ÇIĞLIK BİR KAYIP FİLM…
Yazan: Alican Sekmeç
Alfred Hithcock (1899-1980), François Truffaut’ya (1932-1984) gerilimle korku arasındaki ayrımı şöyle anlatmış: “Masum bir sohbet yapıyoruz. Aramızdaki masanın altında bir bomba olduğunu varsayalım. Ortada hiçbir şey yokken ansızın ‘boom!’ Bir patlama… İzleyici şaşırıyor. Biz bu şaşırtmacanın öncesinde izleyiciye sıradan, bir sahne gösterdik. Şimdi bir gerilim durumu oluşturalım. Masanın altında bir bomba konmuş, izleyici bunu biliyor; izleyici, bombanın saat 1’de patlayacağını da öğrenmiş; şu anda saat bire çeyrek var dekorda bir duvar saati var, böyle durumlarda, aynı sıradan konuşma birdenbire ilginçlik kazanır, çünkü izleyicinin olaya katılımı vardır. Birinci durumda izleyiciye patlama anında 15 saniyelik bir şaşırtmaca yaşattık, ikinci durumdaysa on beş dakika boyunca bir gerilim yaşar. Burada varacağımız sonuç, seyirciyi her seferinde durum hakkında olabildiğince bilgilendirmek gerektiğidir. Buradaki istisna püf noktasının şaşırtmacaya dayandığı, yani beklenmeyen sonun öykünün doruk noktasını oluşturduğudur”.
Hitchcock’un örneği dikkatle okunduğunda, sahnenin akışı içinde, eğer masanın altına bir bomba varsa, masada oturanların bunu bilmemesi, seyircinin ise durumun farkında olması gerektiğini, böylece korkup sonucu merak edeceğini savunmakta… Hitchcock’un, bu örneği sinemada korku ve gerilim arasındaki temel ayırımın şaşırma ve endişe olduğunu göstermekte… Korkunun anlık bir duygu olmasına rağmen, gerilimi ortaya çıkaran endişeli, kaygılı ve meraklı bekleyiş daha fazla psikolojik etkiye sahiptir. Bu gerçekten hareket eden Hitchcock, bütün filmlerini uygun gördüğü iç mekan atmosferi içerisinde endişe-kaygı-merak üçgeni üzerine kurgulamış, kendisinden sonra bu türde filmler üreten bir çok sinemacıya da öncülük etmiştir. Şimdi yazıma neden Hithcock ile başladığımı merak edenler olmuştur. Biraz daha merak edin bakalım…
Ç I Ğ L I K
Yağmurlu ve fırtınalı bir havada, paltosunun yakaları kalkık, elinde çantasıyla, genç bir adam, ıssız bir kasabanın sokaklarında, bir yere sığınmanın telaşı içerisinde, güçlükle yürümekte… Kısa bir süre sonra aniden irkildi. Gözlerini kamaştıran bir ışık adeta hızır gibi yetişmişti. “Hey ! Kim var orada?” Genç adam elinde balıkçı feneri taşıyan kasabalıya yaklaşıp “Bu geceyi geçirebilecek bir yer yok mu burada?” sordu. “Sen kimsin?” diye karşılık aldı. “Doktorum adım Haluk. Bir doğumdan dönüyorum.” Kasabalı: “Öyle bir yer arama. Yalnız bir delinin evi vardır, istersen git. Fakat tekin değildir.” Haluk: “Ev nerede?” diye sordu. “Sen onu söyle…” Kasabalı eliyle işaret ederek “İşte, karşıda ışığın göründüğü ev.” Az sonra evin kapısını çalan Haluk, yaşlı ve çirkince bir uşakla karşılaştı. “Kimsiniz? Ne istiyorsunuz? Buralıya benzemiyorsunuz.” Haluk kendini tanıttı: “Ben doktorum. Köyden dönüyorum.” Uşak sözünü kesti: “Ne arıyorsunuz buralarda. Yoksa bir iş için mi geldiniz?” Haluk devam etti: “Ağır bir doğumdan… Bu gece için kalacak bir yer arıyorum.” Uşak: “Peki, buyurun. Bu gece kalın da, yarın gidersiniz.” diyerek içeri aldı. Haluk, şaşkın bir halde, uşağın peşine düştü. Ev çok esrarengizdi. Haluk, henüz uyumak üzereyken bir çığlık duydu. Bu bir kadın çığlığıydı. Biraz sonra, çığlık, daha da şiddetlendi…
Ertesi sabah Haluk odasından çıktı ve salondaki kütüphaneye girerken merdivende duran 17-18 yaşlarında çok güzel bir kızın, boş manasız gözlerle kendisine baktığını gördü. Haluk, genç kıza doğru bir iki adım atarak: “Hayırlı sabahlar küçük hanım, nasılsınız? Ben doktorum. Dün gece yolda kalmıştım da onun için buraya geldim. Siz iyi misiniz?” Kız bu sırada geri geri kaçmak istedi. Haluk “Kaçmayın canım, yabancı sayılmam. Ben doktorum” diyerek genç kızı ikna etmeye çalıştı. Ancak kızın kaçıp odasına girmesine de mani olamadı. Haluk kapısının önünde düşünürken, hizmetçi kadın: “Ne işiniz var oralarda? Kızı rahat bıraksanız daha iyi olur.” diye seslendi. Haluk: “Kim bu? Sizin kızınız mı?” diye sordu. “Hayır” cevabını alınca da “Peki, nesi var? Hasta mı?” diye devam etti. Hizmetçi kadın “Bilmem. Hem benim ne üstüme vazife?” Haluk daha da merakla “Annesi babası yok mu?” diye sorunca, kadın cevap vermedi. Haluk bu vaziyette dehşetli kızdı. Aşağıya kütüphaneye inerek bir kitap aldı. Koltuğa oturdu. Haluk kitaba dalmış bir vaziyetteyken, kapı yavaş yavaş aralanır gibi olmuştu. Genç kız gayet sessizce içeriye girdi. Karşısında duran kızı, ancak bir müddet sonra kafasını kitaptan kaldırınca gören Haluk şaşırarak: “Buyurun yavrum. Oturmaz mısınız? Ben de sizi merak ediyordum.” Kızın ürkerek kaçmak üzere olduğunu fark edince daha sakin ve müşfik bir eda ile: “Size bir fenalık edecek değilim. Sizin gibi güzel bir kız, ahbaplarından kaçar mı? İsminiz ne sizin?” Kız cevap vermedi. “Durun bakayım ben bulabilecek miyim? Her halde bir çiçek ismi olmalı değil mi?”
Haluk’un, bütün gayretlerine rağmen kız konuşmuyordu. Yalnız bir gayri şuuri: “Deli” diye mırıldandı. Haluk hayretle: “Yok canım, böyle söylemeyin. Sizin güzel bir isminiz olacak…” Kız tekrar: “Deli” diye söylenmeye başladı. Haluk, mevzuu değiştirerek, bazı sualler sormayı tercih etti. Fakat kısa kısa cevaplar alıyordu. Kıza ailesi hakkında bir sual sordu. Ve kızın bir kötü dayısı olduğunu anladı. Annesini sordu. Annesinin hayatta olduğunu söyleyen kız, onun nerede olduğunu bilemediğini, anormal ifadelerle anlattı. “Siz iyi bir insansınız, annemi bulun, ne olur?” diye yalvardı. Fakat tam bu sırada gözleri kapıya takılan kız, uşağı gördü ve ona korku ile baktı. Hafif bir çığlık kopararak “Anne! Anne!” diye kaçmaya başladı. Haluk artık her şeyi anlamıştı. Uşak: “Sizden kaçıyor. Siz onu korkutuyorsunuz.” diye Haluk’a çıkışmak istedi ve genç kızın deli olduğunu sözlerine ilave etti. Fakat Haluk buna bir türlü inanamıyordu. “Onun deli olmasına siz yardım ediyorsunuz. Bunun annesi babası nerede?” diye sordu. Uşak annesinin olmadığını, besleme olarak aldıklarını, fakat deli çıktığını söyledi. Bunun üzerine Haluk: “Madem ki deli, o halde şehre inerken götüreceğim. Asabının düzelmesi bir iki günlük mesele…” diye tehdidvari bir hüküm verdi. “Ondan size ne? Neden alakadar oluyorsunuz?” diye soran uşağa: “Bu genç kızı burada bırakırsam onu tamamen delirteceğinizi anlamıyor muyum zannediyorsunuz?” Kısa süren bir münakaşadan sonra uşak sakinleşti.
Uşak Haluk ile baş edemeyeceğini fark edince evin dışında olan sahibi Rüştü Bey’i haberdar etmek üzere dışarı çıktı. Telefonla onu arayarak eve çağırdı. Rüştü Bey alelacele eve gelerek Haluk ile görüştü ama onun bu evde bir tehlike olduğunu anladı. Netice, olarak Haluk’u öldürmek kararını vermekte gecikmedi. Bir gece Haluk uyurken kız odasına girdi ve saklandı. Çünkü Haluk’u öldürmelerinden korkuyordu ve bütün konuşmaları da işitmişti. O gece, Rüştü Bey elinde bir bıçakla Haluk’un odasına girdi. Tam Haluk’a saplayacağı sırada genç kız kapının arkasından atladı. Rüştü Bey, karanlıkta telaşla bıçağı kıza saplamıştı. Haluk yerinden fırlayıp kaçan katili kovalamaya başladı. Tekrar döndüğü vakit genç kızın can çekiştiğini gördü. Haluk’un kucağında inleyen kız, onu çok sevdiğini söyleyerek gözlerini kapadı. Polis tahkikatında; Nergis adlı bu genç kızın ailesinden kalan mirası için dayısının uşak ve hizmetçiyle iş birliği yaparak, onu geceleri korkuttuğu, gündüzleri de hortlak hikayeleri anlatarak asabını bozduğu ve bu usullerle, hakikaten kızı delirttikleri meydana çıktı…
Bu metin, bir romandan değil, Aydın Arakon’un kaleme aldığı senaryodan, yine kendisinin beyaz perdeye aktardığı ÇIĞLIK adlı filmin hikayesidir. Koleksiyonumuzda yer alan treatman ve senaryodan özetlenmiştir. 1948 tarihli ÇIĞLIK filmi, Türk sinema tarihinin unutulmuş filmlerinden biridir. Üstelik, korku-gerilim öğeleri taşımasından dolayı, Türk sinemasının bu türdeki ilk örneği olarak kayıtlara geçmesi gerekirken, tamamen yok sayılmıştır. Bu filmin, yapısal içeriği anlamında, varlığı üzerine, kısa da olsa birkaç söz eden tek kaynak yoktur. Bugün kitapçı raflarında yer alan bir elin parmaklarını geçmez sayıdaki korku-gerilim sineması üstüne kaleme alınmış kitap, üniversitelerde hazırlanan bu tür üzerine bir kaç tez, bu türü işlemeye çalışan ama içerikleri karmakarışık internet siteleri ve hali hazırda bu tür üzerine çıkan bir kaç sinema dergisi bu filmden hiç bahsetmez. Çünkü araştırma yapmak istemezler. Kimsenin umurunda da değildir. Sorulduğu zaman “Ne yapayım kaynak yok” denir. Hemen hepsi birbirini referans gösterdiği için bu filmi “Kopyası günümüze ulaşmadığı için film hakkında bir bilgi yoktur” cümlesiyle geçiştirirler. Burada bir arkeolog misali Türk sinema tarihi üzerine araştırma yapanları (tabii eğer varsa) ayırmak istiyorum. Kendimi bu çerçevede nereye oturtmalıyım bilemiyorum ama doğru söz sanırım bizim gibi meraklılar da olmasa Türk sinemasının geçmişi üzerine kim bir kaç satır kaleme alırdı ki… Meçhul…
Birbirini referans gösteren kaynakları incelerken aslında durumun içler acısı hali insanı üzüyor.
ÇIĞLIK filminin günümüze hiçbir şekliyle (35 mm, 16mm, 8mm yada video) ulaşmamış olması, bu güne kadar film üzerine bir araştırmanın yapılmamış olması eksikliğini örtmüyor maalesef… Oysa Türk sinemasında bu kaderi yaşayan o kadar çok film var ki… Türk sinema tarihinin tutarsızlıkları belki de bundan kaynaklanmakta… Burada 2003 yılında kaybettiğim, sevgili dostum, Sadi Konuralp’i saygıyla anmak istiyorum. Çünkü o da bu türün bilinmeyenlerini araştırmaya adamıştı kendisini… Bu yazımı ona ithaf ediyorum…
YENİ BİR STÜDYO KURULUYOR
ÇIĞLIK, 1946 yılında Nazif Duru (1907- ) ve Murat Köseoğlu (1902-1977) ortaklığında kurulan, Atlas Film Şirketi’nin, yedinci prodüksiyonuydu. Film tam donanımlı bir stüdyo-platoda çekildi. Bu stüdyo-platonun kuruluş öyküsü iki ortağı sık sık karşı karşıya getirdi. Nazif Duru, daha ortaklıklarının ilk yılı “Gençlik Günahı” ve “Seven Ne Yapmaz” filmlerinin çekim aşamasında kiralanan stüdyodan memnun kalmamış, gerek stüdyodan kaynaklanan ve gerekse ekipman eksikliğinden ortaya çıkan sorunlardan ancak kendi stüdyolarını kurarlarsa kurtulabileceklerini düşünmüştür. Bir gün bunu ortağına anlatır. Murat Köseoğlu o günlerde filmlerin işletilmesinden ve kendilerine bağlı sinemalardan sorumludur. Yani şirketin mali akışı Murat Köseoğlu’nun elindedir. Ortağının bu düşüncesini onaylamak istemez.
Murat Köseoğlu çevresinde tutumluluğu ile tanınmaktadır. Ona göre Atlas Film olarak her yıl az sayıda yerli film yapacakları için neden böyle büyük harcamalara girilmektedir. Film yapacakları vakit o günkü şartlara uygun bir plato pekala küçük paralarla kiralanabilirdi. Risk almaya ne gerek vardı. Burada iki ortak arasında bir anlaşmazlık doğar. Aslında bu onların ilk anlaşmazlığı da değildir. Murat Köseoğlu her türlü yeniliğe açık olan ortağını bir yerde dizginlemeye çalışmış, fakat yine de onun tarafından ikna edilmekten kendisini hiç bir zaman kurtaramamıştır. Nazif Duru yanına yönetmen Şadan Kamil’i (1917-2009) alarak Murat Köseoğlu’nu yine ikna etmeyi başarmış ve o günlerde şehir dışı sayılan Mecidiyeköy’den bir arsa alınmasına karar verilmiştir. Bulunan arsa Tekel’a ait Likör Fabrikası’nın tam karşısındadır. O günleri Şadan Kamil, 1999’da yaptığımız uzun söyleşi de şöyle anlattı:
“Gözünüzün alabildiğine dut ağaçları vardı Mecidiyeköy’de o vakitler. Ara arada büyük köşkler vardı bunların ortasında. Nazif Bey ile beraber oraya gittik. Biz bir arsayı beğendik ve sonra bu yer hep beraber görülüp beğenildi. Mecidiyeköy’ün tam ortası diyebileceğimiz bir yerdi burası. Şirketin diğer ortağı Murat Bey’e rağmen işlere girişildi. Fotoğraf direktörümüz İlhan Arakon, akademide bir tanıdığının olduğunu söyleyip ucuza bir bina planı yaptırdı. Çalışma yerleri, muayyen odalar, büyük bir plato. Zamanla tipik bir Amerikan film platosu ortaya çıkmaya başladı. Yavaş yavaş yapıldığı için inşaatı 2 yıl kadar sürdü. Fakat çok görkemli bir stüdyo olmuştu. O günlerde bir çok yerli ve yabancı mecmuada bu stüdyodan bahseden haberler çıktı…”
Meraklısına için küçük bir açıklama yapalım… Tekel ait olan Mecidiyeköy’deki bu fabrika Likör Fabrikası’ydı. Bugün yerinde gökdelenler bulunmaktadır. Atlas Film Stüdyosu, 1956’dan itibaren Acar Film Stüdyosu adı altında faaliyetine devam etmiş, 50 yıldan fazla Türk sinemasının önde gelen şirketlerinden birisi olmuştur. Mecidiyeköy Taşocağı caddesindeki bu stüdyonun yerinde de bugün büyük bir alışveriş merkezi vardır.
YENİ STÜDYONUN İLK PRODÜKSİYONU
ÇIĞLIK, işte bu yeni stüdyo-platoda çekilen ilk filmdi. Atlas Film’in sürekli elemanı olan ve daha önce şirkete “Efsuncu Baba” adlı kostüme bir film çeken genç yönetmen Aydın Arakon, (1918-1982) bu senaryoyu yazarken Alfred Hitchock’un 1940’ta çektiği ünlü filmi “Rebecca” dan etkilenmişti. İç mekan atmosferi içerisinde endişe-kaygı-merak üçgeni üzerine bir hikaye kurgulamıştı. O günlerin Türk sinema piyasası Mısır filmlerinin işgali altındaydı. Başta İstanbul olmak üzere, ülkenin bütün şehirlerinde ağdalı sinema diliyle ve ilkel tekniklerle çekilmiş, konuları birbirine benzeyen “Türkçe sözlü Arapça şarkılı” (ki zamanla şarkılar da Türkçeye çevrilecektir.) ağır aile dramları Türk seyircisini ikiye bölmüştü. Şehirli aydın kesim bu filmlere ilgi duymazken, kenar mahalleli ya da taşralı halk sinema önlerinde uzun kuyruklar oluşturacaktı. Aynı dönemde bu filmlere önem vermeyen genç sinemacılar, daha çok batılı sinemalara yönelmeyi uygun görüyorlardı elbette. Aydın Arakon’un bu etkilenişi normal karşılanmalıydı. Arakon’un yazdığı senaryo Nazif Duru’dan gerekli desteği görmüş, fakat Murat Köseoğlu engeline takılmış. Filmin fotoğraf direktörü ve benim de Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Tv Enstitüsü’nden hocam İlhan Arakon, (1916-2006) durumu bir sohbetimizde şöyle anlattı:
“Aydın, bu senaryoyu yazarken Hitchockvari bir film düşünmüştü. Kurduğumuz yeni stüdyonun tüm nimetlerinden faydalanmaktı amacı. O güne kadar yapılmamış bir film olacaktı. Yerli filmcilikte böyle bir korku-gerilim filmi daha önce hiç çekilmemişti. Nazif Duru’ya rağmen Murat Köseoğlu sevimli bulmamıştı hikayeyi. Ona göre bu film çevrilirse seyirci bunu beğenmeyecek ve tüm harcamalar boşa çıkacaktı. Yaptığımız toplantıda bunu savunurken de çok iddialı cümleler kuruyordu. Fakat Nazif Bey çok cin bir adamdı ve aynı yıl çekilecek piyasa işi başka bir filmle bunu destekleme söz vererek filmin çekimine başlanmasını sağlayacaktı…”
OYUNCU ARANIYOR
Ortağı tarafından ikna edilen Murat Köseoğlu’nun istemeyerek de olsa onay vermesiyle, filmin çekimlerine 1948 yılının 1 Eylül’ünde başlanmasına karar verilir. Fakat Aydın Arakon oyuncu kadrosunu kurarken zorlanmaktadır. Çünkü o güne kadar hiç denenmemiş bir konuyu filme almak üzeredir ve fikir olarak da hiç kimsenin tanımadığı, bugünkü deyimiyle “no name” genç oyuncular, yeni yüzler aramaktadır. Fakat tüm aramalara rağmen istediği tipte oyuncu adayı bulamamıştır. İlhan Arakon anlatıyor:
“O yıllarda Atlas Film firmasının yöneticileri ve yönetmenler Şadan Kamil, Aydın Arakon, yerli sinemaya tahsilli, görgülü gençleri getirmek için çalışıyorlardı. Her filmde İstanbul Şehir Tiyatrosu oyuncuları oynuyorlardı ve çok teatraldi oyunları. Bu oyuncular zaten filmlerin dublajını da yaptıkları için bir şekilde her filmin içinde vardılar. Bir gün firmada otururken Enis Rıza Olcayto adlı bir gençten bahsedildi. Bu yakışıklı genç adam Fındıklı’da eskiden var olan Atatürk Kız Lisesi’nin yerindeki Edebiyat Fakültesi son sınıfında öğrenciymiş. Firma da prodüksiyon işlerini yapan Melih Üstüngör oraya gönderildi. Genç adamı ikna edebilmek için…”
Sonraki yıllarda Türk sineması için bir çok senaryo kaleme alacak olan usta magazin gazetecisi Enis Rıza Olcayto, bir sohbetimizde şunları anlatmıştı:
“Fındıklı’da sonradan binası Atatürk Kız Lisesi olan Edebiyat Fakültesinin son sınıfında öğrenciydim. Atlas Film firmasının sorumlularından biri ziyaretime geldi. Yapacakları “Çığlık” adlı yeni bir filmde oynamamı istiyorlarmış. Ben çok istekli değildim doğrusu. Adam benim yerli sinema dünyasına adım atmam için ikna etmeye çalışıyordu. O zamanlar jönprömiyeler şimdi ki gibi 100.000 liradan başlayan ücretlerle değil, ancak 500 lirayla ve çekimi 2-3 ay süren filmlerde oynuyorlardı. Yılda iki film çevirmek şans işiydi. Zaten Türkiye’de yılda 7-8 film yapılıyordu. Ben son sınıf öğrencisiydim. Gazeteciliğe de başlamıştım. Okul bittikten sonra yapmak istediklerim vardı. Zaman istedim. Bunun üzerine adam çıkıp gitti. Durumu sınıf arkadaşlarımla konuştum. İşin ucunda para azdı ama şöhret çoktu. Fakat arkadaşlarım sanki ağız birliği etmişçesine ‘Sen deli misin? Artistlik iş değil, serserilik!… Hiç bir garantisi, istikbali olmayan işe girilir mi? Hem üstelik Babıali’de gazetecilik yapıyorsun. Ayıp olur…’ dediler. Düşündüm ve vazgeçtim… Atlas Film yöneticilerinin jönprömiye yapmak isteyip te razı edemedikleri benim yerime oynayıp sinemada şöhret yapan kişi, tüm gazetecilik hayatım boyunca hazırladığım haberlerimde sık sık yer alan bir dostum oldu…”
TÜRK SİNEMASINDA TİYATRO KÖKENLİ OLMAYAN
İLK AKTÖR MUZAFFER TEMA
Enis Rıza Olcayto’nun ve başka bir kaç kişinin daha çeşitli nedenlerle razı edilemeyişi genç yönetmen Aydın Arakon’u umutsuzluğa sürükler. Filmin yapılıp yapılamayacağı endişeleri içinde bir hafta sonu Beyoğlu’nda Saray Sineması‘nda bir konsere davet edilir. İstanbul Belediye Konservatuarının geleneksel mezuniyet konseridir bu… İstanbul’un üst düzey aydın çevrelerinin katılımıyla gerçekleştirilen bu konser, batılı yaşam tarzının bir göstergesi gibidir. Aydın Arakon’da ailesiyle birlikte salondaki yerini alır. Salonda kendisi gibi başka genç sinemacılar da vardır. Konser sırasında Aydın Arakon’un gözü flüt çalan genç bir müzisyene takılır. Uzun boyu, düzgün fiziği ve yakışıklılığı ile ünlü Amerikalı aktör Alan Ladd’e benzeyen bu genç adam, ÇIĞLIK filmindeki doktor Haldun rolü için biçilmiş kaftandır. Bu genç adam sonraki yılların ünlü sinema oyuncusu olacak olan Muzaffer Tema’dır. (1919-2011)
“1948 senesinde benimde hocalık yaptığım İstanbul konservatuarının mezuniyet konseri vardı. Saray sinemasındaki bu konserler her yıl yapılırdı ve İstanbul’un üst düzey ahalisinin katılımıyla çok da renkli geçerdi. Bu konserde ben de flüt çalıyordum. Seyirciler arasında o zamanın filmcileri de varmış. Benim bundan haberim yoktu tabii. Konser sonrasında kulise geldiler. Hem de kimler kimler. Çetin Karamanbey, Turgut Demirağ, Vedat Ar, Aydın Arakon, İlhan Arakon… Hepside aynı isteği dile getirdiler. ‘Muzafferciğim bu kartım, ay sonunda filme başlıyorum lütfen ara beni’ Cümleler üç aşağı beş yukarı böyleydi. Oyuncu olmayı aklımdan dahi geçirmemiştim. İçimden denemek geldi. Ne kaybederdim ki? Bana tarih olarak uyan Atlas Film firmasından gelen teklifti. Ben de davete icabet ederek Mecidiyeköy’deki platolarına gittim. Yönetmen Aydın Arakon ile hemen hemen aynı yaştaydık. Hemen bir tecrübe filmi çekti bana. Kameramanı da ağabeyi İlhan Arakon’du. Tecrübe filmi patronlar Nazif ve Murat beyler tarafından çok beğenilmiş. Aydın Arakon hemen elime üzerinde kocaman harflerle ÇIĞLIK yazan bir senaryo verdi. Filmin adı beni ürküttü ama öyküsü güzeldi. Çok az bir oyuncu kadrosu vardı. Daha çok eski bir köşk atmosferi içinde trafik vardı. Benim rolüm bir doktordu. Film çok güzel oldu. İlk olmasına rağmen beni de başarılı buldular…”
DELİ KIZ NERGİS ROLÜNDE EMİNE ENGİN
Daha sonraları Türk sinemasında tiyatro kökenli olmayan ilk aktör sıfatını kazanacak olan Muzaffer Tema’nın karşısında oynayacak kadın oyuncu ise Emine Engin (1926-2006) adında sinemanın yenisi genç bir oyuncuydu. Aynı yıl, Atlas Film adına, Şadan Kamil’in yönettiği “Efe Aşkı” adlı filmde Orhon Murat Arıburnu ile başrolleri paylaşmıştı. Aydın Arakon’un senaryosundaki deli kız Nergis tipine çok uygundu. Emine Engin ile ölümünden önce yaptığımız söyleşide filmle ilgili şu anılar dile gelmişti.
“Atlas Film firması, o devrin en büyük iki firmasından biriydi. Diğeri İpekçiler firmasıydı. Benim filmde oynama meselem Şadan Kamil ile olan tanışıklığımız neticesinde başladı. Bir gün çat kapı evimize geldi ve beni bir filmde oynatmak istediğini söyledi aileme. O güne kadar çok aramalarına rağmen uygun bir kız bulamadığını anlattı. Babamın da iyi ahbabı olduğu için kabul çıktı ve ben başladım. O devirde filmde oynayan kızlara iyi gözle bakılmazdı. ‘Çığlık’ filmine gelince o Aydın Arakon’un yazdığı bir eserdi. Firma aynı olunca ailemden bir engel çıkmadı ve beni Muzaffer Tema adında konservatuarda flüt hocalığı yapan yakışıklı bir gencin karşısında oynattılar. Muzaffer çabuk öğrendi kamera karşısında nasıl duracağını. Filmin yüzde yetmişi kapalı mekanda çekildi. Atlas Filmciler o zamanlar Mecidiyeköy’de bir stüdyo yaptırmışlardı. Onun içindeki geniş alanda kurulan dekorlar içinde çalıştık. Filmin dekorlarını Aydın Arakon kendi elleriyle çizmişti ve yapmıştı. Boyasına kadar o ilgilenmişti. Onun öyle dekorculuğu vardı… Ayrıca Sohban adında bir usta daha vardı onunla beraber. Filmin kadrosu 4-5 kişi falandı. Benim çığlıklarımın çekildiği yakın plan resimler vardı filmde. İzleyeni etkileyecek kadar güzeldi. Hatta ben filmin ilk gösterimine gittiğimde çok korkmuştum. Çekerken öyle çok korku hissetmemiştim. Fakat montajı, dublajı bitince sanki Hitchock filmi izler gibi koltuğa yapışmıştım. Sordum soruşturdum ama bugün ne yazı ki bir kopyası yok bu filmin. Ayrıca filmin çok sevildiğini hatırlıyorum. Ama patronlar ne kazandı bilmiyorum. ‘Çığlık’la birlikte firmanın Dümbüllü İsmail’e yaptığı bir filmde çıkmıştı sinemalara…”
Nazif Duru’nun daha en başında ortağını bu filmin çekimi için ikna ederken, sunduğu alternatif destek film Emine Engin’in anlattığı bu Dümbüllü İsmail filmi olabilirdi. Nazif Duru, yeni filminden çok emin olsa gerek 26 Nisan 1949 günü Beyoğlu Sümer sinemasında yapılacak ilk gösteriminden iki gün önce Cumhuriyet gazetesine verdiği ilanları “Yerli filmciliğimizde büyük bir inkılab yaratan film”, “Günlerdir beklenen mutlu gün nihayet geldi”, ÇIĞLIK, bu bir Türk filminin ismidir”, “Türk filmciliğinde şerefli bir inkılab yaratan ve seyredenleri günlerce tesiri altında bırakacak bir yerli filmcilik şaheseri” gibi ibarelerle süslüyordu. O yılların seyirci rakamlarının ne olduğunu bilmiyor oluşumuz bu ibarelerin ne denli etkili olduğu konusunda bizleri bilgisiz kılmaktadır. Fakat etkileyici olduğu da kabul edilmelidir.
Filmi hiç izlememiş olmamıza rağmen ÇIĞLIK konusu itibarıyla bir atmosfer filmi. Miras, delirtilen mirasçı, kötü dayı ya da amca Türk sinemasının yabancısı olmadığı trükler… Bu konuyu tamamen ya da parçalar halinde bir çok filmde görmemiz mümkün. Bunu başka bir yazıya bırakarak, ÇIĞLIK filminin günün birinde bir yerlerden bir kopyasının çıkmasını dileyelim, bize anlatılanların ne kadarı doğru bunu hep birlikte görebilelim. Bu yazı dilerim bu tür üzerine çalışanlara bir miktar da olsa yardımcı olur ve bir daha bu film hakkında sorumsuzca “Kopyası günümüze ulaşmadığı için film hakkında bir bilgi yoktur” cümlesi sarf edilmez. Ayrıca da dilerim kaynak göstermek lütfunda bulunurlar.
Türk sinemasının yapımcıları her zaman korku-gerilim filmleri çekmedikleri için suçlanmışlardır. Neden batılılar yapıyor da biz yapmıyoruz denilmiştir yıllarca. Belki uygun senaryo yoktur, belki de teknoloji ya da bu konunun ehli yönetmen… Birde bunun üzerine ya iş yapmazsa, ya paralarım batarsa korkusu… Bir türü sinema seyircisine sunmak bir alışkanlığı da beraberinde getirir. Bunun bir alışkanlık yaratması gereklidir. Türk sinemasında korku türünde bir alışkanlık yaratılamaması 50’li 60’lı, 70’li hatta 80’li yıllarda çok az örneği de bulunsa, bu türün unutulmasına da sebep olmuştur. Batı sinemalarında bu türün usta yönetmeni, senaristi, yapımcısı hatta oyuncusu varken bu alışkanlık bizde yoktur. Her geçen dönem Türk sineması seyircisini değişmeye zorlarken, aynı zorlama yapımcılara hiç ulaşmamıştır. 2000’den bu yana İslami ritüelden faydalanılarak yapılan çok sayıda cinli perili korku-gerilim filmlerinin hangi düzeyde olduğu seyirci sayılarından anlaşılmaktadır. “İyi film seyircisini bulur” mottomuzla herkese iyi seyirler dileyelim…
ÇIĞLIK
- Yönetmen-Senaryo: Aydın Arakon
- Film Hikayesi: Aydın Arakon
- Fotoğraf Direktörü: İlhan Arakon – Art Direktör: Aydın Arakon
- Dekorları Çizen: Aydın Arakon – Dekorları Yapan: Sohban Koloğlu
- Çekim Platosu: Atlas Film Stüdyosu / Mecidiyeköy-İstanbul
- Yapımcılar: Nazif Duru – Murat Köseoğlu – Yapımcı Şirket: Atlas Film Aş.
- Yapım Yılı: 1948
- Oynayanlar:
- Muzaffer Tema, Emine Engin, Abbas Temizer, Hakkı Necip Ağırman, Naciye Çokduyan
Sansür Tarihi: 22 Nisan 1949 – Sansür No: 749
Vizyon tarihi : 26 Nisan 1949 Salı
Çıktığı sinema : Sümer Sineması / Beyoğlu-İstanbul
KAYNAKÇA : Ali Can Sekmeç Türk Sineması Belgeliği
Ayrıca: Fatih Danacı: İlk Korku Filmimiz ÇIĞLIK Ne Zaman Gösterildi?