney Amerika ülkesine satıldı onda da henüz yayına girmediği için akıbeti belli değil.
Hülasa; kadına şiddeti normalleştiren, Racon kesmeyle Poz kesme arasında kalmış oyunculuk performanslarının sergilendiği mafyacılık oynayan saçma sapan dizileri yaparak bu ülke insanına yaptığınız kötülüğü bugüne kadar hiç kimse/örgüt/mihrak yapmamıştır herhalde … Eğitimi problemli, ebeveynlerin çocuk yetiştirme konusunda yetersiz ve bilgisiz olduğu bu ülkede yaptığınız bu tip programlar ve diziler yüzünden benim nezdimde hiçbirinizin yatacak yeri yoktur bunu bilesiniz! Burada çözüm ne diye soran olursa da “tüketmeyin” demek dışında başka bir şey söylemek gelmiyor aklıma… Alkış tutmayın ve bu tip projelere gözlerinizi kapatın diyebilirim sadece…
Burak Gülgen – Şiddet, TV ve Bilinçli Çaresizliğimiz 2018